• Sonuç bulunamadı

Osmanlı’dan 1980’lere Siyaset ve Sınıflar

Belgede Toplumsal sınıflar ve eğitim (sayfa 61-80)

1. BÖLÜM:TOPLUMSAL SINIF KURAMLARI

1.9. Y ENİ T ÜRKİYE ’ DE S İYASET VE S INIFLAR

1.9.2. Osmanlı’dan 1980’lere Siyaset ve Sınıflar

Cumhuriyet’in ilanına giden süreç içerisinde Osmanlı çok fazla toprak kaybetmiş, işgal edilmiş, siyasi kontrolünü kaybetmiş, halkı bezdirecek kadar uzun süren savaşlarla bîtap düşmüş bir görüntü içerisindeydi. Keyder (2003: 106) bu

20

Mustafa Kemal’in Türkiye toplumunun sosyoekonomik tahlili ile ilgili olarak bkz. Kaplan (2002:134). Türkiye’de sınıfların olup olmadığı konusunda 1970’lere kadar ciddi bir tartışma olmamıştır. Ancak 1970’li yıllardan sonra sınıf sosyolojisine karşı bir ilgi oluşmaya başlar. Rahmetli Erol Güngör (1992: 20) Aron’un Sınıf Mücadelesi isimli eserinin girişinde Türkiye’de sınıflı bir toplum yapısının bulunmadığını, ancak sosyoekonomik kategorilerin bulunabileceğini söyleyerek konuya ilgisini belirtir. Güngör tarafından ekonomik etkiye küçük de olsa temas edilmesi 1970’li yıllarda başlayan değişimin ve sınıf konusunda oluşmaya başlayan sosyolojik ilginin ilk işaretleri olarak kabul edilebilir.

süreçten söz ederken, İmparatorluğun içinde kalan nüfusun yüzde 97’sinin Müslüman olduğunu ve önemli bir çoğunluğunun Türk olduğunu vurgular. Çünkü savaş sürecinde birçok toprak kaybedilmiş, ayrıca birçok ulus bağımsızlık ilan etmişti. Bu yüzden savaş süreci Osmanlı toplum yapısını önemli ölçüde değiştirmişti. Bu nedenle “[S]ınıf dengelerindeki ani ve tedrici değişmeler ancak önceden var olan çelişkilerin analizi yoluyla anlaşılabilir” önermesinden hareketle, çözülmekte olan İmparatorluğun, ancak kendi içinde, kendi tarihsel çelişkileriyle çatışmalar yaşamak suretiyle bir denge noktasına ulaşabileceğini söyleyebiliriz.

Cumhuriyet devrimi, ulus-devlet projesi ekseninde şekillenmişti. Cumhuriyet’in ilanından önce yapılan ittifakların, verilen sözlerin, bu idealle karşılaştırıldığında, herhangi bir önemi yoktu. Özellikle inkılâplar süreci, Cumhuriyet devrimini yapan elit kitlenin yeni bir millet yaratmak konusundaki azimlerini göstermesi bakımından anlamlıdır. Bu kararlılığın altında, batının ürettiği sosyal ve siyasal değerlerin sadece siyasal alanda değil, aynı zamanda gündelik hayatta da egemen kılınması arzusu vardı. Bu dönüşümü gerçekleştirecek özne ise eski Osmanlı-yeni Cumhuriyet seçkinleriydi. Bu dönüşüm kanunlar aracılığıyla ve genellikle dayatmalarla gerçekleştirildi; toplumsal duyarlılıklar önemsenmeksizin, biçimsel değişimler öncelendi. Bu durum İnsel’in (1996: 110) ifadesiyle “[B]atı’nın kural ve değerlerinin kendilerininkinden daha üstün olduğu yargısına vararak bunları [çağdaşlaşma/batılılaşma söylemini] içselleştir[en], ancak bu dinamiği kendi bütünselliği içinde yeniden üretmekten aciz” olan, yeni bir kuşağın oluşmasına neden oldu.

