• Sonuç bulunamadı

1. ARAŞTIRMANIN KONUSU, DENENCESİ, AMACI VE YÖNTEMİ

2.2. Kentsel Gelişmenin Evrimi

2.2.1. Kentlerin Doğuşu ve Gelişimi

Beşeriyet, iki ayağı üzerinde yürümeye ve kollarını, ellerini kullanmaya başladığı günden beri kültürel etkinliklerde bulunmuştur. Ancak tam anlamıyla yaratıcı ve üretici olma durumuna ancak M.Ö. 10.000 sıralarında göçebelikten yerleşik düzene geçtikten ve onun ardından da M.Ö. 3.000 dolaylarında yazıyı icat edip kullanmayı başardıktan sonra ulaşmıştır (Akurgal, 2005: 2). Dolayısıyla tarihsel süreçte her uygarlığın ya da ülkenin farklı ölçekte ve nitelikte kentleri olmuştur. Söz konusu kentler tarım, ticaret, sanayi, bilim/kültür/din ya da yönetim unsurunun işlevsellik kazandığı farklı ekonomik ve toplumsal yapıya sahip yerleşim alanlarında, bu unsurların işlevsellik düzeyine bağlı olarak nüfus yığılması neticesinde gerçekleşmiştir. Bazı kentler büyüyüp gelişirken hatta dünya ülkelerinin ekonomik, ticari, sosyal ve kültürel faaliyetlerinin merkezi durumuna gelirken, diğer bir kısmı ise gerileme hatta yok olma durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Bu durum, kentlerin sahip oldukları dinamikler ve bu dinamikleri harekete geçiren kent aktörlerinin yetisiyle doğrudan ilgili olmuştur.

Tarihsel süreçte büyüyüp gelişen ve sonrasında önemini ve görkemini yitiren, dolayısıyla yıkılıp yok olan kentler ve medeniyetler, kent dinamiklerini bir şekilde yitiren yerleşmelerden olmuştur.

İlk kentler, M.Ö. 3.000’nin biraz öncesinde Nil Vadisi’nde ve Mezopotamya’da doğmuş ve kentleşme, daha sonra Filistin, Suriye, Anadolu, İran, Orta Asya ve İndus

22 Vadisine yayılmıştır (Huot, 2000: 13). Bu bağlamda, Anadolu’daki yerleşim tarihinin, dolayısıyla yerleşik düzene geçen yaratıcı ve üretici Anadolu insanın kentsel gelişme eyleminin çok eski tarihlere dayandığı söylenebilir (Soysal, ...: 3-5). Batı dünyasında kentsel gelişme olgusu ise gerçek anlamda eski Yunan kentleri olan Atina, Korent, Isparta gibi kentlerin oryaya çıkmasıyla başlamıştır (Yörükan, 2006: 34). Mumford (2007: 683-684)’a göre, ilk kentler biçimlenirken ortak hayatın birçok dağınık organı bir araya gelmiş ve surlar içinde bu organların karşılıklı ilişkilerine bağlı olarak fiziksel ve kültürel gücün yoğunlaşmasıyla kent, insanlar arasındaki ilişkinin temposunu yükseltmiş ve ürünlerin stoklanıp yeniden üretebilir biçimlere dönüşmesine olanak tanımıştır. Dolayısıyla kent, bütün insani faaliyetlerin alanını zaman içinde ileriye ve geriye doğru genişleterek bir kültürü nesilden nesille aktarabilecek güce ulaşmıştır.

Maisels (1999: 215)’e göre, ilk kentlerin oluşumu, çeşitli ve bol kaynakların bulunduğu elverişli yerlerde toprağa yerleşme hareketi çerçevesinde önce avcılığın ve toplayıcılığın yoğunlaşmasından yararlanılarak başlamıştır. Ardından, yeni çevrelerde yeni köyler filizlenmiş ve bu süreçte oluşan çiftçi (neolitik) köyler, bölgede, yerel nüfusun artmasında etkili olmuştur. Hatt (2002: 28)’a göre, nüfusun kentte yoğunlaşması için buluşlar ve teknoloji zorunlu olmalıydı. Bu yüzden ilk kentlerin ortaya çıkmasından önce bulunan tekerlek, dingil, pulluk, metalürji, toprağın işlenmesi ve hayvanların evcilleştirilmesi gibi öğelerin tümü, bu tür yerleşmelerin yoğunlaşması için zorunlu ön koşullar sayılmıştır.

