• Sonuç bulunamadı

2 5 YAYIMLANMAMIŞ ESERLERİ

VII. Merhale: Şikloş (Siklos)-Budin-Usturgun (Estergon=Esztergom

2- Felsefeye Karşı Tavırlar

XV. yüzyılda görülen felsefeye karşı olan bu tavrın, Osmanlı düşünce hayatında XVI. yüzyıldan itibaren giderek XVII. yüzyılda felsefeye karşı taassuba varan bir tavra dönüştüğü görülmektedir.

Osmanlı düşünce hayatına, XI ve XIII. yüzyıllardaki durgunlaşmış İslam düşünce hayatının bir devamı olarak bakılması gerekir. Ayrıca belirtilmesi gereken

78 Bak. Ibn Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı (Tehafut et-Tehafut), Çevirenler: Prof. Dr. Kemal Işık, Prof. Dr. Mehmed Dağ, Samsun 1986, s. III, IV.

81

önemli bir husus da, bu yüzyıllarda İslam dünyasında düşüncenin yeni siyasal yapılanmaların güdümüne girmiş olmasıdır. Gerçekten Ehl-i Sünnet mezhebini savunmak, bütün bu yeni siyasal teşekküllerin tek hedefi, dinsel ve bilimsel faaliyetlerin tek amacı haline gelmiştir.

Osmanlı dinsel düşüncesinin genel olarak İslam düşüncesinin tarihi akış istikameti içindeki yerini tespit edebilmek için bu düşünceye yüzyıllardır hakim olmuş olan düşünce okullarını bilmemiz gerekir. Bu konu üzerinde durulduğu zaman Osmanlı bilim adamlarının, kendilerini yetiştirmek için Orta Asya ve Orta Doğu ülkelerine gittikleri görülmektedir. Bunlardan birincisi yani Orta Asya, dinsel bilimler ve düşünce alanında, daha çok akıl ve re’y cihetini tercih eden eğilimin, dolayısıyle Osmanlıların bağlı olduğu Hanefilik ve Maturidilik mezheplerinin hakim bulunduğu Harezm ve özellikle Maveraünnehir ile İran bölgelerinden oluşuyordu. İkincisi ise nakil geleneğinin ağır bastığı başta Hicaz olmak üzere Irak, Suriye ve Mısır’ı kapsıyordu. Bu iki mektepten birincisi, kökü daha eskilere gitmekle beraber daha çok XV. Yüzyılda Osmanlı dinsel bürokrasisine, dolayısıyle devletin İslam anlayışına da hakim olan Fahreddin el-Razi mektebi (ekolü), diğeri ise daha ziyade medresenin belli bir kesiminde, özellikle de din görevlilerinde XVI. yüzyıldan itibaren etkili olmaya başlayan İbn- i Teymiye mektebidir.

a) Fahr-i Razi Mektebi ve Temsilcileri

Büyük Selçukluların sünni İslamı kabul ve XI. yüzyılda İslam dünyasında siyasal egemenliği ellerine geçirmeleri İslam dünyasında sünni islam anlayışının kesin üstünlüğünü sağlamıştı. Bu düşüncenin sistematik bir doktrin haline gelişinde Maveraünnehir ve Harezm bölgesinde yetişen bilginlerin payı büyüktür. Sünniliğin iki büyük inanç ekolünden birincisi olan Maturudilik. Semerkand’da Ebu Mansur Muhammed Maturidi (öl. 944) tarafından kurulmuştur. Akıl ve rey esasına dayanın bu mektebin gelişmesinde bu bölgede yetişmiş olan Nesefi, Zemahseri (öl.1143), Merginani (öl.1196), Fahreddin el-Razi (öl.1209), Nasıreddin Tusi (öl.1273)... ve Sadeddin Taftazani gibi müteahhirün geleneğinin ünlü isimlerinin rolü büyük olmuştur.

