• Sonuç bulunamadı

Oksidentalizmi Ortaya Çıkaran Sebepler

19. yüzyıla gelindiğinde dünyanın genel durumuna göz atmak, oksidentalizmin filizlenmesine neden olacak genel durumu anlamada bize yardımcı olması bakımından önemlidir. Bu asrın sonları yaklaştığında Avrupamerkezli oryantalist yaklaşımın inşa ettiği; siyasi, askeri güçle desteklenen ve yeryuvarlağın %85’ini kontrolü altına alabilmiş ezici bir hâkimiyet görüntüsüyle karşılaşılmaktadır. Buna göre Avrupamerkezci bilim anlayışının inşa ettiği Sosyal Darwinizm’le sistematikleştirilmiş, dünyanın biricik modernliğinin ancak Batı modernliği olabileceğini dayatan, bunun dışında kalan toplumlar için alternatif bir gerçeğe yer bırakmayan; askeri, siyasi ve ekonomik güçle pekiştirilen Batı gerçekliği kendini tüm gücüyle bilimsel, felsefi, askeri vb. tüm alanlarda dayatmaktadır. Bazen medenileştirme misyonunun da işe koşulduğu bu durumda Batı dışı toplumlar için tek seçenek bulunmaktadır. Bu seçenek, Batı dışı toplumların modernleşmesi bilimsel olarak çok da mümkün olmadığı için, Batı’nın modernleşme ve medenileştirme misyonunun gerçekleşmesini sağlayacak olan işgale razı olmaktır.

Bu dönemde Batı’nın yegâne zorunlu istikamet olarak imlediği bu yaklaşıma karşı durma çabası sergilemeye çalışan sadece iki direnç noktasından

bahsetmek mümkündür. Bu direnç noktaları Yakın Doğu’da Osmanlı imparatorluğu ve Uzak Doğu’da Japonya’dır. Özellikle Batı dışı toplumlar tarafından çoğu zaman teknik, askeri ve ekonomik açıdan karşı durulamayacağı içselleştirilen Batılı gücün özellikle –nadir de olsa Japonya ve Osmanlı karşısında- yenilgiler almaya başlaması Batı dışı toplumlar açısından yıkılamaz/karşı konulamaz sanrısının sorgulanmasını da beraberinde getirmiştir. Özellikle Japonların Ruslara karşı kazandıkları Tusişima zaferi, Osmanlı ordularının kazandığı Kutü’l-Amare ve Çanakkale zaferleri, sonrasında kazanılan İstiklal Harbi; Batı dışı toplumların zihinlerinde Batılı güçlerin yenilebilirliğine dair ciddi etkiler uyandırmıştır. Daha sonraki dünya savaşlarını, kurulan sömürgeci düzenin yavaş yavaş güç kaybetmeye başlamasını da beraberinde getirmiştir. Bunun yanısıra dünya savaşlarında, sömürülen halkların da işgalci devletlerle birlikte savaşa katılmaları, mevcut sistemi yakından tanımaları bakımından onlara ciddi katkılar sağlamıştır. Bu gelişmeler sonucunda sömürge ülkelerinde işgalciler açısından sorunlar baş göstermeye başlamış, özellikle İslam âlemindeki sömürge ülkelerinde sistemin işletilmesinde ciddi sorunlarla karşılaşılmıştır. Sömürge askerlerinin katıldığı savaşlar, bu toplulukların kendilerinin de güç denkleminde aslında özgül bir ağırlıkları olduğu gerçeğini anlamalarını sağlarken bu toplulukların silah, teçhizat ve eğitim birikimi kazanmalarının da önünü açmıştır. (Bulut, 2014:136) Böylece o ana dek yalnızca sayı, malzeme ve nesne değeri taşıyan toplulukları, kazandıkları bu bilinç sayesinde “Batı, ilk kez düşünen,

incinmiş ve talepkâr bir özne olarak karşısında bulmaktaydı.” (Bulut, 2014:122)

Üstelik bu özneler kazandıkları bu yeni bilinçle, kendilerine ait toprakların ve değerlerin kendilerine iade edilmesi için öngörülemeyen bir savaşım vermekten de kaçınmamaktaydılar.

