• Sonuç bulunamadı

Bourdieu: Alan Analizi, Sermaye(ler) ve Habitus

Belgede Toplumsal sınıflar ve eğitim (sayfa 97-110)

2. BÖLÜM:EĞİTİM

2.3.2. Bourdieu: Alan Analizi, Sermaye(ler) ve Habitus

Bourdieu’nun önemli kavramlarından biri “alan”dır. Elektromanyetik alan ve bu alandaki parçacıkların alanla ilgisi üzerine kurulan, her bir parçanın bütünle bir ilişkisinin olduğu elektromanyetik alan teorisi, Bourdieu’yu sosyal bilimlerde “alan” kavrayışına götürerek “agnostik alan” tartışmasında kurtarmış oldu (Oldroyd 1987: 132). Manyetik alan teorisi bir çeşit belirsizlik teorisidir ve “alan” içinde bulunan parçacıkların değişimlerini inceler. Ancak bu incelemedeki karşılaştırma durumu alanın kendisidir. Yani elektromanyetik alan teorisi parçacıklardaki değişim ile alan arasındaki ilişkiyi, birbirlerini etkilemelerini konu edinir. Buradan hareket ederek toplumsallığın kurulduğu uzamı “alan” olarak tanımlamak, toplumsallığın içindeki ilişkisellikten kaynaklanır.

Kurt Lewin ve Pierre Bourdieu kültürel ve anlamsal perspektiflere odaklanarak elektromanyetik alan kavramını yaratıcı bir biçimde sosyal bilimlere uyarladılar. Böylece sosyal bilimler “alan”(lar)ı keşfederek, bunu kendilerine model alıp, toplumsal yapı(lar) ile toplumsal sistem(ler) arasındaki ilişkiyi ya da

ilişkiselliği, gerilimleri, çözülme ve yeniden kurulma pratiklerini birey, grup, sınıf

gibi kavramlar üzerinde açıklamaya çalıştılar. Toplumsal anlamda alan kavramı çatışmalı, uzlaşmalı ancak hep ilişkisellik içerisinde kalan bir anlayışı ifade etti. Hatta alan kavramını genişlettiler ve Newton’un yerçekimi çalışmalarında ve Maxwell’in elektromanyetik alan açıklamalarında anahtar kavramlardan biri olan

güç/kuvvet kavramını da analizlerine dahil ettiler. Güç/kuvvet analizinin dayandığı temel husus alan kavramının aynı zamanda bir güç/kuvvet alanı ya da ilişkisi içermesidir. Bu güç/kuvvet alanı maddi olabileceği gibi simgesel de olabilir. Söz konusu alan üzerindeki maddi ya da simgesel kaynakların paylaşımı için verilen mücadele çatışmayı oluşturan temel faktördür (Djelic ve Sahlin-Andersson 2006: 20).

Bourdieu alan analizini yukarıdaki şemadan hareketle kurdu. Şimdi yapılması gereken sosyal bileşenleri metodun içerisinde göstermekti. Bu nedenle Bourdieu’nun metodu tamamen ilişkiseldi: “[Bu] …ilişkisel metot Bourdieu’ya, kültür, yaşam stili, sınıf analizi ve popüler kültür gibi konuları ele almasında sağlam analizler yapabilmesi için gerekli temeli sağladı.” Bu metodolojik temel toplumsal alanda nasıl gösterilecekti? Bu ilişki ancak gerilim hatlarından gösterilebilirdi. Bu nedenle Bourdieu “…ilişkisel bir biçimde yapılandırılmış olan kültürel pratikleri yüksek/düşük, seçkin/sıradan, saf/saf olmayan ve estetik/kullanışlı gibi ikili karşılaştırmalar etrafında analiz” etmeyi tercih etti (Swartz 1997: 63).