Osmanlı bilginleri (uleması) arasında çok itibar gören ve kitapları medreselerde yüzyıllar boyu okutulan bu bilginlerin meşgul oldukları ana disiplin İslam inançlarının savunmasını yapan Kelam idi. Ele alınan konuların çoğu,

82

felsefenin konuları ile aynı, yani bilgi meselesi, bilginin elde edilme yolları, varlık, varlığın mahiyeti, bununla doğrudan doğruya bağlantılı olarak Allah kavramı gibi meselelerden oluşuyordu. Ayrıca imamet meselesi de tartışılıyordu. Bütün bu tartışmalar, mantık ve felsefe metodları kullanılarak yapılmakta, ancak verilen cevaplar, Kur’an-ı Kerim ve Hadis’lere dayandırılmakta, bunlardan alınan nakli deliller, felsefi yorumlarla sunulmakta idi. Bu ise bir çeşit nakil (şer’i naslar) gölgesinde felsefe idi ve bu tarz bir felsefe, Osmanlı dinsel düşüncesine hâkim Fahr-i Razi mektebinin temel karekteristiğini oluşturuyordu. Ancak belirtmek gerekir ki, Kelam merkezli dinsel düşüncenin Gazali’den sonraki müteahhirun geleneğini temsil eden şahsiyetlerden hiç birisi, Gazali’den önceki mütekaddimun geleneğini temsil eden düşünürler gibi orijinal değildir. Onların bütün düşünce gayretleri, Gazali döneminde başlayan Bâtıni cereyanlara karşı Ehl-i Sünnet’i savunmadan ibaret idi. Bu bakımdan Nesefi’nin Metnü’l-Akaid’ine Sadeddin Taftazani’nin yazdığı şerhten ibaret olan Şerhu’l-akaid, Osmanlı medreselerinin baş tacı oldu. Zamanının problemlerinden çok katı yaklaşımı ile Ehl-i Sünnet dışındaki düşünce ve inançlara hücum eden bu eserin, Osmanlı sünniliğinin katılaşmasında ve bir siyaset aracı haline dönüşmesinde büyük etkisi olmuştur. Bu mektebin Osmanlı dinsel düşünce hayatına ilk kez açık bir şekilde Molla Fenari (öl.1430) ile girdiğini görmekteyiz. Sıra ile hoca öğrenci silsilesi doğrultusunda devam eden bu mektep, Molla Yeğen (öl.1437), Hızır Bey (öl.1459), oğlu Sinan Paşa (öl.1486), Molla Lutfi (öl.1494), ve nihayet İbn Kemal ve Ebussuud Efendi ile XV. ve XVI. yüzyıllarda en güçlü temsilcilerini yetiştirmiştir.

b) İbn Teymiyye Mektebi ve Temsilcileri (Birgivi Mehmed Efendi ve

Kadızadeliler)

İbn Teymiyye’nin düşüncelerinden yola çıkmakla beraber bu mektebin zühdi ahlaka yönelik basitleştirilmiş bir biçiminin Osmanlı imparatorluğunda yerleşmesine yol açması itibarıyle Birgivi Mektebinin doğuşunu, Fahr-i Razi mektebini temsil eden Osmanlı ulemasının merkezi yönetime destek veren pragmatik tavırlarıyla bağlantılı bir şekilde değerlendirmek vakıaya uygun düşecektir. Gerçekten XVI. yüzyılda Birgivi Mehmed Efendi (öl. 1573)’nin temsil ettiği İbn Teymiyye mektebi, Osmanlı resmi İslam anlayışını temsil eden Fahr-i Razi mektebine bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Birgivi’nin din anlayışı, İslam’ın esaslarında mevcut olmayıp, sonradan halk arasında çeşitli sebeplerle zuhur eden

83

bir takım dinsel vasıflı uygulama (bid’at) lara karşı çıkmak ve bunları temizlemek şeklinde özetlenebilir. Birgivi, düşüncelerinden çok etkilendiğine kuşku bulunmayan İbn Teymiyye (öl. 1328) gibi, bu uygulamaların İslam’ı ve müslümanları yozlaştırdığı ve dinin esaslarından uzaklaştırdığı kanısındaydı. Bu bid’atlerin sorumlusu olarak da yozlaşmış bir tasavvuf anlayışına bağlı sufi tarikatleri görüyor, bunların yaygınlaşmasından da vakıf teşkilatı yolu ile onlara çeşitli imkânlar sağlayan devleti sorumlu tutuyordu. Çeşitli kitaplar yazmış olan Birgivi asıl şöhretini, kısaca Tarikat- ı Muhammediye diye bilinen Et-Tarikatu’l-

