• Sonuç bulunamadı

1. ARAŞTIRMANIN KONUSU, DENENCESİ, AMACI VE YÖNTEMİ

2.4. Kentsel Gelişme Paradigmaları

2.4.1. Devlet Merkezli Kentsel Gelişme

Genel olarak devletin varoluş nedeni, insanın doğal haklarının ve özgürlüklerinin korunacağına dair inanç olmuştur. Meşruluğunun kaynağı da bu inanca dayanmıştır (Özer, 2005: 126). Ancak tarihsel süreçte siyasal ideolojilerin devlet algısı dikkat değer nitelikte farklılıklar göstermiştir. Siyasal ideolojilerin devlet algısını Eroğul (2002: 15-16), söz konusu farklılıklara vurgu yaparak aktarmıştır. Yazara göre, anarşistlerin gözünde devlet, başlıca kötülük kaynağı olup ondan derhal kurtulmak, insanlığın en önemli görevi sayılmıştır. Marksist görüşe göre de devlet, aynı ölçüde kötü bir şeydir, ancak bir vuruşta ortadan kaldırılmasa bile zamanla ortadan kaldırılması gereken bir oluşum olarak değerlendirilmiştir. Buna karşın sosyal demokraside devlet, durmadan artan bir eşitliğe ulaşma ereğinde yararlı bir araç olarak görülmüştür.

Liberaller ise doğaları gereği devleti küçümseme eğiliminde olup ona karşı iyi duygular beslememişlerdir. Muhafazakârlar, kamu düzeninin korunması için devlet gücünün gereğini kabul etmekle birlikte, söz konusu gücün yaygınlaşmasına da karşı çıkmışlardır. Kısacası devlete, devlet olarak değer veren tek siyasal ideoloji faşizm olmuştur. Faşizm dışındaki belli başlı tüm siyasal ideolojiler, devlete karşı aynı

48 sevmezliği paylaşmışlardır. Ancak olumlu ve olumsuz tüm bu yaklaşımlara karşın devlet aygıtı; siyasal, ekonomik ve toplumsal düzenin oluşturulması ve sürekliliğinin sağlanmasında yüzyıllardır süre gelen başlıca araç olma niteliğini korumuştur.

Meşruluğu, insanın doğal haklarının ve özgürlüklerinin korunacağına dair inanç üzerine kurgulandığı belirtilen devletin, bu inancın bir gereği olarak ve yine söz konusu inancı pekiştirmek adına; güvenlik, adalet ve yargı gibi hizmetlerin yerine getirilmesi ve buna ilişkin kurumsal yapının oluşturulması, toplumsal düzen kurallarının koyulması ve uygulanması görevini üstlenmiş olduğu vurgulanmıştır (Özer, 2005: 126-127). Bu bağlamda devletin üç temel işlevi üzerinde durulmuştur (Eroğul, 2002: 159-161). Buna göre başlıca temel işlevinin, üretim güçlerini korumak ve geliştirmek olduğu belirtilmiştir. Bu anlamda üretim güçleri sayılan işgücü, üretim uğraşında kullanılan beceriler, üretim araçları, teknik bilgi, üretimin teknik örgütlenme biçimleri, doğal kaynaklar, iletişim, ulaşım ve taşıma araçları devlet koruyuculuğuna konu olduğu ve toplumun ortak çıkarı için geliştirmesi gereken öğeler olarak kabul gördüğü belirtilmiştir. Devletin ikinci temel işlevinin ise üretim ilişkilerini korumak ve geliştirmek olduğu ve bu anlamda üretim ilişkilerinin öğeleri sayılan mülkiyet, iş ilişkileri ve bölüşümün de devlet gözetimi ve denetimi altına alınması gerektiği vurgulanmıştır. Devletin üçüncü temel işlevinin ise devlet olarak kendi çıkarını korumak ve geliştirmek olduğu belirtilmiştir. Devlete atfedilen bu işlevler devletin ontolojik varlığının bir gereği sayılmıştır. Ne var ki, Kepenek (…: 51-52)’e göre devlet kavramı, zaman içinde evrim geçirip değişime uğramış ve değişimin tarihsel olarak ülkeden ülkeye niteliksel farklılıklar göstermesi ülkenin üretim biçimine, siyasal ve toplumsal gelişme düzeyine bağlı olarak gelişmiştir. Dolayısıyla ona atfedilen işlevlerin niteliği ve niceliği de tanımlı bir zaman dilimindeki geçerli siyasal ideoloji bağlamında ileriye ve geriye doğru yürümüştür. Buna göre, Batılı kapitalist ülkelerde devlet, geleneksel işlevlerin yanı sıra eğitim ve sağlık düzenini oluşturma; tüm yurttaşlarına sosyal güvenlik sağlama; işsizliği önleme; ulaştırma ve iletişim başta olmak üzere altyapı olanaklarını geliştirme gibi ek görevler yüklenme durumunda kalmıştır. Ayrıca devlet, ekonomik dalgalanmalardan, iniş-çıkışlardan toplumu korumak, özellikle de enflasyon ve işsizliği önlemekle de yükümlü sayılmıştır. Kepenek’in ifadesiyle devlet, kapitalist birikim sürecinde “gelişmeci” olmak zorunda kalmış, dolayısıyla kazanılan

