• Sonuç bulunamadı

3. OSMANLI’DA BAHÇE ANLAYIŞI VE OSMANLI SARAYLARI’NDA DIŞ

3.1. Osmanlı’da Bahçe Anlayışı

Osmanlı Türkleri, Türk “peyzajist-doğal” bahçesini doğuran görüş ve zihniyeti, yurdumuza gelinceye kadar etki altında kalmadan içlerinde taşımışlar, tanıştıkları kültürleri kendi geleneklerine uygun olarak yeni baştan yoğurmuşlar, bahçelerini doğanın bir parçası olarak ele alarak yepyeni bir kompozisyon yaratmışlardır. Ayak bastıkları toprakları, ağaçlar, çiçekler dikerek yalnızca zenginleştirmiş ve güzelleştirmişlerdir (Eldem, 1976, s.341 ; Atasoy, 2002, s.21).

Osmanlı Türklerinde çiçekçilik ve bahçecilik, bir fen ve sanat dalı olarak görülürken bu alanda yetişmiş olan uzmanların sayısı, diğer milletlerinkiyle her bakımdan boy ölçüşecek durumdaydı. “Tezkire-i şukûfeciyan”, “Revna-ku’l ezhâr”, “Şukûfenâme”, “Ferahnâme” gibi bu düşünceyi kanıtlayan ve hicri 900 (1495) tarihinden çok daha eskiye uzandığını gösteren tarihi kaynaklar bulunmaktadır (Erdoğan, 1958, s.150).

Osmanlılarda hasbahçede çiçek yetiştirmek her devirde önemli bir tutku olmuştur. Fatih’ten başlayarak padişahların büyük bir bölümü bahçeyle yakından ilgilenmiştir. Edirne’den gül, Halep’ten zambak getirtmişler, leylak, karanfil, laleyi özellikle bahçelerinde görmek istemişlerdir. Lale sevgisinin bir döneme adını verecek kadar ileri düzeyde olduğu açıktır (Evyapan, 1972, s.18).

Kanuni Sultan Süleyman döneminde İstanbul’a gelen Avusturya imparatoru Ferdinand’ın elçisi G. De Busberg Osmanlıların çiçek tutkusunu şöyle anlatmaktadır (Evyapan, 1972, s.18):

İstanbul’a yaklaşmıştık. Buradan geçtiğim zaman her yanda nergis, sümbül, lale gibi türlü çiçekler gördük. Bunların kış ortasında açmış olmaları şaşılacak şeydi. Çünkü mevsim elverişli değildi. Çiçekler o kadar güzel kokuyordu ki, bizler gibi alışık olmayanların başını döndürüyordu [ …] Türkler, çiçeklere pek düşkündüler […] Bir güzel çiçek için pek çok para vermekten çekinmezler […]

Milli bir zevk ve duygunun ürünü olan Osmanlı devri bahçesinde, süsten ziyade mantık ve fayda ön plandaydı. Bu nedenle, çiçek kadar meyve ve ağaca da değer veriliyordu (Erdoğan, 1958, s.151). Osmanlılar, bahçelerini düzenlerken önceden saptanmış kesin kurallara uygun tasarımlar yapmak yerine arazinin topografyasına, iklimine uygun akılcı çözümler geliştirmişlerdir. Akarsu geçen yerleri bahçe mekânı olarak seçmişler böylelikle su kanalları yapmak gibi çok masraflı bir işten kaçınmışlar, ağaçlarla bahçeleri zenginleştirmişler, çiçekleri tarhlar içinde düzenlemişler ama bunu bile doğal görüntüyü bozmadan gerçekleştirmişlerdir. Osmanlı bahçeleri katı bir düzeni olmamasına karşın düzensiz de değildir (Atasoy, 2002, s.27).

Osmanlı bahçeleri de diğer İslam ülkelerinin bahçeleri gibi öncelikle çiçeği, meyvesi, suyu, huzur veren yeşilliği, serinliğiyle cezbeden bir “cennet bahçesi” yaratma amacıyla düzenlenmişlerdir. Ancak bu bahçeler, diğer İslam ülkeleri bahçelerine göre çok daha küçük ölçekte, mütevazı, doğaya fazla müdahale etmeden planlanan doğayla iç içe mekânlardır. İran ve Hint-Moğol peyzaj sanatının esas şeması olan “Cihar Bağ” sistemi uygulaması Osmanlılar’da Karabali Bahçesi ve Sultaniye Bahçesi gibi birkaç bahçeyle sınırlı kalmıştır (Atasoy, 2002, s.21).