Muhammediyye fi’s-Sireti’l-Ahmediye adlı eseri ile yapmıştır. Arapça yazılmış

olmakla beraber Türkçeye de çevrilen bu eserin, hem Osmanlı sahasında, hem de öteki İslam ülkelerinde pek çok kere şerhedilmiş bulunması, ne kadar itibar gördüğünü, özellikle de zamanının ve sonraki devirlerin din anlayışını, önemli ölçüde etkilediğini gösterir. Gerçekten Birgivi, XVII. yüzyılda Kadızadeliler hareketinin de düşünce babası olmuştur. Daha çok siyasal nüfuz ve çıkar peşinde koşan Kadızadeliler, onun dinsel anlayış ve yorumlarını çok daha ileri boyutlara götürüp aşırı derecede saptırarak aşırı bir taassub hareketinin doğmasına sebep olmuşlardır.

Ancak söz konusu bu tavrın Osmanlı düşünce hayatının kendi içindeki tabii seyrinin, ya da sanıldığı gibi dinsel taassubun bir sonucu olarak değil, belirtilen dönemdeki siyasal ve sosyal problemlerle çok sıkı bağlarının bulunduğunu unutmamak gerekir. XVII. yüzyıl, artık Osmanlı imparatorluğunun pek çok cephede savaşmak zorunda kalarak duraklamaya başladığı, içerde ise bu durumla ve ekonomi ile bağlantılı olarak sosyo ekonomik yapıda önemli rahatsızlıkların ortaya çıktığı ve devleti kıskaç içine aldığı değişik bir dönemdir. Bu rahatsızlılıkların Kanun-ı Kadim (geleneksel düzen) ve Şer’i Şerif’ten ayrılmanın bir sonucu olduğu, artık dar anlamda bir fıkıh anlayışına indirgenen bir şeriat kavramının hâkim olduğu düşünce ortamında, felsefenin ve felsefi düşüncelerin rağbet görmemesi, hatta tepki çekmesi, tabiidir. Bu ortamın çağdaş bir şahidi, kendisini “Hanefiyyü’l-mezheb İşrakiyyü’l-meşreb” olarak tanıtan ünlü bilgin Kâtip Çelebi (öl. 1656)’dir. Kâtip Çelebi Mizanu’l-Hak adlı eserinde bu konu ile ilgili olarak şöyle demektedir:

“... Nice boş kafalı kimseler, İslamiyetin başlangıcında bir maslahat için ortaya konan rivayetleri görüp cansız taş gibi –akıllarını kullanmadan – salt taklid

84

ile donup kaldılar. Aslını sorup düşünmeden red ve inkâr eylediler. “Felsefe ilimleri” diye kötüleme bir hastalığına müptela olup, yeri göğü bilmez cahil iken bilgin geçindiler. Onlar Allah’ın göklerde ve yerdeki o muazzam mülk ü saltanatına, Allah’ın yarattığı herhangi bir şeye, belki ecellerinin yaklaşmış olduğuna da bakmadılar (A’raf suresi, ayet 185) tehdidi kulaklarına girmedi. Yere ve göklere bakmayı öküz gibi göz ile bakmak sandılar. Osmanlı devletinin ilk çağlarından Sultan Süleyman Han zamanına gelinceye dek hikmet ile şeriat bilimlerini uzlaştıran gerçek araştırıcılar itibar görüp, ün kazanmışlardı. Fatih Sultan Mehmed, “Medaris-i Semaniye” yi yaptırıp “kanuna göre ilimlerle meşgul oluna” diye de vakfiyesine kayıt koymuş, Haşiye-i Tecrid ve Şerh-i Mevakıf derslerinin okutulmasını tespit eylemişti. Sonra gelenler bu dersler, felsefiyattır diye kaldırıp Hidaye ve Ekmel derslerini okutmayı uygun gördüler. Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için ne felsefiyat kaldı, ne Hidaye, ne de Ekmel. Böylece Osmanlı ülkesinde bilim pazarına kesat gelip, bunları okutacak olanların kökü kurumaya yüz tuttu. Kimi kıyıda köşede, Doğu Anadolu’da yer yer kanuna göre ders gören öğrencilerin daha başlangıçta olanları, İstanbul’a gelip büyük tafra satar oldular. Onları görüp kimi kabiliyetli olanlar, zamanımızda hikmet öğrenmek istediler. Bu fakir de yoklama ve ders okutma sırasında istidadı olan öğrencileri, Sokrat (M.Ö.469-319)’ın Eflatun (M.Ö.427-347)’un heveslendirdiği gibi, varlıkların gerçeğini araştıran bilimi öğrenmeleri için heveslendirdim...”79