49 siyasal, ekonomik ve sosyal haklar bağlamında devlet işlevlerinde, ileriye doğru bir genişleme söz konusu olmuştur.

Sanayi Devrimiyle birlikte makinelerin üretim sürecine girmesi, ürün çeşidini artırmış ve tarıma dayalı ekonomik üretim sistemi yerine, seri üretimin başlamasına yol açan fabrika sanayisine dayalı liberal ekonomik sisteme geçilmiştir (Özdemir, 2004: 145-146). Dolayısıyla kapitalizm, ideolojik ve örgütsel anlamda yapılanma sürecine girmiştir. Kapitalizme özel teşebbüs sistemi, serbest teşebbüs sistemi, piyasa ekonomisi sistemi ve liberalizm gibi isimler de verilmiştir. Bu sistemin özü; üretim araçlarının (sermayenin) az sayıda özel şahısların ellerinde birikmiş olması ve bunlardan yoksun olanların (işçilerin) da yaşamlarını sürdürebilmek için bu kimselerin işyerlerinde ücret karşılığı çalışmak zorunda kalmasıyla tanımlanmıştır. Dolayısıyla kapitalist toplum, ana hatlarıyla biri sermayeden diğeri işçilerden oluşan iki temel sınıf esasına dayanır (Aren, 2007: 31). Sanayi Devriminin giderek gelişmesiyle tüm çevre ülkelerin de sanayi kapitalizmine eklemlenmesi, sanayileşen ülkelerde toplumsal gerilimlerin ve çatışmanın yükselmesi ve kapitalist merkezler arasında giderek keskinleşen bir yarışmanın gündeme gelmesi (Şaylan, 2003: 71) devlet aygıtının, toplumsal düzendeki (müdahaleci, düzenleyici ve yeniden dağıtıcı) işlevlerinin yaşamsal önemini artırmıştır.

1929 tarihli Dünya Ekonomik Krizine kadar liberalizm, bütün dünyada hâkim ekonomik görüş haline gelmiştir. Söz konusu Krizin neden olduğu ekonomik koşulları düzeltme adına John Maynard Keynes, yeni bir ekonomik yaklaşımı öngören eserini çıkarmıştır. Ana hatlarıyla söz konusu eser; eksik istihdam dengesi, Say Yasası’nın3 yok sayılması, talebi sürdürmek için gelirlerle açığa çıkarılan devlet harcamalarına başvurulması esaslarına dayanmıştır (Galbraith, 2004: 204). Diğer bir ifadeyle Keynes ve bir grup başka iktisatçı; kamu harcamalarının arttırılması, daha az kısıtlayıcı bir kredi politikasının benimsenmesi, kamusal altyapı yatırımlarının özendirilmesi gerektiğini belirtmiş ve ücretleri düşürme saplantısından vazgeçilmesini önermiştir. Otorite sayılan iktisatçılar ise çözümü, geçerli yaklaşımın sürdürülmesinde görmüştür (Beaud, 2003: 211). Ancak karşı görüşlere rağmen söz konusu Büyük Ekonomik Krizin ardından Keynes’in önerdiği politikalar çerçevesinde devlet öncülüğünde yaygın bir

3 Say Yasası, diğer bir ifadeyle Mahreçler Kanunu; her arzın kendi talebini yaratacağını, üretimdeki her artışın aynı zamanda bu artışın eritilmesini sağlayacak talebi de getireceğini, dolayısıyla ekonomide genel bir talep yetersizliğinin söz konusu olacağını tanımlar (Demir,1997: 196).