Bourdieu alan analizinde ilişkisellik temasını kurduktan sonra alanlar arasındaki ilişkileri sorgulamaya başlar. Alanlar arasındaki ilişkinin ne olduğu, nasıl kurulduğu, üretildiği ve yeniden üretildiği Bourdieu’nun gündemine girer. Gündelik yaşam içerisinde bulunan birçok alan bulunmaktadır ve modern dünyayı çözümlemek için örneğin eğitim alanı ile bürokrasi alanı ya da entelektüel alan ile sanat alanı karşılıklı ilişkiye nasıl girer32, bu alanlar arasındaki ilişki nedir, hangi alanlar ne işe yarar gibi soruşturmaların yapılması gereklidir. Bununla birlikte alanların nitelikleri de ayrı bir önem kazanmaktadır. Bourdieu’ya göre alanların karakteristikleri sabittir ancak değişmez, sabit işlevleri vardır denemez. Bu işlev atlaması sayesinde alanların toplumsal var oluşları kadar devamlılıkları da süreklidir (Robbins 2000: 37–39).

32

Manyetik alan teorisinin içerisinde bulunan ve alan-parçacık ilişkisini açıklamak için kullanılan güç/kuvvet kavramı, tıpkı alan kavramı gibi ele alınarak, Bourdieu’nun alan analizindeki yerini almıştır. Yukarıda kısaca bahsedildiği üzere, alan kavramı aynı zamanda alanda yer alan zıt kuvvetleri işaret eder. Dolayısıyla toplumsal alanlar içerisinde birbirine zıt konumlarda bulunan karşıt kuvvetlerin bulunması doğaldır. Bu kuvvet alanları tarihsel materyalizmin söylediği gibi maddi içerikli olabileceği gibi sembolik/simgesel birikimlerin çatışması şeklinde de olabilir. Burada alanın kurulumu ve alan içerisinde yer alan aktörlerin rolü önemlidir. Çünkü kıt kaynakların biriktirilmesiyle oluşacak sermayenin eşitsizliğe yol açacağı ve bu eşitsizliğin toplumsal alanların tümünde ortaya çıkacağı aşikârdır. Bourdieu’ya göre toplumsal alanlardaki eşitsizlik gündelik yaşamın içinde yapılan tercihlerde tecessüm eder ve ayrıca bu alanlardan istifade etmek farklı düzeylerde gerçekleşir.

Sermaye kavramı Bourdieu sosyolojisinde merkezi önemdedir. Bourdieu’ya göre toplumsal alanlar içerisinde birçok sermaye biçimi vardır. Bu sermayelerin kapsadığı alanlar birbirlerinden farklıdır. Bu nedenle bir sermaye alanında zengin olan bir başka sermaye alanında yoksul olabilir. Marx’ın sermayeye yüklediği anlam Bourdieu’da kapsam genişlemesine uğrar. Bu kapsam genişlemesi sermayenin anlamında da birtakım değişmelere ya da genişlemelere neden olur. Sonuç olarak Bourdieu’nun sermaye analizi modern dünyada eşitsizliğin üretimi ve yeniden üretimi konusunda derinlemesine bir analiz imkânı sunar.

Bourdieu’ya başlıca sermaye tipleri dört tanedir: bunlardan ilki, Marx’ın sermaye analizini doğrudan temel olarak alır ve toplumsal yapı içerisindeki ekonomik sermayenin ürettiği eşitsizliğe odaklanır. Ekonomik sermaye Bourdieu açısından, tıpkı Marx’ta olduğu gibi, eşitsizliğin, hiyerarşik yapının, ezen – ezilen ilişkisinin kurulduğu “toplumsal enerji” alanıdır. Ekonomik sermaye “…(maddileştirilmiş, anonimleştirilmiş ya da bir yerde toplanmış haldeki) toplu iş gücüdür, aktörler veya aktör grupları tarafından özelleştirildiğinde, toplumsal enerjinin maddesel veya canlı işgücü şeklinde kullanılmasına olanak verir”, bu birikim sayesinde üretilen ayrıcalık “toplumsal enerji” kendine mal etmeye ayarlıdır. Bourdieu tarafından bu ayrıcalık “…vis insita, nesnel ya da öznel olarak atfedilen bir

güçtür, ancak dahası, lex insita, sosyal dünyanın özünde var olan düzenliliğin altında yatan prensip” olarak değerlendirilir. Bu aynı zamanda bir çeşit oyundur, ancak “[M]ucizenin her an olanaklı olduğu basit şans oyunlarını gibi bir şey olan ekonomik oyun, toplumun bazı kesimlerinin oyunudur” (1986: 241).