Kâtip Çelebi’nin bu sözleri, Osmanlı İmparatorluğu’nda pek mevcut olmamış gerçek felsefi düşünce şöyle dursun, İslami Bilimler çerçevesindeki sınırlı bir takım felsefi düşünce geleneğinin bile, XVII. yüzyılda artık devletin resmi eğitim ve öğretim kurumlarında tahammül edilemez bir duruma düştüğünü açıkça göstermektedir. Bu dönemin ünlü vaizi Kadızade,

Kelam-ı Felsefe fülse değer mi? Ana sarraf-ı keyyis baş eğer mi? Mantıkiler okur ise gam değil, Zira onlar, ehl-i imandan değil.

85

mısraları ile XVII. yüzyıl ve sonrası, XIX. yüzyıla gelinceye kadar felsefe karşısında ortaya çıkan tavrı açık bir şekilde belirtmektedir. Bununla birlikte sınırlı ve yetersiz de olsa, felsefi bir takım düşünce eğilimlerinin, kendilerini özellikle tasavvufi kavramlar içinde sürdürmeyi başardığı da bir gerçektir.

Ancak bu vesile ile önemle belirtmemiz gerekir ki, XVII. yüzyılın ansiklopedik bir bilgini ve oldukça ünlü bir tarihçisi olan Hezarfen Hüseyin Efendi (öl.1103/1691), Yunan ve Roma devirleri hakkında Yunanca ve Latince kaynaklardan yararlanarak bilgi verdiği Tenkih-i Tevarih-i Müluk adlı eserinde bazı ünlü Yunan filozofları hakkında bilgi vermiştir. Gerçekten Hezarfen, bu eserinin bir faslında “Yunani’nin asar-ı celile sahibi olan meşhur hükeması beyanındadır” başlığı altında eski Yunan filozof ve düşünürleri hakkında bilgi vermiştir. Hakkında kısaca bilgi verilerek bazı sözleri nakledilen eski Yunan “hükeması” şunlardır:

Askilinus (Esculapius veya Aisclepius), Fisagoris (Pythagoras), Sokrat (Socrates), Bukrat (Hippocrates), Solon (Solon), Eflatun (Plato), Aristo (Aristoteles), Batlamyus (Ptolemaios), Calinus (Galenus), Dimekratis (Democritus), Diyucanis (Diogenes), Enkyisanis (Anaximenes), Efritun (muhtemelen Orpheus), Ziton (belki Malchus Sidon ya da Simon Atheniensis), Enkisagoris (Anaxagoras), Basilinus (Belinas da denen Apollonius), Sales (Thales), Safertis, Saferistis (Theophrastus), Ferforyos (Porphyrius)

Hezarfen’in eserinde bazı sözleri nakledilen eski Yunan düşünürleri ile ilgili bu bölüm, H.F. von Diez tarafından Almanca’ya çevrilerek onun Denkwürdizkeiten

von Asien (2 Bönde, Berlin und Halle 1811-1815,I,71 vd.) adlı derlemesinde

yayınlanmıştır. H. F. Von Diez, çevirisini verdiği bu felsefi bilgilerin, bir genel tarihte bulunmasına insanın hayret ettiğini söylemektedir.80

Bu vesile ile bu yüzyılla ilgili olarak Paul Ricaut’nun The Present State of

the Ottaman Empire (London 1668) adlı eserinde verdiği ilginç bilgiler üzerinde de

kısaca da olsa, durmak yararlı olacaktır. İngiltere Kralı II. Charles’ın padişah IV. Mehmed ( ) nezdine gönderdiği elçisi P. Ricaut, bu eseri, kralına Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal, yönetimsel, dinsel ve kültürel yapısın tanıtmak için yazmıştır. Ricaut, kitabının “Türklerin çağdaş mezhepleri ve sapık cereyanları” başlığını taşıyan bölümünde Osmanlıların mevcut düzenini sarsacak kadar zararlı