50 korumacılık yaklaşımı benimsenmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda tamamen çöken dünya piyasaları nedeniyle Savaş sonrasında birçok ülkede ulusal paranın serbest bir şekilde konvertibilitesi (çevrilgenliği) yok olmuştur. Sermaye transferleri sıkı kontrole tabi tutulmuş ve iç finans piyasaları katı bir şekilde düzenlenmiştir. Birçok ekonomik faaliyet uluslararası rekabete karşı koruma altına alınırken, birçok ülkede eş zamanlı olarak hizmetler sektörü ile tarım sektörü de koruma altına alınmıştır (Özdemir, 2004: 157). Kısacası kapitalizmin ekonomik anlamda sürdürülebilirliğini sağlamak için devlet müdahalesi zorunlu görülmüştür (Demirer, 1999: 96). Bu anlamda Keynes’in önerdiği politikalar, refah devletinin doğuşuna öncülük etmiştir.

Refah devleti yaklaşımı, sosyal refahı en üste çıkarmayı amaç edinen, devletin ekonomiye kapsamlı müdahalesini öngören devlet anlayışı olarak; müdahaleci, düzenleyici, yeniden dağıtıcı ve girişimci gibi niteliklere dayanmıştır (Özer, 2005: 130-133). 20. yüzyılın devletini simgeleyen refah devleti, toplumsal güçler (devlet, sermaye, örgütlü emek) arasındaki uzlaşının zemini olmuş ve bu uzlaşmayı yaratan en önemli özellik; devlet, sermaye ve örgütlü emek üçlüsünün çıkarlarının belli bir zeminde buluşması olmuştur (Sezen, 1999: 43). Refah devletini tanımlayan bir başka özellik, üretim yapısının kitlesel üretim ve tüketime dayalı olmasıyla tanımlanan fordist birikim rejimine dayanmasıdır. Söz konusu üretim tarzının gerektirdiği kitlesel üretim;

teknolojik ve örgütsel açılardan kitlesel-standart mallar üretmek üzere tasarlanmış, çoğunlukla yarı-vasıflı ya da vasıfsız iş gücünün Taylorist yöntemlerle kontrol edildiği, montaj hattı esasına göre işleyen büyük ölçekli sanayi işletmelerine dayanmıştır. Bu türde bir üretim sürecine uygun olan tüketim kalıpları ise refah devletinin yüksek ücret politikası ve sosyal güvenlik harcamaları olmuştur. Bu tüketim kalıpları, tüketim kültürünü öne çıkaran ideolojik ve kültürel örgütlenmenin oluşturulmasıyla desteklenmiştir (Sezen, 1999: 44; Kara, 2004: 89). Diğer bir ifadeyle bir üretim yöntemi olan fordizm; Keynesyen ekonomi politikası ve sosyal devlet anlayışıyla desteklenip bir sermaye birikim rejimi olarak geliştirilmiştir (Şahin, 2004: 114). Bu bağlamda refah devleti, diğer bir ifadeyle sosyal devlet, her şeyden önce toplumsal ve ekonomik yaşamda müdahaleci, girişimci ve düzenleyici bir devlet rolünü üstlenmiştir (Kara, 2004: 45).

Kapitalist toplum, fordist birikim rejimine geçerek istikrara ulaşmaya çalışırken, aynı zamanda oluşturulan Bretton Woods kurumlarıyla bu süreç pekiştirilmek

51 istenmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna yaklaşılırken “müttefik” ülkelerin politikacı ve hükümet yetkilileri, Savaş sonrası küresel ekonomiyi yönetmek için bir kurullar sistemi oluşturma konusunda uzlaşmaya varmış ve bu amaçla Temmuz 1944’de Bretton Woods Konferansı yapılmıştır. Bu toplantıdan küresel ekonomiyi yönlendirecek üç kurum doğmuştur: (1) Uluslararası Para Fonu (IMF-1947), (2) Dünya Bankası (DB-1948) ve (3) Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT-1947). Buna göre IMF,

“uluslararası ticaretin yayılmasına ve dengeli büyümesine yardımcı olmak”; DB, “İkinci Dünya Savaşı’nın yıktığı ekonomileri yeniden inşa etmek ve ulusal kalkınmayı sağlamak, bu amaçla özellikle altyapı yatırımlarına ucuz kredi vermek”; GATT,

