• Sonuç bulunamadı

Her medeniyetin kendini devam ettirebilmek ve kendine has bir telakki inşa edebilmek amacıyla ortaya koyduğu “ben-idraki” kavramına ve Avrupa’nın kendini inşa ettiği üç temel kaynağa değinmiştik. Ben- idrak’leri değişik membalardan beslenerek belirli bir süreç içerisinde meydana gelen ve toplumsal belleğin dayanak noktasını oluşturan tarihsel birer kendini inşa sürecinden başka bir şey değildir. Ancak bu inşa süreçlerinin birden bire gerçekleşmesi, sonuçlarının aniden ortaya çıkması mümkün değildir. Belli bir olgunlaşma sürecinden geçen ben-idraki, bu süreçte yaşanan olaylardan etkilenir ve içiçe geçmiş tüm bu süreçlerin sonunda ancak ortaya çıkabilir.

Türk milletinin İslam’la tanışmasından hemen sonra başlayan kendini inşa süreci yüzlerce yıl sürerek ancak Selçuklu ve Osmanlı tecrübesi olarak kendini tebarüz ettirebilmiştir. Türk boylarının sekizinci asırdan sonra İslam’la tanışmaya başladıkları düşünüldüğünde yaklaşık üç asırlık bir kabullenme, içselleştirme sürecinden bahsetmek mümkündür. Özellikle Osmanlı tecrübesi düşünüldüğünde bu süre daha da uzamaktadır. Ancak süre, böylesine bir kimlik oluşturma süreci için tek başına bir ölçüt değildir. Bu süre içinde ben-idrakini oluşturan şartların ve düşüncelerin ancak tam içsellikle kabul edilmesi ve bu içsel kabulleri yansıtan eylem dünyasının ortaya çıkması söz konusu değişimi mümkün kılar.

Bu nedenle Selçuklu-Osmanlı izleğinde Türk milletinin inşa ettiği ben- idraki için söyleyebileceğimiz hususların hepsi diğer milletlerin ben-idraki oluşturma süreçleri için de geçerlidir. Üstelik ben-idrakleri sadece soyut kavramlar olarak değerlendirilemez. Ben- idraki, her ne kadar varoluş, dünyaya ve olaylara bakışta kendine has kıstaslar oluşturma anlamına gelse de bu kıstasların hayatın her alanına yansıması durumunda düşünce-yaşam/eylem birlikteliğinin sağlanabilmesi mümkün olur. Milletlerin sağlam bir ben-idrakine sahip olmalarının en önemli işareti bu düşünce-eylem bütünlüğüdür. Medeniyetin tam anlamıyla kendini inşa edebilmiş sayılmasının temel şartı da adı geçen bu düşünce-eylem bütünlüğünün kurulabilmesidir.

Bir medeniyetin ben-idrakini etüt etmenin en kolay yolu, söz konusu medeniyetin insan, doğa, zaman gibi bazı temel alanlara yaklaşımını gözlemlemekten geçmektedir. Böylece, medeniyetlerin; mekân, zaman, bilgi, insan-tabiat ilişkisi, insan-tanrı ilişkisi ve insan-insan ilişkisine bakarak o medeniyetin ben-idrakini çözmek mümkün olabilecektir. Biz de buradan hareketle medeniyetlerin yaklaşımlarını ana çizgiler halinde vermeye ve buradan hareketle “öteki”nin bu yaklaşımlardan nasıl etkilendiğini ortaya koymaya çalışacağız.

Çalışmamızın bu bölümünde inceleyeceğimiz ilk ben-idraki ‘güçlü ve sert’ olarak nitelenebilecek olan ben-idrakidir. Felsefi ve metafizik açıdan üzerinde düşünülmüş ve iyi tasarlanmış, güçlü bir yapıya sahip olan bu ben-idraki, kapsamlı ve tutarlı yapısından ötürü, başka medeniyetlerin kendisini son derece sınırlı etkileyebildiği bir yapıya sahiptir. Her ne kadar tutarlılık ve güçlülük bakımından bazı olumlu yanlara sahip gibi görünse de karşılaştığı diğer medeniyetlere karşı dışlayıcı ve sert bir tutum sergiler. Bu tutumun sonucu olarak sözkonusu anlayışın hayata yansımasının güç merkezli bir yansıyış olduğunu söylemek gerekir. Dereceleri ve yansıması bakımından birbirinden farklı tonları bulunsa da güçlü ve sert ben-idrakine sahip medeniyetlerde dışlayıcılığın keskin bir şekilde kendini gösterdiğini söylemek mümkündür. Yalnızca kendini merkeze alan ve diğer medeniyetlerle alışverişi ve işbirliğini askıya alan bu yaklaşımda, belirleyicilik vasfı ancak tek bir medeniyete tanınmış olup diğerlerinin bu konuda edilgenlik dışında bir seçeneği yoktur. Bu bakımdan, Batı medeniyetinin temel yaklaşımı olan “West and