Böylece Bourdieu (1986: 241), toplumsal alanlar içerisinde ekonomik sermayenin, toplumsal bir olgu olarak var olduğunu ve bu durumun emek ilişkilerine bağlı olarak ayrıcalıklar/eşitsizlikler ürettiğini tespit eder. Bunun anlamı ekonomik sermayenin ve sermayenin her türünü, kendini devam ettirme eğiliminde olan ve bu nedenle eşitsizlik yaratmak zorunda olan atfedilmiş bir kuvvet olarak değerlendirir.

Bir diğer sermaye türü Kültürel sermayedir. Kültürel sermaye toplumsal alanın farklı yüzlerinde meşrulaştırma, bilgilendirme, belirleme gibi birçok özelliği içinde barındırır. Bu özelliklerin dağıtılması sürecinde toplanan sermayeler çok çeşitli olabilir. Örneğin dini sermaye, bürokratik sermaye, sanatsal sermaye ya da teknolojik sermaye gibi çeşitli sermayeler olabilir ancak bunların hepsi aslında kültürel sermayenin görüntülenişleridir. Bourdieu’ya göre toplumun çeşitli alanlarında dağıtılan özelliklerin biriktirilmesi ile oluşturulan kültürel sermaye üç formda bulunur:

“Kültürel sermaye üç formda olabilir: bedenselleşmiş halde, yani akıl ve bedenin kalıcı/uzun zamandır süren eğilimleri biçiminde; nesneleşmiş halde, yani teorilerin, problematiklerin teorilerinin ya da eleştirilerinin tasarısı ya da fark edilmesi vb. gibi olan kültürel mallar (resimler, kitaplar, sözlükler, aletler/enstrümanlar, mekanizmalar vb.) biçiminde; ve kurumsallaşmış halde, [bu form] nesneleşmenin bir biçimi olarak değerlendirilmeli, çünkü eğitimin niteliğinde görüldüğü gibi, kültürel sermayeye, teminat/güvence olarak kabul edilen, tamamen orijinal bir mülk olarak sunar” (Bourdieu 1986: 243)

Kültürel sermaye, Bourdieu açısından eşitsizliğin, özellikle de eğitim alanındaki eşitsizliğin açıklanmasında başat bir öneme sahiptir. Sınıfsal farklıların neden olduğu eğitimsel eşitsizlikler akademik becerilere bağlı olarak sunulmasına rağmen aslında sınıfsal eşitsizliklerle ilgilidir. Diğer taraftan Bourdieu “…insani sermayenin tanımı, hümanistik çağrışımlarına rağmen ekonomizmin ötesinde hareket etmez ve görmezden gelin[e]mez” diyerek sınıfsal farklılıkların eşitsizlik üretimini insani sermayenin oluşmasıyla ilişkili olarak değerlendirir. Sonuçta toplumun en küçük birimi olarak kabul edilebilecek olan aileye, ailenin sahip olduğu kültürel sermayeye kadar indirgenebilen bir eşitsizlik süreci söz konusudur: “…eğitim alanından elde edilen verim [eğitim ile ilgili başarı] aile tarafından daha önceden yapılmış olan kültürel sermaye yatırımına bağlıdır. Dahası eğitimin niteliğinin ekonomik ve sosyal getirisi, sürekli tevarüs eden sosyal sermayeye bağlıdır” (1986: 244).

Sosyal sermaye kurumsal/geleneksel ilişkiler içerisinde, birbirine bağlı,

dayanıklı, uzun süreli ilişkilerin toplamıdır. Sosyal sermaye grup üyelikleri ya da kolektif birliktelikler gibi ilişkiler içerisinde oluşan ve bir çeşit “itimat” aracılığıyla, kolektif olarak oluşturulan ve karşılıklı olarak aktarılan bir sermaye türüdür. Bourdieu’ya göre bu ilişkiler “pratik halde” olabileceği gibi maddi ya da sembolik değiş-tokuşlar halinde de olabilir. Bir ailenin üyesi olmak, bir sınıf ya da kabile, bir okul ya da parti üyesi olmak gibi durumlar sosyal sermayeyi belirleyen unsurlardır. Sosyal sermaye ve sosyal sermayenin getirdiği ayrıcalıklar, sorumluluklar, sırlamalar, olanaklar “gerçek ya da potansiyel kaynakların toplamı” ile oluşturulmuş ve karşılıklı tanışmaya bağlı olarak kurulmuş ilişkisel bir ağ üzerinde şekillendir (1986 248–249).