Cumhuriyetin yeni seçkinleri arasında, Batılılaşmak konusunda yapılması gereken ilk hamlenin ekonomik kalkınmadaki gecikmeyi gidermek olduğu konusunda uzlaşma vardı. Çok geçmeden ekonomik kalkınmanın ilkesel mantığı belirlendi. Artık kesin olarak kabul edilen iktisadi önerme, muasır medeniyetler idealine ulaşmanın ancak güçlü bir ekonomi ile mümkün olduğuydu:

“…yeni Türkiye Devleti temellerini süngü ile değil, süngünün bile dayandığı iktisat bilgisi ile kuracaktır. Yeni Türkiye Devleti savaşçı bir devlet olmayacaktır. Fakat yeni Türkiye Devleti bir ekonomi devleti olacaktır. Bu devleti en kuvvetli temeller üzerinde çok az zamanda kurmak hususunda Japonlar’dan az yetenekli olmadığını gerçekten ispat edecektir” (Atatürk 1923).

Görüldüğü üzere genç Cumhuriyet, Osmanlının dayandığı ekonomi politikasından çok açık bir biçimde bağlarını kopartarak gelişmiş ülkelerin ekonomi anlayışını benimsiyordu. Atatürk’ün Japonya’yı örnek vermesi tesadüf değildir; gerçekten o dönemlerde Japonya modernleşme sürecini tamamlamaya çalışarak, ekonomik bir güç olma yolunda hızla ilerliyordu. Yeni Cumhuriyet’in önünde böyle bir örneğin olması işleri bir miktar daha kolaylaştırıyordu. Keyder (2003: 110) bu değişimin gerçekleşmediğini, çünkü savaşın çıkmasıyla ekonominin kapandığını ve Hristiyan burjuva nüfusun “saf dışı” bırakılmasıyla gelişme sürecinin tıkandığı ifade eder.

Ekonomiye ağırlık verilmesi kararı yeni kurulan devletin ekonomiyi biçimlendirmesini gerektiriyordu. Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Cumhuriyet’in erken dönemlerinde gayrimüslimler burjuva sınıfını oluşturuyorlardı. Temelde ticaret, bankerlik, komisyonculuk gibi işlerle uğraşıyorlardı. Savaşa bağlı olarak gerek Müslüman nüfustan gerek gayrimüslim nüfustan, toplam nüfusun dörtte birinden fazlasının yok olması toplumsal yapıda önemli değişikliklere yol açtı. Her şeyden önce ticaret sınıfı neredeyse yok oldu. Dolayısıyla yeni cumhuriyetin bürokratik yapısının karşısına çıkabilecek herhangi bir sosyal aktör kalmamış oldu (Keyder 2003: 114–120).

Ulus-devlet modeline duyulan ihtiyaç, milliyetçilik hareketinin devlet politikası haline gelmesi, mübadeleler, tehcir, varlık vergisi ve birçok politik-sosyal olaylar yeni burjuva sınıfının gelişimini geciktirmişti. Burjuva sınıfının gelişmemesi girişimciliğin olmamasına neden oluyordu. Kapitalist ekonominin esaslarından biri

olan girişimin/teşebbüsün yaratılması için devlet kendi müteşebbisini yaratmak durumundaydı. Halkın önemli bir kısmı köylülük ile meşguldü. Şehirde yaşayan gayrimüslimlerden ülke sınırları içinde kalabilmeyi başaranlar hala ticaret, ya da daha genel bir ifadeyle, paraya tahvil edilebilecek işler yapıyorlardı. Şehirli Müslümanlar arasından esnaflık yaygındı. Bu şartlar altında, devletin arzu ettiği müteşebbis tipinin kendiliğinden oluşması pek mümkün görünmüyordu.