Reader (2006: 25-26), kentleşmenin ön koşullarını ve kentsel gelişmenin altındaki itici gücü, tarım ve savaşa dayalı kuram üzerinden açıklamıştır. Bu kurama göre, çiftçilik, geçerli hayat tarzı haline gelip insanlar yerleşik topluluklar halinde yaşayınca, bazıları diğerlerine oranla daha çok zenginleşmiştir. Başarılı zengin çiftçiler bir araya gelip tehditlere karşı savunma amaçlı birimler oluşturmuştur. Bu girişimden toplumsal örgütlenmeler doğmuş ve aralarından da toplumu yönetmeye ve yeni kentler kurma gücüne sahip firavuna ya da krallara dönüşecek liderler çıkmıştır. Yazar, ilk kentlerin, zamanla yoğunlaşan tarımsal uygulamalar sayesinde ihtiyaç fazlası (artık-değer) üreten kırsal topluluklardan (köylerden) geliştiğinin savlanabileceğini, ancak tersi durumun da ihtimal dâhilinde bulunduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte yazar, kayda değer tarihsel bulgular dikkate alındığında, kentsel gelişmenin, tarım üretimindeki artışın önünde gittiğini, hatta tarım üretimindeki artışı tetiklediğinin

23 söylenebileceğini ifade etmiştir. İlk kentlerin ya da karmaşık toplulukların ortaya çıkışını savaşa bağlayan uzmanlar, bu savı, arkeolojik kazılardan elde edilen bulgulardan yola çıkarak, dünyanın her yerindeki ilk medeniyetlerin hepsinde görülen savaş izlerine dair bulgular üzerinden temellendirmişlerdir. Gideon Sjoberg, 1960 yılında yayımlanan “Sanayi Öncesi Kent” (The Preindustrial City) isimli makalesinde, kentlerin ortaya çıkması için “(1) Uygun ekolojik çevre; (2) Tarım ve tarım dışı üretimde kent-öncesi döneme göre daha fazla gelişmiş teknoloji; (3) Karmaşık toplumsal örgütlenme ve en önemlisi de gelişmiş güç yapısı” olarak belirtilen üç koşulun gerçekleşmiş olması gerektiğini vurgulamıştır (Sjoberg, 2002: 39-50;

Aktüre, 1994: 46).

Tarihsel süreçte, üretim tarzının, diğer bir ifadeyle üretim araçları üzerindeki mülkiyet biçiminin yarattığı toplumsal ilişkiler, kentsel alanda değişimin ve gelişmenin yönünü belirleyen ve bu sürece yön veren temel esaslar olmuştur. Ayrıca söz konusu bu esaslar çerçevesinde toplumsal yapıda oluşan değişmelere bağlı olarak kent ölçeği, kent işlevleri ve kent morfolojisi yeniden üretilip şekillenmiştir. Tarihsel olarak üretim tarzlarının kırılma noktaları olarak tanımlanabilen tarım devrimi, sanayi devrimi, bilim ve teknikteki gelişmeler, kentsel gelişimi ve dönüşümü doğrudan etkileyen önemli dönüm noktaları olmuştur. Bu dönüm noktalarının yön verdiği kentsel olguyu doğru anlamak ve tanımlamak için kentler; Antik Kentler, Sanayi Öncesi Kentler, Sanayi Kentleri ve Sanayi Sonrası Kentler olarak nitelendirilmiştir. Söz konusu nitelendirmede zaman ve mekân düzleminde, tanımlı bir dönem çerçevesinde kentlerin öne çıkan özgül koşulları vurgulanarak bir kent tiplemesi oluşturulmuştur. Buna göre Antik Yunan kentleri “açık kent” olarak nitelendirilmiştir. Kent nüfusu, gerektiği zaman surlarının içinde kendini güven altına alabilen köylülerden oluşmuştur. Ayrıca kent, farklı işlev ve öneme sahip olsa da, benzer ölçüde ve görünümde olan parçalardan oluşan tek bir görünüm sunmuştur. Kentte baştan beri egemen olan özel değil, kamusal yapılar ve alanlar olmuştur. Bunlar, kent ortamına Aristoteles’in tanımıyla mükemmel ve arı karakteri (toplumsal örgütlenme ve işbirliği) kazandırmıştır. Roma İmparatorluğu döneminde, Akdeniz’de, çok sayıda kent devleti birleştirilmiş, daha önce var olmayanlar da oluşturulmuştur. Böylece Akdeniz’in kıyılarında küçüklü büyüklü, surlarla çevrilmiş ya da çevrilmemiş binlerce kentten oluşan kesintisiz bir ağ meydana getirilmiştir (Benevolo, 2006: 9-10). Bununla birlikte antik kent denilince akla ilk

24 Yunan kentleri gelse de esasında ilk kentler, Yunan ve Roma uygarlıklarıyla sınırlandırılmamalıdır. Yakın Doğu’daki kentler, uzun zamandan bu yana uygarlığın temeli olmuşlardır ve gerçekte, bu bölgedeki kent yaşamı, Yunan ve Roma uygarlıklarına ilişkin kentlerinin ortaya çıkışından yüzyıllar öncesine dayanmış olmalarıyla dikkati çekmiştir (Owens, 2000: 1).