Bourdieu simgesel sermayeyi “toplumsal olarak kurulan kavramsal kapasite” olarak tanımlar (1986: 255). Her türlü sermaye biçiminin aslında sembolik/simgesel bağlamları dolayısıyla simgesel sermaye ile ortak alanları olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla toplumsal etkinlik alanı geniş olan simgesel sermayenin toplumsal alandaki sirkülasyonu diğer sermaye türlerini kapsamaktadır. Bourdieu (2003: 108)

simgesel sermayenin kavranabilmesinin diğer sermaye türlerinden herhangi birinin “algı kategorileriyle” mümkün olduğunu söyler. Bu algı kategorileri sayesinde simgesel sermayenin büründüğü biçimi fark edilebilir. Simgesel sermaye, diğer sermayenin algı kategorileri ile kavrandığı için “ilgili sermayenin özgül mantığını kabul eder”. Böylelikle toplumsal alanlarda, örneğin meşruiyetin ya da iktidarın üretilmesi ve yeniden üretilmesi için, gerekli olan sembolik/simgesel temel üretilmiş olur.

Bourdieu gündelik yaşam pratikleriyle, yani bireylerin gündelik yaşam içerisindeki yapıp-etmeleriyle yakından ilgilenir. Bourdieu’ya göre bireylerin gündelik yaşam içerisindeki davranışlarının toplamı, toplumsal yaşamın anlaşılmasını sağlamaz. Bu nedenle hem bireysel kararların ve davranışların hem de söz konusu karar ve davranışlara neden olan unsurların anlaşılması gerekir. Böylelikle Bourdieu, tarihsel kullanımlardan rafine ederek kurduğu “habitus” kavramıyla, toplumsal olana yaklaşım konusundaki iki marjinal yaklaşımı, öznelcilik ile nesnelcilik arasındaki muhalefeti de aşmayı amaçlayan bir perspektif sunmaya çalışmaktadır (Jenkins 1992:45).

Habitus kavramı, sınıfsal bir nitelemedir, eşitsizliklerin neden olduğu

farklılıkların bir sonucudur, bir anlamda içselleştirilmiş duygu-düşünce bütünüdür. Her sınıfsal konum, kendine özgü ayrı bir habitusa sahiptir. Soyut olmasına karşın, toplumsal yaşam içerisinde sürekli somut tezahürleri vardır. Habitus Bourdieu’nun “toplumsal yapılar ile toplumsal pratik (toplumsal eylem) arasındaki bağı oluşturduğunu düşündüğü, bir dizi edinilmiş düşünce, davranış ve beğeni kalıpları için kullanılan” ve toplumsal eşitsizliği kültürden hareketle pratik üzerinden değerlendirmeyi amaçlayan bir kavramdır (Marshall 1999:291).

Habitus toplumsal sistemin tümünün arzuların, eylemlerin, beğenilerin, anlamaların vb. oluşturduğu sistemdir, ya da bir başka ifadeyle “üretici/üretken yapısal temelin, nesnel olarak birleştirilmiş pratikleridir” (Bourdieu 1972 akt: Ilahiane 2001: 381). Diğer taraftan “…belli bir durumda yapılması gerekli olan şeye ilişkin bir tür kavrayışıdır” ve ortaklık, kolektiflik imgesini hissettirir (Bourdieu

2006: 41). Bourdieu’ya göre duygu ve hisler habitusun bir parçasıdır ancak bedenler de bizatihi toplumsal yapının beklentilerine göre şekillenir. Dolayısıyla sadece duygusal, hissi olarak değil aynı zamanda davranış örüntülerini de içeren ve kendi içinde yatkınlıklar üreten bir kavrayış olarak habitus, toplumsal alanların ruhunu yansıtmaktadır. Bu durum aynı zamanda Bourdieu’nun habitus konseptinin, toplumsal alanlarda somut olarak, akıl-beden düalizmini yıktığını gösterir (Reed- Danahay 2005: 101–102).

