• Sonuç bulunamadı

A – OSMANLI DEVLETİ’NE GENEL BİR BAKIŞ

Haçlı Seferleri sonunda Anadolu’nun batı sınırında Bizans’a rağmen var olan Osmanlı devletinin kurulma aşamasında, bir zamanların kudretli Emevi ve Abbasi İslam devletleri çoktan tarihten silinmiş, İslam’ın itici gücü olan Arap hanedanlardan Endülüs ise İspanya’da can çekişmekteydi. Ortadoğu’da ise yine bir Türk hanedanı Memluklar devleti bozkırdan gelen barbar göçebe kavimlerin istilasını zorlukla da olsa durdurmuştu. Yeni Müslüman olmuş Türkler, İslam’ın hem koruyucusu, hem bayraktarı olmuştu. Gerek doğu gerekse batıdan gelen bu saldırılara, sadece göçebe ve yerleşik kültürü olmayan bozkırın bu savaşçı insanları karşı koyabilmişti.

Türk halkının İslâmlığı ise anavatanındakinden farklı tabiatta idi. Gerçekten de Emevi ve Abbasî saltanatlarının baskısı ile uysallaştırılmış ve pasifleştirilmiş gevşek yapısı veya medreselerin teferruata kaçan ve şekilci dogmatik İslam anlayışı, bozkırın

2 Cemil Meriç, “Batılılaşma”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, I, İletişim yay., İstanbul,

1983, s. 234.

özgür ruhlu Türklerine uymamaktaydı. Bu bozkır halkına uyan, ilk Müslümanların samimiyetini taşıyan ve İslam’ın adaletini dünyanın geri kalanına yaymayı amaç edinmiş sofilerin ve dervişlerin canlı ve aktif bir inanç felsefesiydi4.

Aslında Abbasi ve Emevi saltanatlarının İslam üzerindeki olumsuz ve baskıcı etkisini Osmanlı devletinin yükselme devirlerinden sonra görmekteyiz. Bunda biraz da Bizans’ın da etkisi vardır. Devletin dini kontrol etme isteği, Saltanatın siyasi baskısının yanı sıra toplumsal yaşamın da siyasi yapıya uyumlaştırmak amacıyla baskı altına alınmasını ve toplumun düşünce dinamiklerinin yok edilmesi sonucunu doğurmuştur.

Elbette daha önceki devirlerde de bir savaş dâhisi olan göçebe Türkler Asya ve Avrupa’nın defalarca altını üstüne getirmişlerdi. Ancak kısa süreli istilaların arkası gelmemiş tarihten silinmişlerdi. Göçebe ve istikrarsız yapıları nedeniyle devletleri ne kadar hızlı kurulduysa bir o kadar da hızlı yıkılan Türklere istikrar ve devlet sürekliliğini kazandıran İslam kültüründeki Arap ve İran ve sonraki dönemde Bizans’ın devlet yapısının yerleşik bir kültürden gelmesinin etkileri olmuştur.

Osmanlı devletinin feodal ve teokratik bir devlet olduğu iddiaları vardır ancak bu tanımlamalar yüzeysel ve eksik tanımlamalardır. Devletin yapısı hakkında Niyazi Berkes’in görüşleri oldukça tutarlıdır: “Osmanlı Halife Padişahlığı ise bir kilise ya da

din hükümdarlığı değildir. O da feodal ya da kapitalist ekonomiye katılmamıştır. Bu iki ekonominin etkisi altına girdiği zaman da devlet mülkiyetine dayanan ekonomik gücünü

ve kaynaklarını birer, birer yitirmişti. Fakat Osmanlı Halife Padişahlığı rejiminde,

teokratik rejim değildir”5. Gerçekten de her ne kadar Yasa kaynağının din olması

nedeniyle teokratik bir düzen gibi görünse de İmparatorluk hiçbir zaman ruhani otoriteye bağlı olmadığı gibi ruhani otorite makamı olan Şeyhülislamı devletin içinde bağımlı bir memuriyet haline getirmiştir.

Yasa-Uygulama ikileminde uygulama kısmı daima dünyevi olmuştur. Osmanlı devletinde 14. yüzyılın başında Anadolu’ya Arabistan ve İran’dan gelen tutucu fıkıh adamlarının etkisiyle özellikle Fatih devrinden itibaren yasa konusunda da kutsallaştırmadan hızla uzaklaşılmış, örfi yasalar çıkarılarak kutsal olan yasanın da dünyevileşmesine çalışılmıştır.

4 Bernard Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu yay., Ankara, 2000, s. 12. 5 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, I, Doğu-Batı yay., İstanbul, 1978, s. 24

Yine İran ile olan mezhep savaşları gibi etkilerle kutsal olan yasa devletin siyasetine uygun şekle getirilerek yeni bir devlet mezhebi ve dini yaratılmıştır.

“Kanuni’nin ölümünden sonra Devlet-Şeriatçı birliği oluştu ve İmparatorluğun son

yıllarına kadar sürdü”6.

Neticede Osmanlı’da Saltanat ve Saray çevresi, uğruna ağır bedeller ödense de, din de dâhil olmak üzere her tür iktidara tek başına hükmetmekteydi. Fakat bu kadar geniş sınırlara ve milyonlarca tebaanın bulunduğu bir devlete tek başına iktidar olma despotizminin de yaşamayacağı açıktı. Bu dönemde merkezi devlete karşı çeşitli bahanelerle de olsa birçok ayaklanmanın olması da bu yüzdendir.