the rest” biçiminde özetlenebilecek anlayışının bunun en güzel örneği olduğunu belirtmek mümkündür. Bu medeniyet yaklaşımında keskin kategorik yaklaşımlar gözlemlemek mümkündür. Bu bakımdan Avrupa ben-idrakinin, Roma siyasi ve kültürel yapılarının barbar Germen kabile alışkanlıklarıyla yoğrulması sonucu ortaya çıktığını söylemek ve hala Hrıstiyanlık öncesi barbar kavimlerin bu yaklaşımın sert ve dışlayıcı yaklaşımını görebilmek mümkündür.

Batı medeniyetinin mekânla ilgili en temel önermesinin “Batı ve özellikle

Batı Avrupa ve Kuzey Amerika dünyanın merkezini oluşturur diğer bütün bölgeler bu ana kuvvetin çevresini teşkil ederler.” (Davutoğlu, 1997:23) şeklinde biçimlendiğini

belirten yazara göre bu yaklaşım mekâna dair iki farklı davranış biçiminin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunlardan ilkinde Batı medeniyeti, gittiği yerlere kendi kültürel kodlarını taşıyarak oraları da medeniyetinin bir parçası haline getirmiştir. Bu toprak parçalarında yaşayan kültürlerin tasfiye edildiği bu yaklaşım, Amerika, Avustralya gibi yenidünya topraklarında karşımıza çıkan uygulamalarda kendini gösterir. Ancak sürekli kalabileceği bir durumun olmadığı, sadece kaynakların Batı’ya aktarıldığı topraklarda da benzer bir durum yaşanmış, bu topraklarda yaşayan insanlar ve kültürlere hiçbir zaman bir eşdeğerlilik yaklaşımı sergilenmemiştir. Bu topraklara örnek olarak verilebilecek Hindistan ve Uzak Doğu ülkelerinde yerli kültür neredeyse tamamen tahrip edilmiştir. Özellikle Endülüs örneğinde kültürel ve etnik bir temizlik tüm gücüyle uygulanmıştır. Bu alanlarda ve Batı medeniyetiyle karşılaşılan diğer alanların tamamında Batı medeniyetiyle yerli medeniyetler arasında bir işbirliğinin inşa edilebildiğini söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla Batı mekân anlayışının, ortak bir varoluş zemini tanımayan, karşılaştığı tüm medeniyet ve toplumlara kendi değerlerini dayatan bir yaklaşım içinde olduğu söylenebilir. Bu yönüyle güçlü ve sert ben-idrakine ait mekân yaklaşımının temelde tasfiyecilik biçiminde ortaya çıktığını görmekteyiz.

Batı medeniyetinin zaman anlayışını da sürekli bir ilerleme ve mükemmelleşme içeren doğrusal ilerleyen bir zaman kabulü olarak görmek mümkündür. Bu yaklaşım, “en son”u en mükemmel olarak tanımlama zorunluluğu ortaya koyması sayesinde Batı medeniyetinin kendini son ve mükemmel medeniyet olarak sunabilmesinin akli çerçevesini de oluşturur. Bu anlayışa göre Batı

medeniyeti, insanlığın varabileceği en son dereceyi içeren tek medeniyettir. Bu yüzden diğerlerinin de kabul etme zorunluluğu söz konusudur. Bu medeniyetin mükemmelliği ve ulaşılabilecek en son kertede bulunması onu, tüm konularda son sözü söyleme hakkına haiz kılmaktadır. Diğer medeniyetlerin söz söyleme hakkının eksiklik maluliyeti yüzünden bulunmadığı bu durumda, Batı medeniyetinin tercihleri ve değerlendirmeleri bir anda insanlığın ortak tercihleri ve değerlendirmelerine dönüşmektedir. Bu yaklaşım, diğer medeniyetlerin pasifize edilmesi ve mensuplarının da gönüllü bir biçimde Batı kampında yer alması sonucunu ortaya çıkarmakta; diğer medeniyetlere ait değerlerin anlamsızlaşmasına neden olmaktadır. Üstelik Batı medeniyetinin temel iddialarından biri olan eşsizlik ve biriciklik iddiası söz konusu mükemmellik anlayışıyla birleştiğinde, zihinsel olarak diğer medeniyetlere karşı küresel bir değersizlik yaklaşımı sergilenmektedir. Aynı dönemlerde yaşayan iki bilim adamından Makyavelli’nin belli bir eğitim düzeyine sahip her Türk tarafından bilinmesi, buna karşılık aynı alanda değerli düşünceler ileri süren Kınalızade’nin ve kültür tarihimize ait diğer isimlerin bir esrar perdesinin arkasında kalmaya mahkûm olması, bu yaklaşımın Batı-dışı tüm değerlere karşı küresel ölçekte sergilendiğini açıklıkla ortaya koymaktadır. Batı medeniyetinin zaman anlayışının sonuçları ve Batı’ya sağladığı avantaj, çekilen anlık bir üstünlük fotoğrafının tarihin her anına yönelik olarak mutlaklaştırılması ve mutlak galip olarak Batı’nın kurgulanması şeklinde özetlenebilir:

Batı medeniyetinin bilgi anlayışıyla ilgili olarak söylenebilecek temel yaklaşımın tek boyutluluk olduğunu düşünüldüğünde, Batı değişik dönemlerde değişik güçlerin hâkim olduğu bakış açıları geliştirse de hiçbir zaman tek boyutluluktan kendini kurtaramamamıştır. Kilisenin hâkim olduğu dönemde rasyonel düşünme melekesinin; rasyonelliğin hâkim olduğu dönemde ise din düşüncesinin göz ardı edilmesi, Batı’yı adeta evrene tek bir renk üzerinden bakabilen renk körü bir insan konumuna sabitlemektedir. Her ne kadar renk körleri birden fazla renge bakma imkânına sahip olsa da ne yazık ki Batı bakışında bu kadarına bile imkân bulunmamaktadır.

Batı medeniyetinin insan-tabiat ve insan-tanrı anlayışları da insanın tabiata hakim olduğu ve Tanrı’nın yerine ikame edilen özel yapıların insan üzerine hakim

olduğu önermeleriyle özetlenebilir. İçinde yaşadığı ve bir parçası olduğu tabiata karşı kendini ayrı ve daha yüksek bir yere konumlandırmış Batı insanının bu tavrıyla kendini tabiatın tek öznesi olarak ilan ettiğini söylemek mümkündür. Dolayısıyla her şeyi kendinin nesnesi olarak gören ve ancak bu açıdan değerlendiren Batı anlayışının bir hâkimiyet duygusuyla meseleye yaklaştığı görülmektedir. Bu yaklaşım düşünüldüğünde, özellikle Batı-dışı insanın neden “eksik insan” olarak kodlanmaya çalışıldığını anlamak mümkün hale gelmektedir.

Batı medeniyetinin, insan-Tanrı ilişkisinde Tanrı’ya ait olan hakları kullanma imkanı tanınmış bazı özel zümrelerin ilahi hakları ikame ettiklerini söylemek mümkündür. Tanrı’nın ve kilisenin tüm güçlerinin beli formüllerle devlete verilmesi için tarih içinde bazı özel geçiş formülleri bulunmuş, böylece otoritenin güç değiştirdiğini görülmüş ancak otoritenin inşa ettiği inanç ve hâkimiyet evreninin aynı kaldığını söylemek mümkün hale gelmiştir. Buna göre Tanrı’nın sahip olduğu otorite, artık devletler eliyle kullanılmakta ancak sıradan insanın Tanrı’ya karşı yükümlülükleriyle devlete karşı yükümlülükleri arasında bir fark da bulunmamaktadır. Kral, kilisenin yerine geçerken “…Zamanla kral ve

aristokratların yerini devlet anlamında kabine ve bürokrasi almış; eski düzense tümüyle tasfiye edilmiş veya marjinalleşmiştir. Geriye kalan ise Tanrı- Hristiyan ilişkisinin model kalıbını devralan devlet-vatandaş ilişkisidir. Aktörler değişmiş ama yapı aynen kalmıştır. Cinayet gibi bir fiil artık Tanrı’ya karşı değil devlete karşı bir suçtur.” (Davutoğlu, 1997:30)