“küresel ticareti düzenleyecek kuralları belirleyerek, ulusal sınırlamaları azaltmak”

görevini üstlenmiştir. Diğer bir ifadeyle SSCB’nin “merkezi planlamaya” dayalı kalkınma politikaları ile kapitalist dünyanın “serbest girişim ve açık pazar”a dayalı kalkınma politikalarının rekabet ettiği bu dönemde, kapitalist dünya, çevre ülkeleri çevresinde tutabilmek için bu ülkelerin taleplerine kısmen yanıt veren “ulusal kalkınmacı” politikaları benimsemiştir. Dolayısıyla Bretton Woods kurumları aracılığıyla çevre ülkelerin kalkınmaları için fonlar oluşturulmuş ve aynı zamanda fordist birikim rejiminin kurallarına uygun olarak küresel ekonomi yönlendirilmiştir (Şahin, 2004: 114-120). Bir ülkenin ekonomik ve sosyal kalkınması, çok yönlü ve geniş kapsamlı yatırımlar gerektirir. Yatırım ise daha çok üretime, daha çok üretim de emeğin verimliliğine bağlıdır. Emeğin çalışma koşullarının iyileştirilmesi iş verimliliğini artıracak; ücretlerin ve yaşam koşularının iyileştirilmesi ise artan üretimin yine emek tarafından tüketilmesini sağlayacaktır. Böylece örgütlü emek ve sermayenin aslında çıkarları doğrultusunda hareket ettiği, devletin de çıkarı gereği bu işleyişin tüzel ortamını ve altyapısını sağladığı, arabuluculuğunu yaptığı, sınıf çatışmalarını uzlaştırdığı ve yatıştırdığı bir düzen söz konusu olmuştur (Sezen, 1999: 43). Ancak bu üretim modeli ve sermaye birikim süreci diğer bir ifadeyle ulusal kalkınma, daha çok merkez ülkelere özgü bir yaklaşım olmuş ve çevre ülkelerde bu süreç çok daha farklı bir seyirde gelişmiştir.

İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda kapitalist ülkelerde Keynesci politikalar çerçevesinde fordist birikim stratejileri hâkim hale gelirken, çevre ülkelerde ithal

52 ikameci4 sanayileşme modelleri ağırlık kazanmıştır. Bu iki deneyim arasında önemli farklılıklar söz konusu olmuş ve bu farklılıklar, sermaye birikiminin nicelliğiyle doğrudan ilgili olmuştur. Kapitalist ülkelerde, aşırı sermaye birikiminin devlet eliyle ulusal kalkınmada kullanılması durumu söz konusu iken; çevre ülkelerde, kalkınma için sınırlı sermaye birikiminin kullanılması, zorunlu bir politika olarak ele alınmıştır.

Dolayısıyla bu durum, iki deneyim açısından, devlet ve kent arasındaki ilişkinin farklı biçimde gelişmesine yol açmıştır. Aşırı sermaye birikimi, kapitalist ülkelerde üretimi içeren birinci çevirimden doğrudan üretken olmayan ikinci çevrime (kentsel yatırımlar bunun önemli bir parçasını oluşturmaktadır) kaynak aktarımına olanak tanımıştır. Geniş ölçekli refah devleti uygulamaları (eğitim, sağlık, konut, ulaşım, altyapı vb. alanlarda yapılan yatırımlar) bu aşırı birikimin ikinci çevrime aktarılması ile mümkün olmuştur.

Bu dönemde kentleri özgün kılan nitelik, birlikte tüketimin örgütlendiği alanlar olmasıdır. Ancak bu durum daha çok kapitalist merkez ülkeler için söz konusu olmuştur. Çevre ülkelerde sermaye birikiminin yetersizliğinin getirdiği sınırlama gelişmeci devleti, kentsel alanlara yapılan yatırımları olabildiğince sınırlı düzeyde tutmaya itmiştir. Dolayısıyla kaynakların öncelikli olarak sanayileşmeye yönlendirilmesi, kentsel altyapı ve birlikte tüketime ayrılan kaynakların oldukça sınırlı düzeyde kalmasına yol açmıştır. Sermaye birikim yetersizliğinin yarattığı sıkıntılarla eş zamanlı olarak çevre ülkelerde, kırdan kente göç yoğun bir şekilde yaşanmıştır.