Sanayi öncesi kentlerden pek azının nüfusu on bini aşabilmiştir. Bu kentler varlıklarını dışarıdan aldıkları gıda mallarına ve hammaddelere dayandırdıkları için birer pazar özeği görünümünde olmuşlardır. Söz konusu kentler, el yapımı maddelerin üretildiği bir özek konumunda olup çeşitli meslekler, “lonca” olarak adlandırılan örgütlerin çevresinde bir araya gelmişlerdir. Her uğraş kümesi, belli bir sokak ya da mahallede yerleşip çalışmıştır. Bu mahalle ve sokaklar, genellikle o ekonomik faaliyette bulunulan uğraşın adını taşımıştır. Sanayi öncesi kentin teknolojisi ve ekonomik anlamda örgütlü yapısı ilkel bir nitelik taşımıştır (Keleş, 2006: 139-140). Önemli siyasal, dinsel ve eğitimle ilgili işlevler de yine bu kentlerin özeğinden yerine getirilmiştir. Ancak kimi kentler farklı alanlarda uzmanlaşıp uluslararası alanda bu özelliğiyle öne çıkmıştır. Örneğin Hindistan’daki Benares ve Irak’taki Kerbela, daha çok dinsel bir merkez; Çin’deki Pekin ise siyasal, eğitimsel etkinliklerin yoğun olarak gerçekleştirildiği bir yerleşim alanı olarak biline gelmiştir (Sjoberg, 2002: 39). Sanayi öncesi kentin toplumsal yapısı sınıfsal olup seçkinler, daha geniş bir toplumsal örgütlenmenin yönetimsel, dinsel ve/veya eğitimle ilgili kurumlarında yer alanlardan oluşmuştur. Kimi zaman zengin tüccar gruplarının da seçkinlere dâhil edildiği görülmüş, ancak bu istisnai bir durum olmuştur. Tam karşı kutupta ise ürettikleri malları ve sundukları hizmetleri çoğunlukla seçkinlerin yararına sunan, el emeği işçilerini de kapsayan geniş halk yığınları bulunmuştur. Son olarak egemen toplumsal sistemin bütünleyici bir parçası sayılmayan köleler, dilenciler ve benzerinden oluşan marjinal bir grup da sosyal yapının bir parçası olarak varlığını korumuştur (Sjoberg, 2002: 44). Bu kentlerin yerleşim düzeni şöyle betimlenebilir: Seçkinler ve varlıklı sınıflar özekte ve özeğe yakın yerlerde yaşamıştır; buna karşın, toplumdaki yoksul sınıflar ve istenmeyen öğeler ise kent sınırlarına yakın yerlerde ikamet etmiştir. Sanayi öncesi kent niteliklerini taşıyan kentlerin çoğu Avrupa ya da Asya’da yer almıştır. Avrupa’nın kentleri ve aynı zamanda Avrupa’nın büyük ticaret merkezleri konumunda olan kentler, bazı özgül nitelikler gösterseler de sanayi öncesi kent tanımlamasına tamamen uyduğu

25 belirtilmiştir. Aynı şekilde pek çok geleneksel Latin Amerika kenti de bazı ayırıcı özelliklere rağmen sanayi öncesi kent tanımlamasına benzer nitelikler taşıdıkları vurgulanmıştır (Sjoberg, 2002: 51).

