• Sonuç bulunamadı

1. ARAŞTIRMANIN KONUSU, DENENCESİ, AMACI VE YÖNTEMİ

2.4. Kentsel Gelişme Paradigmaları

2.4.2. Piyasa Merkezli Kentsel Gelişme

53 girişi nedeniyle bu görev, büyük ölçüde yerel toplulukların inisiyatifine bırakılmıştır (Öksüz, 2007: 255; TÜBA, 2006: 32-34). Dolayısıyla merkez ve çevre ülkelerin kentsel politikaları ve kentsel gelişme seyri bir birbirinden oldukça farklı bir nitelik sergilemiştir.

Kapitalist merkez ülkelerde, devletin kentsel alana yoğun müdahalesi yerel devletin5 (yerel yönetimlerin) de güçlenmesi anlamına gelmiştir. Eğitim, sağlık, konut altyapı vb. hizmetlerin gerçekleştirilmesi kentsel düzeyde kapsamlı bir yerel devlet örgütlenmesini zorunlu kılmış ve yerel devlet, refah devletinin önemli bir parçası haline gelmiştir. Ancak kapitalist ülkelerde ekonomik anlamda güçlü yerel devlet yapılanmasının siyasal alana aktarılamadığı ve merkezi otoritenin gölgesinde kaldığı görülmüştür. Aynı dönemde çevre ülkelerde tersi bir durum yaşanmış, devletin kentsel alana sınırlı müdahalesi, yerel düzeyde devletin gelişmesine olanak tanımamış ve bu durum, yerel yönetimlerin ekonomik anlamada güçsüz kalması ile sonuçlanmıştır.

Ancak bu dönem çevre ülkelerin çoğunda kentleşme düzeyinin yoğun yaşandığı bir dönem olması nedeniyle kent yoksullarının güçsüz yerel devlet üzerindeki baskısını artırmıştır. Dolayısıyla yerel yönetimler, ekonomik anlamda olmasa bile siyasal anlamda önemli kent aktörleri haline gelmişlerdir (TÜBA, 2006: 33). Refah devleti ya da sosyal devlet döneminde kalkınma kuramı, etkin bir devlet öncülüğünü öngörmüştür.

Ulusal kalkınma anlayışı kuramsal olarak, sosyal devletin bütünlük, uyum ve denge sağlayıcı doğasına uygun olarak; ulusal bütünlük ve ulusal ekonominin korunması, kamu müdahalesi yoluyla piyasanın sosyalize edilmesi ve ulusal kaynakların toplumsal sınıflar arasında dengeli dağılımı politikaları üzerinde odaklanmıştır. Bu amaçlara ulaşabilmek için piyasanın işlemesini yönlendiren ve denetleyen, piyasa ile toplum arasında denge ve uyum sağlayan araçlar olan kalkınma planları, merkezi olarak hazırlanmış ve bu planlar, kamu sektörü için “zorunlu”, özel sektör için “özendirici”

biçimde uygulanmıştır (Şahin, 2004: 120).