Kültürel sermaye açısından önemli bir kavram olan habitus, kültürel sermayeden daha çok bireysel habitustan kaynaklanır. Habitus bireyin içinde doğup büyüdüğü ve yaşadığı aile tarafından kazandırılır/telkin edilir, ancak her bir bireyde kendini farklı bir biçimde gösterir. Ancak bu durum, habitusun sadece aile içerisinde şekillendiği anlamına gelmez (Webb vd., 2002: 37; Harker, 1990: 10–11). Bireyin ait olduğu sınıf yapısının olanak/imkan tanıdığı şanslar (King, 2005: 222), bireylerin gündelik yaşamlarındaki iletişimleri, daha geniş bir ifadeyle etkileşimleri (Gorder, 1980: 226) ve bireyin içinde bulunduğu herhangi bir alandaki değişimin bireyin mevcut pozisyonunda herhangi bir değişim sağlaması (Harker, 1990: 11) habitusun biçimlenmesinde etkilidir.

Habitus toplumsal yapının tümüne yaygın olmakla sınırlı değildir, aynı zamanda en standart ve gündelik ilişkilerin, davranış örüntülerinin, anlam kalıplarının içine sızmıştır. Bu durum, habitusun sınıflı toplum yapısındaki yerine anlamına ilişkin bir ipucu vermektedir. Mademki tüm toplumsal yapı kendi içindeki katmanlarda habituslara sahip, öyleyse bu habitusların içeriği birbirinden farklı olmak zorundadır. Bu durumda sınıf habitusuna özel bir önem vermemiz gerekir. Çünkü sınıfların sahip oldukları yatkınlıklar çerçevesinde şekillenen yaşam stilleri, aynı zamanda onların düşünme ve davranma kalıplarını da belirleyecektir33.

33

Hatta aynı dilin içerinde bile “farklı telaffuzlar/kodlar/tarzlar tanımlayıp” bunları dağıtarak sınıf habitusunun sınırları çizilecek ve sınıf belirleniminin içerisine dilin kullanımı da dahil olacaktır, bkz. Myles (1999).

Toplumsal eşitsizlikleri çözümlemek için bunlara neden olan öğeleri belirlemek gerektiğini vurgulayan Bourdieu için, gerçeklik, ancak ilişkisellikler içerisinde kavranabilir. Bundan dolayı toplumsal eşitsizliğin altında yatan etkenleri açıklarken uyguladığı metodolojinin sihirli kelimesi “ilişkisellik”tir. Toplumsal alanların pozisyonu ve sermayenin türleri arasındaki ilişkinin ve bunun ürettiği habitusun duygu-düşünce-davranış üzerindeki belirleyiciliği sadece toplumsal eşitsizliği değil aynı zamanda basit ve gündelik tercihlerimizi de belirlemekteydi.

Bourdieu’ya göre toplumsal eşitsizliğin gözlemlenebildiği toplumsal alanlardan biri eğitim alanıdır. Eğitim alanı toplumun diğer alanlarıyla dolaysız bağlanabilen, meşruiyet için özel bir sembole gereksinim duymayan, herkesi veya toplumun her kesimini bir biçimde kapsayan bir alandır. Ancak diğer taraftan, eğitim bir egemenlik alanıdır, daha doğrusu egemenin kendi egemenlik haklarını ürettiği ve yeniden ürettiği bir alandır. Bu nedenle ideolojik arabuluculuğundan bağımsız değerlendirilmesi mümkün değildir.

Bourdieu’ya göre eğitim sosyolojisi “kültürel yeniden-üretim ve toplumsal yeniden-üretim arasındaki ilişkinin bilimi olarak kurulduğu” için sosyal bilimcinin eğitim konusunda öncelikli yaklaşımı, sınıflar arasındaki iktidar/güç ilişkileri ve sembolik ilişkilerin yapısını yeniden-üretmek için eğitim sistemine verilen toplumsal roldür. Eğitim sisteminin toplum içerisinde kazandığı konum, toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizliğin üretmesinde ve yeniden-üretmesinde belirleyici bir rol üstlenmektedir (Bourdieu 1973: 71).