Dolayısıyla bu ülkelerde, hızlı kentleşme sürecinde ortaya çıkan taleplere devlet, cevap verememiş ve bu süreçte çözüm arayışları yerel örgütlerin inisiyatifine bırakılmıştır. Bu nedenle gecekondu, enformel sektör ve benzeri türden oluşumlar yerel topluluk temelli çözümler olarak ortaya çıkmıştır. Özetle, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Keynes yaklaşımının öngördüğü birikim süreçlerinde mekâna, ekonomiye, topluma devletin karışması önemli bir yer tutmuştur. Ne var ki, bu süreçte “kentsel gelişme” ile doğrudan ilgilenilmemiştir. Bununla birlikte kentsel gelişmenin merkezinde emek gücünün yeniden üretim sorunu olmuştur. Kapitalist ülkelerde bu sürecin organizasyonunu refah devleti ya da sosyal devlet yapar iken; çevre ülkelerde ise devletin kentsel alana sınırlı

4 Bu modelin esası tarımsal artığın, yer altı kaynaklarının ve işgücünün dış satımı ile elde edilen döviz gelirlerinin, gelişmiş kapitalist ülkelerin ürettiği fordist yatırım mallarının ve bazı girdilerin dışalımında kullanılmasına, ulusal sanayi sermayesinin dış rekabetten korunmasına dayanır. Böylece güçlü bir korumacı düzenleme sistemi geliştirilir ve bu korumacılık altında daha çok üst ve orta sınıflara dayanan görece dar bir iç pazar için daha önce ithal edilen ya da üretilmezse ithal edilecek olan tüketim malları üretilir (Kara, 2004: 122). İthal ikamesi, en basit şekliyle daha önce yurt dışından ithal edilen bir malın yurt içinde üretilmesi şeklinde de tanımlanabilir (Korum, 1980: 27).

53 girişi nedeniyle bu görev, büyük ölçüde yerel toplulukların inisiyatifine bırakılmıştır (Öksüz, 2007: 255; TÜBA, 2006: 32-34). Dolayısıyla merkez ve çevre ülkelerin kentsel politikaları ve kentsel gelişme seyri bir birbirinden oldukça farklı bir nitelik sergilemiştir.

Kapitalist merkez ülkelerde, devletin kentsel alana yoğun müdahalesi yerel devletin5 (yerel yönetimlerin) de güçlenmesi anlamına gelmiştir. Eğitim, sağlık, konut altyapı vb. hizmetlerin gerçekleştirilmesi kentsel düzeyde kapsamlı bir yerel devlet örgütlenmesini zorunlu kılmış ve yerel devlet, refah devletinin önemli bir parçası haline gelmiştir. Ancak kapitalist ülkelerde ekonomik anlamda güçlü yerel devlet yapılanmasının siyasal alana aktarılamadığı ve merkezi otoritenin gölgesinde kaldığı görülmüştür. Aynı dönemde çevre ülkelerde tersi bir durum yaşanmış, devletin kentsel alana sınırlı müdahalesi, yerel düzeyde devletin gelişmesine olanak tanımamış ve bu durum, yerel yönetimlerin ekonomik anlamada güçsüz kalması ile sonuçlanmıştır.

Ancak bu dönem çevre ülkelerin çoğunda kentleşme düzeyinin yoğun yaşandığı bir dönem olması nedeniyle kent yoksullarının güçsüz yerel devlet üzerindeki baskısını artırmıştır. Dolayısıyla yerel yönetimler, ekonomik anlamda olmasa bile siyasal anlamda önemli kent aktörleri haline gelmişlerdir (TÜBA, 2006: 33). Refah devleti ya da sosyal devlet döneminde kalkınma kuramı, etkin bir devlet öncülüğünü öngörmüştür.

Ulusal kalkınma anlayışı kuramsal olarak, sosyal devletin bütünlük, uyum ve denge sağlayıcı doğasına uygun olarak; ulusal bütünlük ve ulusal ekonominin korunması, kamu müdahalesi yoluyla piyasanın sosyalize edilmesi ve ulusal kaynakların toplumsal sınıflar arasında dengeli dağılımı politikaları üzerinde odaklanmıştır. Bu amaçlara ulaşabilmek için piyasanın işlemesini yönlendiren ve denetleyen, piyasa ile toplum arasında denge ve uyum sağlayan araçlar olan kalkınma planları, merkezi olarak hazırlanmış ve bu planlar, kamu sektörü için “zorunlu”, özel sektör için “özendirici”

biçimde uygulanmıştır (Şahin, 2004: 120).

Benzer Belgeler