İnsel’e (1996: 137) göre devletin ekonomi ile ilgili görüşünün “girişimci” tip ile çok yakından ilişkisi vardı. “Girişimci seçkinleri” ekonominin temel girdisi olarak görüyor, onları ekonomik kalkınmanın asli unsuru olarak addediyor ve bu ulusal vazifede gösterdikleri çabalar karşılığında onlara ayrıcalıklar, imtiyazlar tanıyordu. Devlet erkânının ekonomi tasavvurunda burjuvazi ile devletin çıkarları arasında herhangi bir tenakuzun olması mümkün değildi. Bir başka ifadeyle burjuvazi, devletin ekonomik çıkarlarından bağımsız bir biçimde, “komprador” burjuvazi haline gelmemeliydi. Aynı konuyla ilgili olarak Keyder (2003: 117) burjuvazinin, devlet erkânıyla siyasi ya da kültürel, hiçbir çatışmaya girmeyerek sadece para kazanmaya odaklanmış bir ilişki içerisinde olduklarını ifade eder. Bunun anlamı, burjuvazinin sivil toplum kurmakla para kazanmak arasında tercihe zorlandığında, uzun vadede kazançlı çıkacağı sivil toplum kurmayı kısa vadedeki ekonomik çıkarlarına tercih ettiğidir. Bu nedenle tek partili siyasal yaşam boyunca, Osmanlı sarayındaki “boynu bükük” tüccarlar gibi Cumhuriyet bürokrasisinin karşısında boyun büktüler. Siyasi otoritenin himayesi altında olgunlaşmayı beklediler. Olgunlaştıklarında ise siyasal gerekçelerle siyasi himayenin vesayetinde kaldılar. Sonuç olarak çok partili hayata kadar ekonomik alan, kendine ait bağımsız bir yapıya kavuşamadı.

Çok partili hayata geçiş, sadece tabandan gelen demokratik taleplerin bir sonucu değil, aynı zamanda toprak reformu talebine meclis içerisinden yükselen muhalefetin sonucu olarak gerçekleşmiştir. Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun21

21

14 Mayıs 1945 yılında Meclis gündemine gelen “Çiftçiye Toprak Dağıtılması ve Çiftçi Ocakları Kurulması Hakkındaki Kanun Tasarısı”, özetle, topraksız ya da az topraklı çiftçiyi topraklandırmak, ülkedeki tarımsal alanların sürekli işlenmesini sağlamak ve arazi büyüklüklerini dengelemeyi içeriyordu. Beş bin dönümün üzerinde olan toprak miktarı kamulaştırılacak ve topraksız köylülere

çıkmasıyla başlayan tartışma, nüfusun büyük çoğunluğunu köylülerin oluşturduğu bir toplumda oldukça önemlidir. Osmanlının çöküş sürecinde oluşan toprak ağalığı, geniş köylü kesiminin topraksız ancak toprağa bağımlı yaşamasına neden olmaktaydı. Makineleşmenin yetersiz olması toprağı işleyecek insan emeğini önemli hale getiriyordu. Cumhuriyetin, kalkınma projesi içerisinde köylüler de kalkınma sürecinin bir parçasıydı. Mustafa Kemal Atatürk, 1925 yılında, köylüleri kalkındırmak amacıyla “köylünün sırtında büyük bir yük olan aşar’ı kaldırdı. 1923– 1934 yılları arasında 22.000 kadar yerli kırsal aileye 73.000 hektar devlet arazisi dağıtıldı. Ancak toprakların kadastrosunun gereği gibi yapılamaması, büyük toprak sahiplerinin tapusunu göstererek küçük çiftçinin elindeki toprağı zorla alması gibi kötü sonuçlar doğurdu” (Akın 2004: 47–48).

1945’te bu konunun yeniden gündeme gelmesi meclisteki büyük toprak ağalarını harekete geçirdi. Böylece çok partili hayata geçiş süreci de başlamış oldu. Adnan Menderes, Cavit Oral, Emin Sazak ve Halil Menteşe büyük topraklara sahip oldukları için kanun teklifine muhalefet ettiler. Bu muhalefet hareketi Mecliste var olan potansiyeli harekete geçirdi ve bütçe görüşmelerinde de kendini gösterdi. Daha sonra İnönü’nün 19 Mayıs’ta yaptığı konuşma22 ile CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) içerisindeki muhalefeti “yüreklendiren” ve yeni parti çalışmalarının başlamasına vesile olacak bir etki oluşturdu. “7 Haziran 1945’te Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan “Dörtlü Takrir”23 diye ünlenen önergeyi CHP Meclis

dağıtılacaktı. Eğer bölgede nüfus yoğun ise beş bin dönüm yerine iki bin dönüm üzerindeki toprak miktarı kamulaştırılacaktı (Akın 2004: 48).