Bourdieu (1990) açısından eğitim öncelikle bir yeniden üretim sürecidir. Aslında yeniden-üretim ile ilgili sosyolojik ilgi, klasik sosyoloji içerisinde oluşmuştur. Bourdieu’nun yeniden-üretim ile ilgili katkısı, klasik sosyolojinin toplumsal yeniden-üretimin sonucu olarak değerlendirdiği eğitim sistemini, kültürel yeniden-üretim bağlamında değerlendirmiş olmasıdır. Geleneksel olarak eğitim sisteminin “kurumsal gruplar” ya da “rutin mekanizmalar” tarafından işletildiği ve kuşaklar arasında bir aktarım misyonu üstlendiği (Durkheim) varsayılır. Oysa eğitime ilişkin beklentiler ile sınıfsal kökenler arasında kültürel sermayenin

belirleyiciliği vardır (Bourdieu 1973: 72–73). Bir başka ifadeyle eğitim alanı kişinin mensubu olduğu sınıfsal konuma göre bir tasavvur ve olanak imkânına sahiptir. Aktarımlar bu tasavvurların erişebildiği sınırlara kadar ulaşabilir ve ancak kişilerin olanakları nispetince aktarımlardan istifade edebilirler.

Sınıf kavrayışı Bourdieu (2006: 24–27) sosyolojisinde Marxist bir bağlama yaslanır ancak bu kavrayışın sınırlılıkları vardır. Marx’ın sınıf analizi ile Bourdieu’nun sınıf kavramsallaştırmasının en önemli farkı sınıfların eğilimleri ile ilgilidir. Marxist sınıf kavrayışı sınıf çatışmasına, dolayısıyla birbirine karşıt olarak kurulan ve diğer sınıfın kapladığı alanı kontrol etme arzusu yönünde örgütlenmesine dayanan bir yaklaşımdır. Bourdieu için bu sınıf kavrayışı eksiktir. Öncelikle sınıfsal tabakalaşma/sınıflı toplum yapısı toplumsal yapının içerinde kurulurken kendi aurasını da yaratan bir stereotiptir. Bu nedenle bir araya gelen insanlar öncelikle bu auranın ürettiği ortaklık duygusuyla birleşir ya da bir araya gelirler. Sınıfsal konumlarının ürettiği kişisel özellikleri sahiplenirken ve kendi habituslarının sınırlarını belirlerken bu benzerlik duygusunun rolü büyüktür.

Toplumdaki sınıfsal yapı kendini eğitim alanı aracılığıyla yeniden-üretir. Bu durumun eğitim alanına öncelik tanıyarak sürdürülmesinin nedeni sermayelerin alanlar üzerindeki dağılımı ile ilgilidir. Toplumda ekonomik sermaye olduğu kadar kültürel, sosyal ve simgesel sermayelerin ve bunların alt türevlerinin bulunduğundan yukarıda söz etmiştir. Eğitim alanı kültürel sermayenin tezahür ettiği alandır ve eğitim sermayesinin oluşmasını sağlar. Kültürel sermaye, tıpkı ekonomik sermaye gibi sınırlıdır ve belli gruplarda toplanır. Bu nedenle paylaştırılan kültürel sermayeden istifade edebilmek için ilgili habitusa sahip olmak gerekir. Bu habitusa sahip olmayanların kültürel sermayenin bu yönünden istifade etmeleri çok sınırlıdır. Dolayısıyla kültürel sermayenin eğitim üzerine yansıması ve eğitimsel sermayeyi üretmesi belli sınıfsal durumlar içerisinde gerçekleşir ve sınıfsal farklılıkları gösterdiği gibi aynı zamanda bu farklılıkları yeniden-üretir. Buradan hareketle Bourdieu (1976: 110) eğitimin, hem sınıflı toplumsal yapıyı meşrulaştırdığını hem de aileden devralınan kültürel mirasın/kültürel sermayenin içselleştirilmesini sağladığını ifade eder.