Bu durumun dünya üzerinde gittikçe yaygınlaşmasını, aslında Japonya ve Osmanlı devleti /Türkiye Cumhuriyeti tarafından ilk taşları döşenen bir yolda atılan adımlar olarak görmek mümkündür. Söz konusu mücadelenin giderek sertleşmesi ve dünya çapında yaygınlaşması sonucunda sömürmenin maliyetinin artması ve karşılanamaz hale gelmesi, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgeciliğin yeni bir organizasyon geliştirmesini; sömürünün yeni yolu olarak dekolonizasyon yaklaşımını ve çok uluslu şirketleri ihdas etmesini gerektirmiştir. Savaşın ardından

hızlı bir biçimde sona eren sömürgecilik döneminin devamını; kolonize edilmiş insanlar kültürel ve siyasal açıdan, çok uluslu şirketler ise ekonomik açıdan yürütmekle yükümlü hale gelmiştir.

Her ne kadar görünürde bağımsızlık kazanılmış, fiili sömürgecilik sona ermiş görünse de inşa edilen yeni durum, -özünde- eski halin daha masrafsız ve zahmetsiz bir biçimde devamını sağlamanın ötesinde bir farklılık getirmemektedir. Bu yeni durum “yeni koşullara uygun değişik türden bir ‘bağımlılaşma’yı”, “kullanılan ekonomik ve başka yöntemler, ‘gözle görünmez’ muazzam bir yeni

sömürge imparatorluğunun kurulmasını” (Bulut, 2002:36) mümkün hale getirmiştir.

Özellikle bağımsızlığını yeni kazanan ülkeler için kullanılmaya başlanan “üçüncü dünya ülkeleri” ve “gelişmekte olan ülkeler” nitelemeleri var olan eşitsizliğin aynen devam ettiğini ortaya koymaktadır. Kısacası inşa edilen yeni sistem uzun zamandır devam eden sömürü eyleminin günün şartlarına uygun ve daha verimli işler hale getirilmesinden başka bir şey değildir.

Yaygın olarak İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde yaşanan bu gelişmelerden sonra ortaya çıkan görece bağımsızlık görüntüsü, içerisinde değişik türden bağımlılıkları da içeren ve zaman zaman aldatıcı olabilen bir karmaşa dönemine işaret etmektedir. Askeri ve siyasi bakımdan ortaya çıkan bağımsızlık niteliği birçok alan için sözkonusu değildir. Özellikle kültürel/bilimsel alandaki bağımlılık, Avrupalı bilim adamının yerine ikame edilen “yerli araştırmacı”ların zihninde kendini yeniden inşa etmiştir. Sömürü döneminin kültür ve eğitim yatırımlarının bir sonucu olarak ortaya çıkan yerli düşünürler/ akademisyenler/bilimadamları için biçilen rol, Avrupa’nın evrensel gerçeklerinin yerel niteliklere sahip insanlar tarafından benimsenmesi, benimsetilmesi ve savunulmasından ibarettir. Uzun yıllar devam eden bu kültürel yatırımın sonucunda ortaya çıkan yerli elitin yaratılma sürecini ve dramını dile getiren Sartre, ortaya çıkan tabloyu şöyle betimlemeye çalışır:

“Tıpkı bir çocuğun annesini sevmesi gibi, yerlilerin de efendilerini sevmeleri gerekiyordu. Ve Avrupalı elit bu amaçla bir yerli elit oluşturmaya girişti. Ergenlik çağındaki umut vaad eden gençleri topladı, bunların alınlarına kızgın demir ile Batı kültürünün ilkelerini damgaladı ve ağızlarını tumturaklı, parlak sözcüklerle tıkadı. ‘Anavatan’da kısa bir düre tutulan bu gençler ‘beyaza boyanmış’ olarak memleketlerine geri gönderildiler. Bu yürüyen yalanların, artık, Batı’da öğretilenleri tekrarlamaktan başka kardeşlerine söyleyecek bir şeyi kalmamıştı. Paris’ten, Londra’dan ve

Amsterdam’dan belli sözcükleri piyasaya sürüyorduk, örneğin ‘Partenon’ ya da ‘kardeşlik’ diyorduk, Afrika ya da Asya’da bir yerlerde dudaklar kıpırdıyor ve tekrarlamaya başlıyordu: ‘…tenon’, ‘…lik’…” (Jean Paul Sarte –Yeryüzünün

Lanetlilerine Önsöz’den.)