54 belirmiştir. Fordist sermaye birikim rejimi, önce ABD ve Avrupa’da sermaye birikim sürecinin 1960’ların sonunda aksamaya başlaması ve 1970’lerde bir krize dönüşmesiyle birlikte, 1970’lerin sonunda borç kriziyle taçlanarak genel bir ekonomik krize dönüşmüştür. 1974’deki petrol krizinin etkisiyle oluşan ve bankalarda biriken petrol-dolar fonlarının değerlendirilmesi için kapitalist merkez ülkeler, çevre ülkelere yönelerek uluslararası borç piyasalarını yaratmış ve bu piyasa, hızla büyümeye ve küreselleşmeye başlamıştır (Demirer, 1999: 451). Küreselleşme sürecinin altında yatan dinamikleri Yeldan (2002: 21), dört ana başlık altında toplamıştır. Bunları, (1) kapitalizmin altın çağı boyunca süren yüksek birikim temposunun yarattığı aşırı üretime dayalı kriz; (2) refah devleti döneminin sermaye/emek çelişkisine damgasını vuran fordist üretim ilişkilerin beslediği kar sıkışması; (3) uluslararası kapitalist rekabetin yoğunlaşması; (4) finansal sistemin serbestleştirilmesi sonucu yükselen finansal sermaye ve spekülatif birikim tercihlerinin sanayi yatırımlarının önüne geçmesi olarak sıralamıştır. Özellikle refah devleti döneminde; sosyal harcamaların artması, istihdamın büyümesi, vergi oranlarının artması ve devletin piyasada üretici olarak aktif rol alması yaşanan ekonomik krizin başlıca nedenleri olarak görülmüş ve bu kriz ortamında neoliberalizm6 gündeme gelmiştir. Nobel ödüllü (1974’de) Avusturyalı iktisatçı Friedrich Von Hayek (1899-1992); ekonomik alandaki devlet müdahalesinin, insanları devlete aşırı bağımlı kıldığını belirterek, pek çok gelişmiş ülkede yaşayan ekonomik gelişmenin ve çoğu ulus-devletin karşı karşıya kaldığı mali krizin serbest piyasaya dönmek için neden oluşturduğunu vurgulamıştır. Hayek’in neoliberalizm felsefesi, İngiltere’de Margaret Thatcher ve Amerika’da Ronald Reagan tarafından benimsenmiştir (Kloby, 2005: 289). Çok geçmeden neoliberalizm, IMF ve DB gibi uluslararası finans kurumlarının bu kurumlara bağlı ülkelere kredi açma, borç verme ya da borç erteleme koşullarını belirleyen politikalar haline gelmiş ve söz konusu politikalar, ekonomisini dış borçla yürüten çevre ülkelerde hızla uygulamaya konulmuştur (Sezen, 1999: 50).

Neoliberalizm, devletin yerel ekonomiye müdahalesini reddeden ya da enazlaştırılmasını savunan ekonomik ve politik bir öğretidir. İdeolojik çerçevesi piyasa

6 Neoliberal politikaların en güçlü taraftarları olan ABD siyasal iktidarı, IMF ve Dünya Bankası merkezlerinin Washington’da olması nedeniyle neoliberalizm çoğunlukla, “Washington Mutabakatı”

terimi ile eş anlamlı olarak kullanılır (Chang, 2005: 29).

55 ekonomisine devlet müdahalesinin en aza indirilmesi; özel girişime dayalı piyasa ekonomisinin oluşturulması; yabancılarla rekabetin özel girişime dürtü kabul edilmesi ve denetimin temel öğesi olarak fiyat unsurunun sayılması şeklinde belirtilmiştir. Dış politikada ise dış piyasaların; diplomasi, ekonomik baskı, hatta askeri müdahaleleri içeren politik araçlar üzerinden sermayenin kullanımına açılmasını, diğer bir ifadeyle söz konusu araçlar yardımıyla küresel bir piyasa sisteminin oluşturulmasını hedeflemiştir. Bu bağlamda küreselleşme; yeni bir dünya, yeni bir siyasal otorite yapısı, ortadan kalkmıyorsa en azından küçültülmüş bir devlet, çağdaş dünyayı anlamanın anahtarı, en az devlet desteği ve teşviki, mali piyasaların bütünleşmesi, enformasyon ve ticaretin ulusal siyasi yönetimlerin elinden alınarak piyasaya aktarılması şeklinde sıralanan niteliklerle tanımlanmıştır. Kısacası neoliberalizmin ana sloganı “küçük devlet” olmuştur. Bu sloganın gerektirdiği gibi devletin ekonomiden girişimci ve yatırımcı olarak çekilmesi, sadece gerekli hizmetlerin sağlayıcısı ve düzenleyici olarak rol üstlenmesi öngörülmüştür (Özgen, 2007: 167; Kazgan, 2005: 195-196).