86

ve tehlikeli gördüğü dinsel zümrelerden bahsetmektedir. Bunların başında Kadızadeliler gelmektedir. Kadızadelilerin fikirlerinin, Hırıstiyan muhtediler ve özellikle Rus asıllı Müslümanlar arasında revaç bulduğunu belirtmesi ilginçtir. Ricaut, ayrıca İstanbul esnaf ve tüccarından pek çoğunun Kadızadeli zümresine dâhil bulunduğunu belirtmektedir.

Ricaut’nun bilgi verdiği, Osmanlı kaynaklarında bahsi geçmeyen bir zümre de Hubmesihiler’dir. Bu terim, Prof. A. Yaşar Ocak’ın belirttiği üzere, Hubb-i Mesih (İsa Sevgisi), ya da Muhibb-i Mesih (İsa’yı Seven ) terkiplerinden çıkmış olmalıdır. Ricaut, bunların, sarayın içinde taraftarları bulunduğunu, İstanbul’da da mensuplarına rastlandığını belirtmektedir. Onun ifadelerinden, bu anlayışın, Enderun okulundaki devşirme gençler arasında yaygın bir hale geldiği anlaşılmaktadır. Ricaut, Hubmesihiler’in birbirlerini tanıyabilmek için özel bir beyaz sarık taşıdıklarını, bir araya geldiklerinde gizlice İncil okuduklarını da yazmaktadır. Yarı Müslüman yarı Hırıstiyan bu kişilerin yazarın ileri sürdüğü üzere, yeni çıkmış bir mezhebin mensubu olmaktan ziyade Kanuni Sultan Süleyman’ın ilk saltanat yıllarında ortaya çıkan Molla Kabız hareketi ile ilgisi bulunduğunu düşünmek daha doğrudur. Hatırlanacağı üzere Molla Kabız, peygamber olarak Hz. İsa’nın, Hz. Muhammed’den daha üstün olduğunu ileri sürmüş, Divan’da yapılan ilk muhakemesinde serbest bırakıldığı halde, ikincisinde düşüncelerinin yanlışlığı ortaya konularak susturulduğu halde, iddialarından vazgeçmediği için idamına fetva verilerek 1527 yılında öldürülmüştür.

Ricaut’nun haklarında bilgi verdiği ilginç bir zümre de Müsirrin (Sır Gizleyenler) adını taşımaktadır. Yazarın belirttiğine göre bu sözcükle kastedilen “sır” ulûhiyet kavramını inkâr etmek, diğer bir deyişle, ateizmdir. Bunların hiç birinin Allah’a inanmadığını söyleyen Ricaut, onların, kâinatta mevcut her şeyin kendiliğinden var olduğunu, hayatın sadece bu dünyadan ibaret bulunduğunu iddia ettiklerini belirtmektedir. Bu zümre içinde de muhtediler bulunmakta idi ancak Ricaut’nin bu konuda verdiği bilgilerin ilginç yanı, İstanbul’daki bazı ulema ve kadılar arasında da bu inançta olanların ihmal edilmeyecek bir yekün teşkil ettiğini söylemesidir. Gerçekten Osmanlı kaynaklarının da belirttiği üzere, 1665 yılında Lari Mehmed Efendi adında ulemadan bir zat, “haşir ve neşri, farziyet-i salât ve âdemi inkâr ve savmi inkarve hamri istihlal” davası ile ortaya çıkmış, ancak yakalanarak İbrahim Paşa sarayında akdedilen bir meclisde zendeka ve ilhad

87

(dinsizlik ve Allahsızlık) suçundan muhakeme edilmiş ve başı kesilerek idam olunmuştur. Ricaut, eserinde Lari Mehmed Efendi’nin Allah’ı inkâr konusunda söylediği ifade edilen şu sözlerini nakletmektedir:

“Allah, ya gerçekten yok, ya da bizim ulemanın bizi ikna etmeye çalıştıkları kadar becerikli ve hâkim değil. Eğer, gerçekten mevcut olsaydı, benim gibi onun baş düşmanı olan birini yaşatmaması gerekirdi”.