18. yüzyılın ortasında Sanayi Devriminin süreçleri, diğer bir ifadeyle üretim sistemlerinin bilim ve teknikteki gelişmeler üzerinden makineleşerek daha işlevsel hale gelmesi, artan sanayi üretimi, nüfus artışı ve bu gelişmelerin tetiklediği ekonomik ve toplumsal bir dizi dönüşümler, İngiltere’de başlayıp buradan değişik hızlarla Avrupa’nın diğer ülkelerine yayılmıştır. Bu süreçler, 13. yüzyıldan beri ilk kez Avrupa’da ki kent sisteminin nitel ve nicel boyutlarını belirgin bir şeklide değiştirmiştir (Benevolo, 2006: 165). Üretim güçlerinin gelişmesi ve üretim ilişkilerinin değişmesiyle oluşan sanayi kentleri, bir yönetimsel ve dinsel özeğin değil, daha çok bir ticaret ve sanayi özeğinin çevresinde gelişmiştir. Bu kentlerde, hem toplumsal yaşamın örgütlenmesinde, hem de toprağın kullanımında yüksek derecede bir uzmanlaşma ve işbölümü oluşmuştur. Söz konusu süreç boyunca bu kentlerde, hem sınıfsal özellikler bakımından, hem de etnik kümeler arasında kentsel mekânda ayrımlar yapmak gittikçe güçleşmiştir (Keleş, 2006: 140-141).

Sanayi Devrimi ile birlikte kentlerin büyük sanayi ve ticaret merkezleri durumuna gelmesi, kentlerin sosyal ve fiziksel dönüşümünü hızlandırmıştır. Tarımdan kopan kır kökenli insanlar, kentlere akın etmiştir. Kentteki nüfus yoğunluğu, hızlı kentleşmeyi tetiklemiş ve hızlı kentleşme, kentsel işlevleri artırıp farklılaştırmıştır.

Dolayısıyla kentsel form, yeniden şekillenmiştir. Ertürk (2001: 53)’e göre, 19. yüzyıla gelinceye değin Avrupa kentleri, nüfus niceliğinde olduğu gibi bilim, yönetim, toplum örgütlenmesi, ekonomi, teknoloji gibi çeşitli konularda da hiçbir zaman dünyanın en ileri konumundaki kentleri olamamıştır. Ancak Sanayi Devrimiyle birlikte Batı kenti, çeşitli açılardan, en başta da kentlerdeki nüfusun niceliği açısından öne çıkmaya başlamıştır. Özellikle değişen üretim tarzı bağlamında kentte yaratılan ekonomik değer, büyük kentleri ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda Harvey (2003: 198), kentsel oluşumu;

toplumsal artık-üretiminin coğrafi yoğunlaşması olarak tanımlamış ve toplumsal artığın da genellikle “söz konusu toplumun geçinebilmesi için gerekli niceliğin ötesinde ve üzerinde olan maddi kaynak niceliği” olarak kabul edildiğini belirtmiştir.

26 Sanayi Devriminin başlıca öğeleri fabrika sisteminin gelişmesi, ücretli emeğin yaygınlaşması, makine üretimine artan bağımlılık ve modern sanayi kentlerinin ortaya çıkışı olarak belirtilebilir (Foster, 2002: 60). Sanayi kentinin doğuşu en başta yapılı çevrenin fiziksel özelliklerini değiştirmeye başlamış ve Batı kent formu, sanayileşme hızına paralel olarak yeniden oluşmuştur. Kentin yeni fiziksel yapısı, dar sokaklar ve kalabalık konutlar olarak öne çıkmıştır (Thorns, 2004: 15). Ancak alt ve üstyapı düzenlemesinin yok denecek durumda olması, kent sakinlerini, yeni çevresel koşullardan kaynaklanan hastalıklarla karşı karşıya bırakmıştır. Ancak 19. yüzyıl biterken sanayileşmenin ülke ekonomisinde yarattığı refah düzeyi ve sağlıksız yaşam koşullarının ortadan kaldırılmasına yönelik taleplerin karşılık bulduğu reform girişimleri, kentsel formu biçimlendirmede etkili olan başlıca iki önemli faktör olarak belirmiştir (Thorns, 2004: 17). Bu yüzyılın sonuna doğru reel ücretlerin artması, işçilerin, kısmen yoksulluktan ve yoksul mahallelerin kalabalığından kurtulmasını sağlarken; ulaşım sistemindeki gelişmeler, insanların daha uzun mesafelere ulaşmasını ve kent ölçeğinin değişmesine neden olmuştur. Taşımacılığın gelişmesi ise demiryolu sisteminin gelişmesiyle hız kazanmıştır. Söz konusu bu gelişmeleri elektrikli tramvaylar, otobüsler ve özel arabalar izlemiş ve tüm bu gelişmeler kentin mekânsal düzenini yeniden biçimlendirmiştir.