22

İnönü “[H]arp zamanlarının ihtiyatlı tedbirlere lüzum gösteren darlıkları kalktıkça memleketin siyaset ve fikir hayatında demokrasi prensipleri daha geniş ölçüde hüküm sürecektir” diyerek demokratik rejimin kurulması gerektiğini işaret ediyordu. Böyle bir cümlenin İnönü’den gelmesi, kuşkusuz CHP içindeki muhalefeti cesaretlendirmiş ve farklı bir parti kurarak CHP ile mücadele etmelerini teşvik etmiştir. Zaten 1 Kasım 1945’te “Bizim tek eksiğimiz, hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır” diyerek, bu konudaki kanaatini açıkça ortaya koymuştur (Akın 2004: 70).

23

Meclis grubunda açık olarak görüşülmesi talebiyle verilen önerge çok partili hayata geçişte önemli sembolik anlamlara sahiptir. Önergenin temel talebi demokrasidir. İkinci Dünya Savaşının bitimiyle

Grubu Başkanlığı’na sundular” ve çok geçmeden 7 Ocak 1946 tarihinde Demokrat Parti (DP) resmen kurulmuş oldu (Akın 2004: 54).

Görünen o ki çok partili rejim ya da demokrasi için verilen mücadele saf bir siyaset tercihi ile ilgili değildi. İkinci Dünya Savaşının sonuçları, Amerikan siyasetinin belirleyici bir konum kazanması, Sovyet düşmanlığı gibi uluslararası gelişmeler ve toprak reformu, basın özgürlüğü gibi iç gelişmeler çok partili hayata geçişi hızlandırmıştır.

Bu tartışmayla ilgili olarak İsmail Cem (2002: 347) II. Dünya Savaşından sonra, özellikle tüccarların, hürriyet talebinin CHP tarafından doğru biçimde anlaşılamadığını vurgulamıştır. Görülüyor ki burjuva sınıfı, bürokratların vesayetinden kurtularak piyasa, pazar şartlarını kendilerinin belirlediği ve teşebbüslerinde bağımsız olacakları bir toplumsal/sivil alana ihtiyaç duymaktadırlar. Bu durum, bir anlamda, burjuvazinin var oluş koşullarını sağlayan şartların artık değiştiğini ve burjuvazinin daha da gelişmesi, serpilmesi için yeni ihtiyaçların, yeni gereksinimlerin ve yeni anlayışların ortaya çıktığını göstermektedir. Bu nedenle Demokrat Parti kurulunca, en ateşli taraftarları, en büyük destekleyicileri bürokrasinin himayesinde gelişen, burjuvazi olmuştur.

dünyada esen hürriyet ve demokrasi dalgasından Türkiye’nin mahrum kalmamasını talep eden önerge çok partili bir siyasi rejim ihtiyacını ima etmektedir. Üç temel madde üzerine vurgu yapılır:

“1. Milli hâkimiyetin en tabii neticesi ve aynı zamanda dayanağı olan Meclis murakabesini, Anayasamızın yalnız şekline değil, ruhuna da tamamıyla uygun olarak tecellisini sağlayacak tedbirlerin aranması.

2. Yurttaşların siyasi hak ve hürriyetlerinin, daha ilk Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzun gerektirdiği kullanılabilme imkânlarının sağlanması.

3. Bütün Parti çalışmalarının, yukarıdaki esaslara tamamıyla uygun bir şekilde yeni baştan tanzimi” (Akandere 2003: 24).

Elbette CHP’nin tavrı bu önergede yazılanları dikkate almak değil bunun yerine Menderes, Köprülü ve Koraltan’ı partiden “tard” etmek olmuştur. Celâl Bayar ise biraz gecikmeli olarak istifa etmiş ve bu dört kişi Demokrat Parti’nin asıl kadrosunu oluşturmuşlardır.