Kültürel sermayenin, aileden ve ailenin geçmişinden miras alınan bir sermaye olduğunu göz önüne aldığımızda grup ve gruplar-arası ilişkilerin (bir anlamda sosyal sermayenin), deneyimlerin, bilgi düzeyinin, eğitim geçmişinin/eğitime dayalı kariyerin kültürel sermayenin oluşumundaki rolünü anlayabiliriz. Hayata başlama aşamasında olan bir çocuğun eğitimle ilgili olarak kariyer bariyerleri ile karşılaşması, doğal olarak kültürel sermaye düzeyinin düşük kalmasına ve bir anlamda “kültürel mahrumiyet” yaşamasına neden olacaktır.

Kariyer bariyerleri kavramını Bourdieu’nun izini takip ederek eğitim

sosyolojisi ile ilgili olarak önermekteyiz. Kariyer bariyerleri özellikle işçi sınıfını da kapsayan alt-sınıflar için kullanılmıştır. Başlangıçta, eğitimsiz ailenin kültürel sermayesinin (ve doğal olarak eğitim sermayesinin) düşük kalmasından dolayı çocuğun eğitiminin, aile tarafından standart prosedürler halinde değerlendirilmesi ve bulunan/yaratılan ilk boşlukta çocuğun eğitimsel alan ile bağlarının koparılmasını içerir. Bir kere eğitimsel alan ile bağlar kopunca, çocuğun kariyer olanakları daralır ve çocuk iş yaşamında yerini aldığında, sadece sınırlı seçenekler içerisindeki “paket iş”lere yönelik girişimlerde bulunabilir. Bu alanı delmeye çalıştığı her yerde kariyer bariyerleri ile karşılaşır. Örneğin ilerleyen zamanlarda okulu “dışarıdan” bitirecek olsa paket işler dışındaki sektörlerde okulu dışarıdan bitirmiş olma bariyeri ile karşılaşır. Hiçbir yönetmelikte, kanun maddesinde açık bir biçimde belirtilmese de geçerli bir okul aidiyetine (diplomaya) ve onun ürettiği ilişkilere sahip değildir.

Bourdieu toplumsal sermayelerin tümünün hem maddi hem de sembolik materyaller olduğunu ve bir değişim sistemi içerisinde toplumsal ilişki biçiminde hareket etmesini (Harker 1990: 13) vurgulayarak katı sınıfsal açıklamalar ile mesafesini korur. Ancak toplumsal eşitsizliğin hem sermayeler hem de habituslar aracılığıyla devam ettirilmesi toplumun sınıflı görünümünü korumasını sağlamaya devam eder.

Bourdieu açısından okul kurumu, okulun bizatihi kendisi kültürel sermayenin yeniden-üretilmesini sağlayan mekanizmalardan biridir. Okul kurumunun içerisinde

var olan eşitsizlik basit ama tanımlayıcı alanlarda, örneğin aileden veya yaşanılan alanlardan edinilmiş şive gibi, konuşma biçimine bağlı olarak elde edilen dilsel sermayeye/jargona (linguistic capital) bağlı olarak), ortaya çıkmaktadır. Bourdieu’ya (1990: 72–74) göre dil basit bir iletişim aracı değildir. Dilin içeriğinde ve kullanımında kültürel sermayenin yansıdığı bir çok durum söz konusudur; örneğin kullanılan kelimelerin yapısı, kelime haznesinin genişliği, cümle yapılarının karmaşıklığı, mantıksal ya da estetik olup olmaması gibi bir çok durumu ekleyebiliriz. “Eğitimsel ölümlülük” sınırı dilin kullanım süreciyle ortaya çıkar: öğrencinin eğitim dili (eğitim alanının ürettiği şifrelerden, kodlardan, dilsel yapılardan, anlam kalıplarından) ile arasındaki mesafeye bağlı olarak bir eğitimsel ömür biçilebilir. Dolayısıyla ekonomik ve kültürel sermaye bakımından görece düşük olan işçi sınıfına ve orta sınıfa mensup öğrencilerinin dilin kullanımında belli bir beceri göstermeleri için çaba göstermeleri gereklidir. Ancak dil tek ölçü değildir. Aşılması gereken birçok kariyer bariyeri vardır. Örneğin yüksek eğitim yapmak

Belgede Toplumsal sınıflar ve eğitim (sayfa 97-110)

Benzer Belgeler