Bütün bu yatırımlara rağmen uzun yıllar boyunca Avrupalı olmayan bir araştırmacının, sosyal bilimcinin tezlerini dikkate almadan yoluna devam eden “bilimsel anlayış”, ortaya çıkan görece bağımsızlık döneminde, yeni duruma uygun şekilde inşa edilmiş zihinlere sahip yerli araştırmacıların bu alana girebilmesine izin verse de bu iznin aslında bir onay işleminden sonra geçerli hale geldiğini söylemek mümkündür. O ana değin sadece Avrupalı uzmanın uzanamadığı, giremediği alanlarda bilgi taşıyıcılığı görevi üstlenen yerli araştırmacının verileri ancak Batılı bilimsel otorite tarafından onandıktan sonra değer kazanırken yeni durumla birlikte yerli araştırmacı da bilgi üretebilme hakkına kavuşmuştur. Buna rağmen bu bilginin Avrupamerkezci anlayıştan kurtulmuş salt bir bilgi olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü:

“Pazarda onay gören yerli -uzmanın ürettiği- bilgi de en nihayetinde Batılı bilginin evrensel dolayısıyla doğru olduğunun kabulünden hareketle üretilmiş olmalıdır. Başka bir deyişle Batı-dışı toplumlarda üretilen bilgi, Batılı bilgi üretim şablonlarına uygun bir biçimde üretildiği için ‘akademik pazar’da kabul görmektedir. Üretilen bilginin ya da Batılı akademik çevrelerde ‘dikkate alınan’ ve ‘ilgiyle izlenen’ Batı-dışı toplumların yazarlarına bakılacak olursa bunların büyük ölçüde Batılı akademik çevrelerden ‘icazetli’ oldukları görülecektir. Batılı şablonlara uymayan ya da Batılı dogmaların ötesinde üretim gerçekleştiren yazarlar, çoğunlukla ‘akademik standartlara uymamak’ ile ‘ideolojik’, ‘dogmatik’, ‘fanatik’ ve ‘saldırgan’ olmakla suçlanacaklardır. Ayrıca söz konusu yazarların eserlerinde temel alınan referanslara bakıldığında da görülür ki neticede eseri değerli kılan şey, sahip olduğu tez veya tezlerin geçerliliği değil, yazarının ‘hangi akademik -ve emperyal- çevrelerle ilişkili olduğudur.” (Bulut, 2014:144)

Tüm dünya çapında yaşanan ve bilim/sanat/düşünce alanları bakımından kısmi bağımsızlık biçiminde nitelenebilecek dönemin ardından bilginin siyasallaşması/ideolojik hale gelmesi probleminin de bir anda Batı bilim dünyasında tartışılmaya başlanması ilgi çekici ve incelenmesi gereken bir durumdur. Bu itirazın yaygın şekilde ortaya konması dekolonizasyon süreci ve yerli araştırmacının – görece- bağımsızlığını kazanmasıyla aynı tarihlere rastlamaktadır. Metin’in belirttiği gibi Batı dışında üretilen bilginin, Batı’nın zihinsel şartlarına uyumlu olmaması halinde “akademinin/bilimin standartlarına uygun olmayan” bilgi olarak nitelenmesini aslında bilimsel ve her türden bilginin standardını ve geçerliliğini belirleme hakkını Batı’nın hâlâ kendisinde gördüğüne dair bir kanıt olarak görmek

mümkündür. Bu gelişmeyi sorunsallaştıran Hanefi’ye göre söz konusu itiraz “güç

dengesi[nin] Avrupa'dan ‘üçüncü dünya’ya ve merkezden çevreye dön”mesiyle

ilgilidir. (Hanefi, 2007:90) Bilimin başka değişkenlerle her zaman aslında iç içe olduğuna ve bunun dünya tarihi boyunca kaçınılmazlığına işaret eden Hanefi’ye göre

“Sadece klasik oryantalizmde değil Avrupa bilimlerinde, beşeri bilimlerde, sosyal ve hatta fen bilimlerinde de bu durum yaşanmıştır.” Dolayısıyla ona göre, bu itirazın bir

güç dengesi değişimi dışında işaret ettiği başka bir gerçek bulunmamaktadır. Aynı zamanda dünyada sadece bir kültürün evrensel olma hakkına sahip olduğu dair Avrupa inancının bu güç dengesiyle yakından ilintili olduğunu belirten Hanefi’ye göre:

“Gerçekte ‘dünya kültürü’ merkez tarafından çevreyi daha çok domine etmek ve onu kültürsüzleştirmek için yaratılmış bir mitten başka bir şey değildir. Bu dünya kültürü miti de yine merkez tarafından kontrol edilen kitle iletişim araçları sayesinde yaratılmış ve yaygınlaştırılmıştır. Büyük K ile yazılabilecek hiçbir kültür yoktur. ...[ve] Tarih boyunca süregelen kültürler arası etkileşim hiçbir zaman bir kültürün diğerini kültürsüzleştirmesi anlamına gelemez.” (Hanefi, 2007:90)

Bu bakımdan dekolonizasyon döneminde ortaya çıkan en değerli ve ufuk açıcı düşünce, Hanefi’nin ifade ettiği biçimiyle söylemek gerekirse “Büyük K ile

yazılabilecek hiçbir kültür”ün olmadığı gerçeğidir. Empoze edilen “Kültür”ün

aslında bir “zihin transformasyonu” olması –en azından İslam dünyası özelinde- bu zihin transformasyonuyla “zihniyetimiz dönüştür[ül]meye başla[nmış], kendimize

olan güvenimiz yok edil[miş], alternatif kaynaklarımız kurutulmaya başlan”mıştır.

(Davutoğlu, 2002:51)

Bu anlama biçimine karşı itirazların özellikle/öncelikle Batı öncesi dönemde birer “kültür havzası” olarak tanımlanabilecek –örneğin Çin, Hindistan, Türkiye, Mısır gibi- ülkelerden yükselmesi bizce son derece anlaşılabilir bir tarihsel birikimin –her ne kadar Batılı bir bakış açısıyla donansa da- söz konusu ülkelerin elitlerini hem bilimde hem de gündelik yaşamda rahatsız etmesine bağlanabilir. Bu yaklaşımımıza en basit biçimiyle bir örnek vermek gerekirse İstanbul’da (ya da Bursa’da, Konya’da, Kayseri’de, Erzurum’da) yaşayan ve gördüklerini bir bilim adamı ya da düşünür dikkatiyle süzebilme yetisine sahip birine, gündelik hayatını sürdürdüğü şehir merkezinde yükselen Batı öncesi döneme ait bir eser bile sorgulayıcı bir zihniyet kazanabilmesi için yeterli başlangıç noktasını teşkil edebilir. Asırlar öncesinden

kalan bir cami, bir medrese, bir kütüphane ya da bir kompleks biçiminde günümüze kadar ulaşabilmiş bir külliye; bir Türk bilim adamı ya da düşünürü için Batı dışında da bir üslubun, bir alternatifin olabildiğini ve olabileceğini gösteren yeterli bir hareket noktasını oluşturabilir. Kütüphanelerin ve arşivlerin raflarında var olan milyonlarca belge ve eserin varlığı, aslında “Büyük K ile yazılabilecek hiçbir

kültür”ün bulunmadığı gerçeğinin hayatımızda tebellür eden belki de çoğu zaman

hiç dikkat etmediğimiz sıradan gerçeklikleridir. Dolayısıyla ilk itirazların bu havzalardan gelmesi bu bakımdan şaşırtıcı değildir. Söz konusu itirazların sonucunda ortaya konan ve katetmesi gereken uzunca bir yolu bulunan oksidentalizm, bu bakımdan bir güç ilişkisi içerisinde kendini özne olarak konumlandıran Batı’nın nesne haline gelmesi; nesne konumunda bulunanların ise özne olarak; inşa edilen bilim, düşünce, felsefe geleneğini yeni baştan ve kendi “kültür”leri çerçevesinde gözden geçirip kendilerini yeniden inşa etme çabaları olarak görülmelidir. Üstelik tarihin devam ettiğini ve iddia edildiği gibi Avrupa düşüncesinin tarihin sonu olmadığını düşündüğümüzde ilerleme ve tarihin yazımı, Jack Goody’nin söyleyişiyle “devam eden ve bölgelerin birdirbir oyunundaki gibi yer aldığı bir

süreçtir.” (aktaran: Hobson, 2015:304)

Benzer Belgeler