Uygulama İktidarının sahibi Padişah yalnız Allah'a karşı sorumluluğu vardı. Kişisel despotizme dayanan bu sistemde Sultan halkına karşı herhangi bir sorumluluğu olmadığı gibi egemenliğini de halktan almamaktaydı. Allah’a karşı olan sorumluluğunu da denetleyecek sistem de yoktu. Onu iktidardan uzaklaştırabilecek kutsal Yasa’nın koruyucusu Şeyhülislamlık ve fetva makamı ise padişaha kul olan gibi sembolik bir makamdan başka bir şey değildi.

Padişahın yetkilerinin ve yönetiminin hukukî bir denetimi olmaması, güce dayalı denetim biçimini doğurmuştu. Bu denetim Saray, Ulema ve Yeniçeri Ocağı sınıflarının menfaatlerinin etkisinde olan kanlı biten bir idare şekline dönüşmüştü7.

Elbette egemen iktidarın gücünü meşruiyet kazandıracak hukuka değil de meşru olmayacak şekilde güce dayanması devlette yönetim krizlerine neden olmuş, bu durum da merkezde Enderun kökenli saray bürokrasinin, taşrada ise başıbozuk paşaların veya yerel eşrafın egemen olmasını sağladığı yarı anarşik bir durum yaratmıştır.

İnalcık'a göre; “…klasik dönem Osmanlı imparatorluğu, ayırt edici niteliği

merkeziyet olan bir "Yakın Doğu" devleti’dir”8.Osmanlı devletinin en geniş sınırlarına

dikkat edilirse doğuda Şii İran’ı, batıda Katolik Avrupa olduğu açıkça görülecektir. Bir başka deyişle Osmanlı bir yanda Ortodoks Doğu Roma ve Bizans’ın mirasçısı olurken diğer yandan da eski Sünni Arap İmparatorlukları olan Abbasi ve Emevi devletlerinin de sosyal ve kültürel yönden mirasçısı konumundaydı. Türkler daha Anadolu’ya

6 Ergün Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, I, Ercan Kitabevi, 7. Baskı, İzmir, 2000, s. 6. 7 Ergün Aybars, Atatürkçülük ve Modernleşme, Ercan Kitabevi, İzmir, 2000, s. 205.

8 Halil Berktay, “Tarih Çalışmaları”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, IX, İletişim yay.,

yerleştiklerinde kendilerinden önce bu topraklarda yaşayan insan ve kültürlerle kaynaşmış ve bir sentez oluşturmuşlardı9.

“Osmanlı düzeni ne bir teokrasi, ne de feodal bir düzen olduğundan, o düzenin gelişi bu halklar için bir kurtuluş oluyordu. Bunların desteklemeleri devlet yönetimi alanında o kadar ileri boyutlara gitti ki Osmanlı devleti sonunda bir Türk devleti

olmaktan çıktı”10. Osmanlı yönetimindeki halklar önceki dönemlerine kıyaslanmayacak

oranda adaletli ve düzenli bir idarenin altındaydılar. Bu ise zamanla bu halkların istikrarlı şekilde gelişmesini ve ilerlemesini sağlamıştır. Bu gelişim siyasi olarak algılanmadığı sürece saltanat için de problem teşkil etmiyordu.Aksinebu halklar devlet bürokrasisi içinde istihdam da edilmekteydi. Neticede devlet de Anadolu, Doğu Akdeniz, Orta Doğu ve Balkan halklarından devşirilmiş kitlelerin devleti haline gelmiştir.

Bu devşirilmiş kitle hiç tereddütsüz kendilerini kölelikten veya aşağı tabakalardan kurtaran bu devlet sistemini çok daha yücelterek dinin de ötesinde kutsallık atfetmişlerdi. “Bu çeşitli kaynaklardan desteklenmiş olan Osmanlı yöneticileri

devletlerini iki kıtanın, iki denizin, iki dinin, iki âlemin efendisi olmaya aday sayacak

aşırı bir büyüklük duygusu geliştirdiler.”11. Neticede bu kadar büyük bir devletin

başında olmak egemen iktidara ve sınıflara dehşetli bir kibir ve gurur verirken o devletin halkına da bir kul ve köle gözüyle bakmayı gerektiren “tebaa” kavramını da destekliyordu. Devlet kavramı o kadar yükseltilmiş ve yüceltilmişti ki aslında metafizik ve dünyevi olmayan kavramlar olan kutsallık ve yücelik kavramları egemen iktidarın temsilcilerine ve daha da çok egemen iktidar olan “devlet” kavramına atfediliyor, felsefesi de kuramlaştırılıyordu.

Bu gelişimin en tehlikeli yanı da iktidar kaynağının ve hatta kutsallığın halka değil devlete ve onun temsilcilerine atfedilmesidir. Çünkü bu kadar geniş bir coğrafyanın ve halkların ancak yüceltilmiş devlet kavramı etrafında birleştirilebileceği inanılmaktaydı.

Hatta bu kutsal devlet anlayışı o kadar derinden halkın bilinçaltına işlenmiştir ki, günümüzde demokratik toplumun önüne her zaman en büyük engeli oluşturmuştur.

9 Ahmet Taner Kışlalı, Siyasal Çatışma ve Uzlaşma, İmge Yay., 3. baskı, Ankara, 1995, s. 72. 10 Berkes, a.g.e., s. 36.