Demokrat Parti’nin muhalefet konusunda dayandığı temel piyasa/pazar ve dindi. Bürokratik seçkinler halkın değerleriyle batılılaşma adına bir çatışma içindeydi, en azından kamuoyunun kanaati bu yöndeydi. Bu nedenle dinsel semboller, laiklik karşıtı olarak kabul edilmiş ve siyasal alanın dışında tutulmuştu. Aksi halde, dini motivasyonun kitleselleştirici potansiyelinin bürokratik seçkinlerin konumları için bir tehdit oluşturma ihtimali söz konusuydu ki bu durum aynı zamanda batılılaşma ideali ile de uyuşmuyordu. DP dinin toplum üzerindeki etkisini farkında olmakla kalmıyor aynı zamanda gündelik hayatın içerisinde bastırılmış dinsel enerjiyi siyasal alana angaje ederek, kendi siyasal alanının içeriğini belirliyordu. Bir diğer yandan ekonomi merkezli bir siyasal anlayış üreterek, piyasanın/pazarın arzu ettiği rasyonel ihtiyaçları ve imkânları üretmek için gerekli siyaseti oluşturuyorlardı. DP’nin söylemi çok açık ve netti: halkın hayatını kolaylaştıracak değişiklikleri yapmak, ekonomik hamlelerin yapılmasını kolaylaştıracak, hızlandıracak mekanizmaları üretmek, köylünün topraktan daha fazla verim almasını sağlayacak teknolojiyi devreye sokmak, köylünün malını pazarlayabilmesi için uygun imkânları (maliyeti düşürmek ve yol yapmak gibi) oluşturmak. Bu talepler DP’nin olduğu kadar tüccar sınıfının da talebiydi. Burjuvazinin perspektifine göre kapitalist piyasanın/pazarın getireceği ekonomik model, siyasal gerekçelerle engellenmemeliydi. Bu nedenle DP’nin siyasal programı, burjuva açısından ekonomi üzerinde güçlü bir denetim kuran ve onu denetleyen bürokrasiden kurtulmak için önemli bir fırsattı. Ancak bürokrasinin köklerinin ne derece sağlam olduğu ilerleyen dönemlerde açık bir biçimde anlaşıldı (Cem 2002: 351–359; Keyder 2003: 167–172).

1980’lere gelene kadar ekonomi belli bir devinim içerisinde gelişmeye devam etti. Özellikle 1960 ile 1980 yılları arasında, askeri müdahaleler, ekonomik krizler, piyasa modelindeki sapmalar, tüketim kalıplarının ve/veya tüketici profilinin değişmesi, üretim teknolojilerinin gelişmesi, göç, hızlı nüfus artışı gibi olgular, ülkenin sadece ekonomik değil aynı zamanda demografik yapısını da değiştirdi. Keyder’in (2003: 221) ifadesiyle “ekonominin hızlı bir toplumsal dönüşüm içerisinde” olması, yani ekonomik kalıpların basit iktisat denklemlerini aşarak, toplumsal kurulumun içerisinde sürekli yeniden üretilmesi, toplumsal yapıdaki

devingenliğin tutarsızlığını ve toplumsal yapının istikrara ulaşma çabasını göstermektedir. Bu süre içerisinde kır, kentin içine girmiş ve kentin dönüşüm sürecinde etkin bir rol oynamaya başlamıştır. Dolayısıyla sosyal sınıfların sayıca çoğalmasını ve ekonomik toplam üretimin paylaşımındaki dağılım sorunu belli bir zümrenin ilgi alanından çıkarak bir paylaşım sorunu haline gelmiştir.

1.9.3. 1980’ler ve Sınıf Konumlarında Yeni Dengeler

“Haris budalalıktan sanır ki, fakir kendi tembelliği yüzünden fakir olmuş, zengin de çok çalışmasından dolayı nimete ermiştir.” Fuzuli

1980’li yıllar, Türkiye’nin kapitalist ekonomiye angaje olduğu dönemin başlangıcıdır. 1950 – 60 arasında başlayan yatay hareketlilik toplumsal dokuyu olağanüstü bir biçimde değiştirmişti. Marshall yardımı, tarımda makineleşme, ortakçılık düzeninin bozulması gibi etkenler yatay hareketliliğin hızını arttırmıştı. Bu dönem Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyanın genelinde hakim olan kapitalist ekonomiye geçmesi için önemli bir fırsat sunuyordu, ancak 1960 yılında yapılan askeri darbe ekonomik sürecin gelişimini dondurdu.