Osmanlı devrinde bahçe, bir ev veya bir konağın, bir köşk veya bir sarayın en önemli bölümünü oluşturmaktadır. İstanbul’da her ev veya konakta olduğu gibi padişaha ait saray, kasır ve köşklerin de birer bahçesi olduğu muhakkaktır.

Topkapı Sarayı’nın hasbahçesi içindeki binaların çoğu ilim ve sanat öğretilen birer atölye idi. O zamana göre bir ilim ya da sanat akademisi sayılan bu yere “Hasbahçe” denilirdi. Hatta Osmanlı’nın büyük mimarları Mimar Sinan ve Mimar Mehmed Ağa da hasbahçedeki bu atölyelerde eğitim görmüşlerdir (Erdoğan, 1958, s.151-152).

Osmanlı padişahlarının, gelirlerinin bir kısmını temin etmek ve özel zevklerini tatmin etmek amacı ile İstanbul’un çeşitli yerlerinde bahçeler tesis etmeleri çok eski bir gelenektir. Bu iş için, dokuz dereceli bir sınıf olan “bostancı ocağı” kurulmuştur. Bahçe ve bostan işinden sorumlu olan bostancılar iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısım yirmi bölükten oluşmakta ve Topkapı sarayı bahçelerine bakmaktaydı.

Saray dışındaki bahçe ve bostanlarda çalışan ikinci kısım ise “üstad” denilen başlarının denetimi altında birbirinden ayrı bölükler halindeydi. Daha ileriki dönemlerde dış bahçelere de “Hadaik-i hassa” denilmiş ise de gerçekte “Gılman-ı Bağçe-i hassa” adı verilen bostancıların çalıştıkları bölge hasbahçe idi (Erdoğan, 1958, s.152).

Devlet protokolünde önemli bir yeri bulunan Bostancıbaşı’nın görevi, Fatih Kanunnâmesi’nde şu şekilde yer almaktadır: “Bağçeye Bostancıbaşı konulmuştur; kayığa girildikçe bostancı kürek çekip o dümen tuta.” Marmara, Karadeniz ve Haliç kıyılarının asayişinden sorumlu olan Bostancıbaşı, padişahın yaptığı gezintilerde dümeni tutar, hasbahçede gezerken de yanında bulunurdu. Ayrıca İstanbul Bostancıbaşı, her yıl idaresi altında bulunan bütün bahçelerde yetiştirilip satılan ürünlerin kaydını ayrıntılı biçimde işlediği defterini zamanı geldiğinde padişaha teslim etmekle yükümlüydü (Ayvazoğlu, 1995, s.94).

1588 yılında, Topkapı Sarayı dışında yer alan bu bahçelerin sayısı 39 olarak tespit edilmişti. 17. yüzyılda bu sayı 61’e yükselir. 1778 tarihli ulûfe defterinde hasbahçe sayısı 62 olarak görülmektedir. Bu bahçelerin bir kısmı aynı zamanda halka açık mesire yerleriydi. Hasbahçelerin hemen hepsinde, sultanın günlük gezilerinde ve av partilerinde dinleneceği, çeşitli eğlenceleri izleyeceği köşk ve kasırlar inşa edilirdi. Bazılarında ise, sultanın harem halkıyla birlikte bir süre kalabileceği daireler bulunurdu (Artan, 1993, s.543 ; Ayvazoğlu, 1995, s.94).

İstanbul, Edirne başta olmak üzere, Amasya, Bursa, İzmit gibi yerlerdeki padişaha ait bahçeler de bostancıların yönetimindeydi (Atasoy, 2002, s.268). Osmanlılar doğaya karşı duydukları saygı ve sevgiyi, doğa ortasında kurdukları bahçelerde gösterdikleri ölçülülüğü ve alçakgönüllülüğü 19. yüzyıl başlarına kadar sürdürmüşlerdir (Eldem,