Keynes yaklaşımının ve ithal ikameci gelişme stratejilerinin 1970’li yıllarda içine düştüğü bunalım ve 1970’li yılların ikinci yarısında belirginleşen sermaye birikim krizi sistemi, yeni bir birikim rejimi (üretim tarzı) ve devlet anlayışıyla kendini yenilemesini zorunlu kılmıştır. Dolayısıyla postfordist birikim rejimine geçilmiştir.

Postfordizm, farklılaşmış üretim ve tüketim biçimi, eksik istihdam, taşeronlaşma, sendikasızlaştırma ve bireysel sözleşmeler üzerine yapılandırılmıştır (Şahin, 2004: 115).

Diğer bir ifadeyle fordist rejimin temel dayanaklarından olan emek örgütlenmelerinin zayıflayıp parçalanmasına bağlı olarak devlet, örgütlü emek ve sermaye arasında uzlaşı görevi görme rolünden vazgeçmiştir. Neoliberal öğretinin öngörüsü doğrultusunda toplumu oluşturan tüm aktörlerin serbest piyasa ekonomisi içerisinde bir dengeye ulaşacağı varsayımına koşut olarak devletin ekonomik ve toplumsal yaşamdan geri çekilmesi, refah devleti ya da sosyal devlet anlayışını erozyona uğratmış ve ulusal kalkınma kuramını da kökten değiştirmiştir (Şahin, 2004: 116). Ulusal kalkınma kuramındaki merkezi planlamanın yerini serbest piyasanın; kamu girişimciliğinin yerini özelleştirmenin; ulusal ekonomiyi oluşturabilecek ithal ikameci ve korumacı politikaların yerini küresel piyasaya açık ekonominin aldığı bir kalkınma anlayışı egemen olmuştur (Şahin, 2004: 120). Dolayısıyla 1980’li yıllardan başlayarak refah

56 devleti uygulamaları terk edilmiş ve yerine, sermayenin desteklenmesine ilişkin politikalar çerçevesinde oluşturulan serbest piyasa ekonomisi konulmak istenmiştir.

Piyasa, çıkarını azamileştirmeye dönük rasyonel kararlar alan aktörlerin özgür iradeleriyle ilişkilendirildikleri sözleşmeci ve rekabetçi bir fırsatlar ortamı olarak tanımlanmıştır. Piyasa ekonomisinin işleyişi belli ön kabullere dayanmıştır. Söz konusu bu ön kabuller; aktörler öz çıkar sahibidir, öz çıkarı azamileştirmeye dönük davranışlar rasyoneldir, sözleşmeci ilişki özgür iradenin ürünüdür, fırsatlardan yararlananlar olacağı gibi kaybedenler de olacaktır şeklinde belirtilmiştir (Bayramoğlu, 2005: 189-190).

Piyasa, neoliberal uygulamaların başlıca aracı iken, planlama, neoliberal ortamda itibar edilen bir araç ve kurumlaşma olmaktan çıkmıştır (Balamir, 2008: 168). Çünkü planlama, ülke düzeyinden yerel ölçeğe kadar her türlü yerleşmede ekonomik, sosyal, politik ve kültürel dinamiklerin ortaya çıkardığı ve/veya çıkaracağı sosyal ve fiziksel (mekânsal) gelişmelerin bir düzen çerçevesinde bir plan yardımıyla biçimlenmesini yönlendirme ve düzenleme etkinliğidir (Özgen, 2008: 245). Bu etkinlik, ulus-devletin girişimci, koruyucu ve düzenleyici işlevselliğini gerektirmiştir. Dolayısıyla daha çok Keynesci ve ithal ikameci gelişme stratejilerinin öngördüğü ulusal kalkınma anlayışının başlıca uygulama aracı olmuştur. O halde piyasa ve planlama, hangi siyasal ortamda olursa olsun, kaynakların dağılımında iki alternatif mekanizma ve yöntem olarak kabul edilmiş ve her iki mekanizmanın işleyiş süreci bağlamında kentsel gelişmenin seyri nitel ve nicel anlamda farklılık göstermiştir.