Ricaut, bundan sonra İstanbul’da bu zümre ile tanışıncaya kadar dünyada ateizmin varlığına inanmadığını ve insanın nasıl olup da ateist olacağını aklının almadığın ifade ederek, onlara acıdığını belirtmektedir.

Ricaut, bundan sonra Bektaşiler, onlardan sonra da “putperestler” dediği, Sabiiler, daha sonra da insanın öldükten sonra ruhunun başka bir kalıp da yeniden dünyaya geleceğine inanan Münasihiler hakkında bilgi vermektedir. Bütün bu zümreler arasında Ricaut’nun hayranlıkla anlattığı tek zümre İşrakilerdir. Ona göre, bunlar, ulûhiyet ideali ile aydınlanmışlardır. Teslis’i de inkâr etmemektedirler. İfade ettiğine göre İşrakiler, Kur’an ayetlerine de o kadar itibar etmemekte, hatta cennet ve cehennemle ilgili ayetleri gülünç ve gayri ciddi bulmaktadırlar. Ricaut, bunların edebiyat ve musiki ile uğraştıklarını, içlerinde çok mükemmel şairlerin bulunduğunu belirtmektedir.

Ricaut’nun eserinde üzerinde durduğu son zümre hayretiler adını taşımaktadır. Bunlar şüpheci insanlardır. Hiçbir şeye gerçek gözü ile bakmazlar. Gerçeği meydan çıkarmak için hiçbir gayret sarfetmezler. Doğru ile eğriyi tayin konusunda şaşkınlık (hayret) içindedirler. Sadece “Allah bilir”, “bize karanlık” demekle yetinirler.81

Osmanlı Dini Düşüncesi

Genel olarak Osmanlı düşünce hayatına, XI. ve XII. yüzyıllardaki durgunlaşmış İslam düşünce hayatının bir devamı olarak bakılabilir. Bu durum da o yüzyıllarda İslam dünyasındaki siyasal, sosyal ve dinsel çalkantılarla yakından ilgilidir. Gerçekten bu yüzyıllarda İslam dünyasında düşünce hayatı, yeni siyasal yapılanmaların güdümüne geçmiş, ehl-i sünnet mezhebini savunmak, bu yeni siyasal teşekküllerin tek hedefi, dinsel ve bilimsel faaliyetlerinin tek amacı haline

81 Bak. A. Y. Ocak, “Paul Ricaut ve XII. Yüzyıl İstanbul’unda Osmanlı Resmi Düşüncesine Karşı Zümreler”, Türk Kültürü Araştırmaları, Yıl XXVII/1-2 (1989), ss. 233-244.

88

gelmiştir. Böylece Osmanlı düşünce tarihinde gerçek anlamda bir felsefi düşünce hareketi görülmemekte, belirli bir dönemde var gibi görünen felsefi çalışmalar ise felsefi düşünmeye yönelik olmaktan çok, felsefi düşünceyi ve metodlarını eleştirmeye yönelik Kelam bilimi çerçevesinde yapılmış olan çalışmalar olmaktan öteye geçememiştir. Ancak belirtmek gerekir ki Osmanlı merkeziyetçi devlet anlayışının sonucu olan bu durumdan belli bir ölçüde de olsa tasavvufi düşünceyi istisna etmek mümkündür. Tasavvufi düşünce ya heterodoks kalıplar içinde daha serbest bir çerçevede yahut da görünüşte Ehl-i Sünnet çerçevesinde kalmakla beraber, bu çerçeveyi olabildiğince zorlayarak Vahdet-i Vücud’cu eksende kendine bir çıkış kapısı bulmuş, böylece, diğer düşünce alanlarına nispetle merkeziyetçiliğin egemenliğinden kendisini bir ölçüde kurtarabilmiştir. Zaman zaman aşırı yorumlara ulaşan bu Vahdet-i Vücud’cu düşünce, bir anlamda Osmanlı İslam anlayışına paralel mistik bir İslam anlayışı oluşturmuş, Osmanlı tarihi de, bu ikisinin zaman zaman çatışmalarına sahne olmuştur.