Kenti, kentte ikamet edenlerin kendilerine has kolektif bir kimlik ruhuna sahip oldukları özerk bir cemaat olarak tanımlayan Max Weber, böyle bir kimliğin bir evrimle oluştuğunu ve bu yüzden de sadece Hıristiyan Avrupa’da anlamlı bir hale geldiğini savunmuştur. Diğer bir ifadeyle Max Weber, İslami ve diğer Avrupa dışı kentsel yığılmaları, normlara uygun Avrupa kentiyle zıtlık içinde ve belirgin kentsel kültür geleneğinden yoksunlukla karakterize etmiştir (Eldem, 2003: 1). Max Weber’in bu tespitleri, yakın zamana kadar tartışmasız kabul görmüş ve bu yaklaşım, akademik camiada, Batı (Avrupa) uygarlığının gelişme ve yenilik yapabilme yeteneği üzerindeki fiili bir tekele sahip olma ön kabulüne bağlanmıştır (Eldem, 2003: 2). Bu yaklaşımın yanlışlığı, bazı araştırmacıların, gerçek İslam kentinin niteliklerini keşfetmek amacıyla başta Halep, Mısır, Kudüs ve İstanbul’da olmak üzere yapılan alan çalışmalarından elde edilen verilere dayandırılmıştır. Owens (2000: 28)’un belirttiğine göre, söz konusu bu araştırmanın verileri, Yakın Doğu’nun, Yunanistan’da kentbilimini açıkça etkilemiş

27 olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Yunanistan’nın Yakın Doğu uygarlıklarıyla kurduğu ilişki, söz konusu ülkenin karanlık çağdan çıkmasında ön ayak olmuştur.

Yapılan alan çalışmalarında İslam kenti, üç temel öğe üzerine oturtularak betimlenmiştir. Söz konusu bu öğeler; cami, pazaryeri ve hamamdan oluşmuştur.

Camiler ve medreseler, İslam kentlerinde yerleşme biriminin siyasal, dinsel ve entelektüel yaşantısının özeği olarak kabul görmüştür. Pazaryeri ise aynı malların üreticilerinin, imalatçılarının ya da satıcılarının birbirine yakın yerlerde yerleştiği, tüketici ile üreticinin karşı karşıya gelip alış-veriş etkinliğinde bulunduğu alanlar olmuştur. Bu nedenle pazaryeri, sosyal hayatın özeği sayılmıştır. Oturma alanlarını oluşturan Müslüman evlerinin karakteristik yapıları ise sokağa sırt çevirmiş, iç avlusuna dönük ve ışığını avludan alan bir form şeklinde betimlenmiştir (Keleş, 2006: 137).

Sanayi sonrası kentler; yüksek orandaki nüfus yığılması nedeniyle yoğun yapılaşmanın esas olduğu, mekânsal alanda yatay ve dikey yayılmanın oldukça genişlediği, yoğun bilgi, teknoloji ve enerjinin kullanıldığı, dolayısıyla oldukça gelişmiş alt, üst ve hava ulaşım ağının bulunduğu karmaşık (kompleks) bir oluşum olarak nitelendirilir. Bilim ve teknolojide ileri düzeyde bulunan merkez ülkeler, karmaşık karayolu, demiryolu, deniz ve havayolu sistemleri ile yük ve yolcu taşıma konularında birbirleriyle rekabet etme nitelikleriyle öne çıkmışlardır. Bu niteliklere sahip kentlerde ana sorun, yeni ulaşım ağları inşa etmek olmuştur. Buradaki esas amaç, mevcut mekânsal sistemi sanayinin yer seçiminde, kentsel yayılmada, seyahat kalıplarını değiştirmede ve hayat standartlarını yükseltmede meydan gelecek değişikliklere uydurma çabası olmuştur (Tümertekin, 1997: 110-111). Kısacası sınırlı bir mekânsal alanda bulunan yüksek yoğunluktaki bir nüfusa, çok işlevli kentsel yapıyı sağlıklı ve kaliteli kullanma olanağı sunmak, başlıca amaç haline gelmiştir. Kentsel gelişmenin kentsel bölge içine yayıldığı, kent merkezlerinin yoğunluğunun azalarak kısmen boşalma sürecine girdiği günümüzde artık banliyöler, kentlerin uç alanlarını oluşturmaktan çıkmış ve kentsel bölge, tümüyle kentleşme sürecine girdiği için kır-kent ayırımı ortadan kalkmaya başlamıştır. Metropoliten merkezin banliyölerinden kırsal alana kadar uzanan bölgelerde yer alan çok sayıda yerleşme alanı; telefon, TV, bilgisayar/internet gibi elektronik araçlar ve medya olanaklarıyla birbirlerine bağlanarak ekonomik ve sosyal/kültürel bütünlük oluşturulmuştur (TÜBA, 2006: 22).

28

Benzer Belgeler