1950 – 60 yılları arasında göçe bağlı olarak inşaat sektöründe patlama yaşandı. Yine göçe bağlı olarak şehirlerde sanayi atılımları, ucuz işgücü sayesinde hızla arttı. Hizmet sektörü gelişmeye başladı. Tüm bu gelişmeler istihdam oluşmasını sağladı. İstihdam arttıkça büyük kentler “taşı toprağı altın” olarak değerlendirildi ve kırsalda yaşam alanı daralan veya kalmayan kişiler şehrin içlerine nüfuz etti. Göçmenler açısından durum olumluydu.

Keyder (2003: 190) yeni proletaryanın siyasal tercihlerini yorumlarken, onların popülist sağ politikaları tercih ettiklerini ifade eder. 1960 askeri darbesinin, geniş halk kesimini oluşturan bu seçmen profiline gözdağı vermeyi amaçlayan bir

boyutu olduğu düşünülebilir. Ancak bizim dikkat çekmek istediğimiz husus, DP ile başlayan ekonomik kalkınma hamlesinin dönemin askeri seçkinleri tarafından da benimsendiği ya da en azından ilgiyle/dikkatle izlendiğidir24. Aydınlardan, sanayicilerden ve bürokratlardan neredeyse tam destek alarak darbe yapan askeri seçkinler kısa süre sonra referandum yaparak idareyi yeniden sivil siyasete devrettiler. Ancak cumhuriyet tarihinin bu ilk darbeyi kendisinden sonra devam edecek olan darbeler zincirini tetikledi, hatta aydınların bir kısmının darbesever haline gelmesine neden oldu.

CHP bürokrasinin kökleri DP hükümeti ile sökülüp atılamazdı. Bu nedenle bürokratlar ile hükümet arasındaki gerilim anlaşılırdı. Hükümetin sansür, baskı politikası, üniversitelere karşı mesafeli davranması, eleştirilere tahammülsüzlüğü aydınlar ile hükümetin gerilim yaşamasına neden oldu. Aydınlar genel olarak, DP’nin popülist politikalar etrafında ürettiği gündelik siyasetin kısa vadede DP için olumlu sonuçlar üreteceği ancak ülke menfaatleri açısından zararlı olacağı kanaatine varmıştı. Ancak halkın desteği kesilmeden hükümetin siyasal/sivil yollarla iktidardan uzaklaştırılamayacağı ortadaydı. Aydınlara göre “cahil halk” demagojinin kurbanıydı.

Ancak darbenin, sermayedarlar tarafından desteklenmesi, hükümetin kapitalist gelişme yolunda gösterdiği çabalar ve serbest pazar ekonomisinin kurulması için verdiği mücadeleler göz önüne alındığında anlaşılabilecek bir durum değildir. Yukarıda sözü edildiği üzere DP hükümeti iki konu üzerinde duruyordu: ekonomi ve din. Kendi çıkarlarının da söz konusu oldu ekonomi alanında liberallikten yanaydı. Din konusunda ise CHP’nin batıcı duruşunun eleştirisi

24

Askeri darbeden sekiz ay gibi kısa bir süreden sonra, 03/01/1961 tarihinde OYAK’ın kurulması, askeri seçkinlerin ekonomi ile yakından ilgilendiklerini göstermektedir. OYAK, Ordu Yardımlaşma Kurumu Kanunu’na dayanan ve Osmanlının subayların ihtiyaçlarını karşılamak için kullandığı fondaki elli bin altınla kuruldu. Temel gelirini, üye olması zorunlu subay ve astsubayların maaşlarının %10’unu ve yedek subayların maaşlarının ise %5’ini keserek oluşturdu (bkz. http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/1042.html [02.04.2009 23.50]).