Neoliberal öğreti çerçevesinde, devletin kentsel alana müdahalesine ilişkin politika değişikliğinin ön plana çıktığı gözlenmiştir. Örneğin eğitim, sağlık, ulaşım ve benzeri türden hizmetlerin sağlanmasında devlet, dereceli olarak çekilmiştir.

Çekilmediği alanlara ilişkin hizmetlerin sunumunu da ihale ve benzeri yöntemlerle özel sektöre bırakmıştır. Bu yönelim, bir anlamda refah devleti uygulamalarının kentsel alandaki çözülüşünü de beraberinde getirmiş ve yerel devlet, özellikle çalışan kesimlere yönelik kira ve işsizlik yardımı gibi uygulamalardan dereceli olarak çekilmiştir. Ayrıca kent mekânına ilişkin düzenlemeler giderek gevşekleştirilmiş ve planlama kurumları da güçlerini önemli ölçüde yitirmiştir (TÜBA, 2006: 35). Bu süreç düzleminde planlama aygıtı; kaynakların yeniden dağılımı, mülkiyetin yeniden düzenlenmesi, kentsel çevrelerin ve kentsel gelişmenin yeniden düzenlenmesi, bölgesel gelişmenin

57 planlanması gibi etkinlikleri kamu yararı gözeterek yapma eğiliminden uzaklaşmaya başlanmıştır (Özgen, 2007: 170).

Neoliberal öğreti çerçevesinde birlikte tüketim, kentleri özgün kılan faktör olmaktan çıkarken, kentler, ekonomik gelişmenin odağı haline gelmiştir. Sermayenin hareketliliği ve ulus devletlerin kentsel alanda daha az müdahaleci hale gelmesi, yerel girişimcilerin liderliğinde yerel birimleri daha etkin olmaya yöneltmiş ve yerel birimler, uluslararası mekânsal işbölümünde kendilerine daha iyi bir konum elde etmek amacıyla birbiriyle yarışmaya itilmiştir (TÜBA, 2006: 35). Dolayısıyla günümüzde ulusal kalkınmaya alternatif olarak “yerel kalkınma” modeli ortaya çıkmış, ulusların yanı sıra yereller arasında da rekabet başlamıştır. Dünya kentleri hiyerarşisi olarak adlandırılan yapılanma içinde kentler, kendilerine olabildiğince avantajlı bir yer elde etmeye yönelik yeni stratejiler izlemeye başlamışlardır (Öksüz, 2007: 256). Bu nedenle yerel yönetimler, artan biçimde, olası yatırımları kendine çekmek için uygun kentsel ortamlar yaratma çabası içine girmişlerdir. Coğrafi konumları, nüfus kapasiteleri ve kentsel işlevleri açısından “süper kentler” olarak da nitelendirilen küresel metropoller, günümüz kentleşme yazınına “yarışan kentler” kavramını sunmuşlardır. Piyasa mekanizması içerisinde yarışan ekonomik aktörler gibi, yarışan kentler de uluslararası ekonomik sistem içerisinde öncelikli konuma gelmek için çaba harcar olmuşlardır (Tankut, 2002; 6). Bu çaba, diğer küresel metropoller arasında ekonomik, politik ve kültürel anlamda belirleyici ve karar verici konuma gelmek için bir yarış niteliğini almıştır.

Sermaye ile kent arasında bulunan dört tür ilişkiyi Ertürk (2009: 104), şöyle belirtmiştir: Kent; (1) artık-değerin yaratıldığı yerdir; (2) üretim tarzının yeniden belirlendiği alandır; (3) altyapısıyla, üretim ve hizmet işlevi gören binalarıyla bizzat sermaye birikiminin kendisidir; (4) kentsel alanda ortaya çıkan rant ve artık ürünün bölüşümü ve sermaye birikiminin bundan doğrudan etkilenmesidir. Güçlü devlet aygıtının işlevselliğine ve planlama kurumunun uygulamalarına itibar edilmeyen neoliberal öğretide, kentsel gelişme olgusunun tümüyle serbest piyasanın işleyişine bırakılması, sermaye ve kent arasındaki söz konusu bu ilişkiler bağlamında ciddi çelişkilerin doğmasına neden olmuştur. Keskinok (2007: 98-99), piyasa ekonomisinin kentsel çelişkileri üzerinde dururken özellikle salt piyasa ekonomik sisteminin dayandığı değer yasasının kendi başına bir düzenleme olanağı