Batılılaşma Dönemi Düşünce Hayatı

Bilindiği üzere, Batı Türklerinin tarih boyunca yayıldığı geniş alanların merkezi, hep Anadolu olmuştur. Küçük Asya da denilen Anadolu, tarih, kültür ve uygarlık alanları bakımından doğu ve Batı dünyası arasında yer almıştır. Türklerin bu bölgede kurduğu büyük bir devlet olan Osmanlılar, ancak XVIII. yüzyıldan itibaren artan ticaret ve bunun doğurduğu imkânlarla batı uygarlığının bazı parçalarına ve tezahürlerine yakınlaşmaya başlamışlardır. Gerçekten Osmanlı aydınları 1721 yılında elçi olarak Fransa’ya gönderilen Yirmi Sekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Sefaretnamesi’nde yazdıklarından ilk defa batı uygarlığının üstün taraflarını öğrenmişlerdir. Batının Türk devlet yöneticileri ve aydınları üzerindeki bu etkisi, daha sonraki yıllarda artarak devam etmiştir.82 Gerçekten III.

Selim, II. Mahmut, Abdülmecit, Abdülaziz ve II. Abdülhamid devirler hep Batı uygarlığı ile karşılaşan Osmanlı’nın, bu yeni ve cazip güç karşısındaki davranışlarını aksettirmektedir. XIX. yüzyıl Osmanlı düşünce hayatını, kendilerini bilimsel çalışmalara, felsefeye ve düşünsel meselelere adamış şahsiyetler değil, daha çok edebiyatçılar yürütmüştür. Tanzimat şair ve yazarları, Batıdan gelen sosyal ve felsefi konulara, ilgi duymuşlar, bunlar, düşünce ile ilgili yazılarında

82 Bu konuda bak. Orhan Okay, “Batılılaşma Devri Fikir Hayatı Üzerine Bir Deneme”, Osmanlı

89

olduğu kadar, bunları roman ve öykülerinde, tiyatro ile ilgili eserlerinde, hatta şiirlerinde kullanmışlardır.

Tanzimat sonrası düşünce akımlarını, düzenli olarak belli kategorilere sığdırmak, kuşkusuz, mümkün değildir. Bu durum, Orhan Okay’ın belirttiği üzere, bir uygarlık ve kültür birikimine sahip insanın, çok farklı bir başka dünyaya ait uygarlık ve kültür tezahürleriyle karşılaşmış olmasından kaynaklanmış olabilir. Gerçekten kendisinden daha ilerde olduğu peşin hükmü ile yola çıkan insanda bu karşılaşmanın uyandırdığı şaşkınlık, hayranlık, tereddüt, benimseme gibi karmaşık duyguların arasında bir felsefi doktrinin izlerini aramak belki mümkündür. Gerçekten XIX. yüzyılın sonuna kadar kitap olarak felsefi yayınların pek fazla olmadığı görülmektedir. Çeviri, derleme ya da telif olarak felsefe ya da filozoflarla ilgili aşağıdaki eserlerin basıldığı görülmektedir:

Münif Paşa, (1828-1891), Muhaverat-ı Hıkemiye, 1859 (Voltaire, Fenelon ve Fontenelle’de diyaloğlar)

Ahmed Vefik Paşa, Hikâye-i Feylesofiyye-i Mikromega (Voltaire’den) Ali Bey, Hikâye-i Hikemiyye-i Mikromega, 1871 (Voltaire’den) Alzire (Voltaire’den)

K. Şükrü Yanyalı, Meşahir-i Kudema-i Felasifenin Mücmelen Tercüme-i

Halleri, 1876 (Fenelon’dan)

Kemal Paşazade Sait, Fezayil-i Ahlakiye ve Kemalat-ı İlmiye, 1882(Rousseau’dan)

Ahmet Midhat, Voltaire 20 Yaşında, 1884. Ebuzziya Tevfik, Jan Jak Russo, 1886. Beşir Fuad, Volter,1887.

Ahmed Mithat, Volter, 1887.

Ahmed Midhat, Şopenhaur’ın Hikmet-i Cedidesi, 1887. Faik Reşat, Hikâye-i Aristonous, 1889.(Fenelon’dan) İbnu’l Kamil, Küremizde Seyahat, 1891,(Voltaire’den)