üzerinden popülist politikalar üretiyordu. Ekonomi alanında çıkarlarının bürokrasiden kopma çabasındaki burjuvazi ile paralel olması bu iki yapıyı yaklaştırdı. Ancak 1950’li yılların ortalarından itibaren hükümet ithalat konusunda yerli burjuvaziyi sıkıntıya sokacak birtakım düzenlemeler yaptı. Karmaşık bir gümrük ve kota işlemi üzerinden yürütülen bu uygulamalar yeni büyüyen sanayicilerin fikri alınmaksızın ve zorla dayatılınca, sermayedarların bürokratlar ile yeniden yakınlaşmasını sağladı. Böylece hem askeri kanat, hem bürokrat/entelektüel kanat hem de sermayedarlar hükümete yönelik darbede rol oynamış oldular.

1970’lere gelindiğinde devletin rolünde birtakım farklılıklar olsa da bariz bir farklılık yoktur. Üniversitelerde sosyalist hareket belli bir ivme kazanmış, ancak bunu geniş halk kesimini oluşturan göçmen kitlesi üzerinde egemen kılamamıştı. Ekonomi birikim modeli üzerine kurulmuştu, kağıt üzerinde yerel ve kapalı ekonominin refah getirmesi gerekiyordu ancak ekonomik bir tıkanıklıktan öte bir şey yoktu.

1970’lerde askeri seçkinlerle siyasi elitler arasında değişen fazla bir şey yoktu. Yine bir darbe süreci işlemekteydi. Dönemin etkili gazetelerinde biri olan Devrim gazetesi etrafında örgütlenen “Milli Demokratik Devrimciler” Türk Silahlı Kuvvetleri’ni kullanarak sosyalist görünümlü bir “Baas” rejimi kurmak istiyorlardı. Kısmen de başarılı oldular. Her ne kadar Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kendi içinde duruma müdahale etmesi daha kötü sonuçların önüne geçse de, ünlü 12 Mart Muhtırası kamuoyuna ilan edildi. Muhtıra siyasal seçkinlere “ayar” verme amacını taşıyordu. Mevcut hükümetin (Demirel başkanlığındaki Adalet Partisinin) başarısızlığından söz edip “…anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin” kurulması gerektiğini söylüyordu. Aksi halde “Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine” alacaktır, diyerek herkese haddini bildiriyordu.

1970’li yıllarda siyaset, teknokratik bir süreç içinde değerlendirilme eğilimindeydi. 12 Mart Muhtırası bu teknokratik perspektifi benimsiyordu. Meclisi ya da partileri kapatmadı belki ama siyasal temsil mekanizmaları tıkandı. Muhtıra sahipleri, Nihat Erim başkanlığında yeni bir hükümet kurdurtarak siyasal krizi aşmayı hedeflediler, ancak demokratik siyasetin kurulma biçimini yeteri kadar iyi kavrayamadıkları için, bu girişim talihsiz bir deneyim olarak kaldı. Kriz çözülmemiş sadece bastırılmıştı. Balyoz harekâtıyla25 sosyalistlere yönelik düzenlenen operasyonların şiddeti toplumsal gerilimi arttırdı.

Bütün bu yaşananlara ek olarak yeni kentli proletaryanın göç sonrasında ürettiği intibak beklendiği kadar başarılı olmamıştı. Yatay hareketliliğin niceliği kentlerin istihdam potansiyelinin üzerine çıkmıştı. Göç koşulları ortadan kalkmamış ancak göçmenlerin kente dahil olacakları alanlar daralmıştı. Yeni kentli proletaryayı koruması beklenen/gereken siyasal seçkinler, bu beklentinin aksine yasalar çıkararak emekçi sınıfın haklarının gasp edilmesine neden oldular26.

Döviz sorunu ve yoksunluğa bağlı karaborsa marjinal kârların açığa çıkmasına neden oldu. Ekonomik uygulamalardaki istikrarsızlık vesayet altında olan burjuva sınıfına doğrudan bir zarar vermemekle birlikte piyasanın/pazarın çarpıklaşmasına neden oldu. Bu çarpık piyasa/pazar imalat eksenli sanayinin

Belgede Toplumsal sınıflar ve eğitim (sayfa 61-80)

Benzer Belgeler