58 sunamadığına/sunamayacağına dikkati çekmiştir. Yazara göre, değer yasasının düzenleyici bir yanı bulunmamaktadır. Dolayısıyla düzenleme işlevi ancak planlama ve siyaset birimince yerine getirebilir. Piyasa ekonomilerinde de planlı ekonomilerde de planlama, esas olarak kamusal değer üretmek, kamusal yarar üretmek ve kullanım değeri üretmek anlamına gelmektedir. Bu bağlamda yazar, planlamanın dayanmak zorunda olduğu kamusal değer üretme, kamusal yarar üretme, kullanım değeri üretme gibi işlevlerden, piyasa sisteminin hem vazgeçemediğine, hem de piyasa sisteminin, kapitalist üretim alanını kısıtlayıcı özelliği nedeniyle uzun erimde bunlarla yapamadığına vurgu yaparak, bu açıdan paradoksal bir durumun varlığına dikkati çekmiştir. Çünkü planlama, devletin bir düzenleme ve yönlendirme aracıdır. Neoliberal öğretinin “küçük devlet” tanımlaması çerçevesinde devletin tamamen etkisiz kılındığı ve planlama eyleminin yok sayıldığı bir ortamda piyasa ekonomisinin sağlıklı işleyişinin tehlikeye gireceği varsayımı öne çıkmış ve bu paradoksal durum, sermaye piyasasının sağlıklı işleyişinde devletin belirleyici üstünlüğü esasından kaynaklanmıştır.

Bu nedenle mülkiyet hakları, yol, sağlık ve eğitim gibi temel kamu hizmetlerinin sunulmadığı bir toplumsal yapıda büyük ekonomik krizlerin kaçınılmaz olduğu varsayılmıştır (Bayramoğlu, 2005: 55). Dolayısıyla her toplumsal yapının ve ilişkilerin mekânsal pratiklerinin gerisinde, soyut da olsa iktidar ilişkileri bulunmaktadır. Bu nedenle mekânsal pratikler, hiçbir zaman tarafsız değildir.

1980 sonrası dönemde, hem kapitalist ülkelerde hem de çevre ülkelerde kentler, hızlı bir dönüşüme sahne olmuştur. Bu dönüşümün en önemli özelliği emeğin yeniden üretiminin, diğer bir ifadeyle birlikte tüketimin önceliğini yitirmiş olması, buna karşın sermayenin desteklenmesine yönelik politikaların ön plana çıkmasıdır. Bu süreç içinde kentlerin yönetimi de sınırları belli olan yerel devletin sorumluğunun dışına çıkarak, sermayenin de içinde etkin bir biçimde yer aldığı koalisyonların sorumluluğuna girmeye başlamıştır (TÜBA, 2006: 36). Temsiliyet kanallarının ve biçimlerinin de hızla dönüşüme uğradığı bu dönemde kentsel alanda, yerel toplulukların temsiliyeti sınırlı kalmış (tersi yönde bir söylem var olmakla birlikte) ve bunun gerçekleştiği durumlarda ise katılım çerçevesinin daha yaşanılır kentler yaratmaktan çok daha fazla rant elde etme kaygıları etrafında şekillenmiştir (Şengül, 2003b: 197). Çünkü her şeyden önce kentsel mekân (arazi), yüzer-gezer bir ranta konu olup toplumdaki eşitsiz ve karmaşık güç

59 ilişkilerinin belirleyicisi olan bir dağıtım aracı olma özelliğine sahiptir (Öksüz, 2007: 255).

Benzer Belgeler