Güçlü ve sert ben-idrakinin değişik alanlardaki yaklaşımlarının sonuncusu olan insan-insan ilişkisinin temel önermesini, Avrupalı bireyin ya da toplumların diğerlerinden daha üstün olduğu biçiminde ifade etmek mümkündür. Bu yaklaşımın izlerini; Ari yaklaşımın kendini gösterdiği Eski Yunan medeniyetinde, beyaz adamın medenileştirme misyonunda, Alman üstün ırk yaklaşımında ve günümüzün “West and the rest”anlayışında görebilmek münkündür. Zaman ve mekân bakımından birbirinden farklılıklar gösterse de aynı anlayışın değişik tezahürleri olarak kabul edilebilecek söz konusu yaklaşımlar, Batı’nın insan-insan yaklaşımının dışavurumlarını oluşturmaktadır. İnsanı kategorik olarak iki gruba ayıran ve kendi merkezinde bulunan bireyleri birbirine eşitlerken diğerlerini herhangi bir sınır

çizmeden bu dairenin dışına yerleştiren bu insan anlayışının, kast sisteminin modernize edilmiş rafine bir biçimi olduğunu söylemek abartılı bir ifade olmayacaktır.

Güçlü ve sert ben-idrakinin oluşturduğu Avrupalılık kavramına can veren bu altı temel yaklaşım birarada incelendiğinde ortaya çıkan tablonun, insanın hele de ötekinin hakları açısından son derece dezavantajlı bir içerik taşıdığı söyleyebiliriz. Tarih boyunca karşılaştığı “diğer”lerine kendini inşa etmek için ihtiyaç duyduğu eksikliği yükleyerek kendini oluşturabilmiş Avrupa bilinci için her bir “diğer” – Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu- eksikliğiyle bir anda “öteki” haline gelmiş ve bu haliyle Batı zihninde sonsuza kadar yaşamaya mahkûm olmuştur:

“Asya ve Afrika ‘öteki’ kavramının adlandırmalarıydı, ‘barbar’ ve ‘putperest’ gibi etnik, kültürel ve dinsel adlandırmaların coğrafi düzeyde ifade edilmiş karşılıklarıydı... Bu çerçeveden bakıldığında Asya, basitçe Avrupa olmayan ‘Doğu’; Afrika ya da Libya da Avrupa olmayan ‘Güney’ anlamına gelmekteydi. Aralarında Aristoteles’in de olduğu bazı Antik Çağ filozofları bir adım daha ileri giderek Avrupa'yı özgürlük, bağımsızlık ve hukuk düzeniyle; komşularını ise keyfi tiranlık ve kölece boyun eğmeyle özdeşleştirdiler. Bu görüş, Avrupa Birliği'nin konseylerinde zaman zaman hala dile getirilmektedir.” (Lewis, 2014:50)

Öteki, bulunduğu karşıt konumu asla terk edemez ancak ihtiyaca göre yenilenmiş mevzilere yerleşerek Avrupa’nın inşa sürecinde ihtiyaç duyduğu eksikliği kapatabilir. Dolayısıyla öteki anlayışındaki güncellemeler ancak Batı’nın yeni ihtiyaçlarını karşılamada bir işleve sahipken “öteki”nin durumunda hiçbir değişikliğe sebep olmaz. Üstelik “öteki” dairesinde yer almak, neredeyse sonsuza kadar orada yaşamak zorunluluğuna işaret etmektedir:

“Tarihin farklı dönemlerinde ‘barbarlar’ Persler, Asyalılar, Afrikalılar, Araplar, Müslümanlar, Yahudiler, Osmanlılar; modern dönemde göçmenler, azınlıklar, Hindistanlılar, Pakistanlılar ve diğer gruplar Avrupa'nın ötekisi olarak kurgulanmış ve siyasi, dini, kültürel, medyatik ve sinematik kategorileştirmelerin konusu olmuştur.” (Kalın, 2016B:27)

Tarihi gerçeklerle örtüşmeyen öteki anlayışının, gerçeklere tekabül ettiğini söylemek de mümkün değildir. Tarihin hiçbir döneminde Avrupa ve ötekilerin gerçekten de siyah/beyaz keskinliğinde bir ayrıma karşılık gelmemesine rağmen varlığını sürdürebilmesi, bu kavramın kullanışlılığının yanı sıra bilinçaltı kökenlerine de işaret etmektedir. Bu ayrım, Avrupa bilinçaltının dehlizlerinde bugün bile tüm canlılığıyla dolaşmakta ve her an tedavüle sokulmaya hazır biçimiyle gücünü

muhafaza etmektedir: “On altıncı yüzyıldan önce oluşan fantazmatik ‘kolektif bilinç’

nesilden nesile aktarılmıştır. Bu, arketipsel niteliktedir.” (Kömeçoğlu, 2007:139)

Kömeçoğlu’nun arketipsellik vurgusunun, “öteki”nin tarihin her döneminde hazır ve nazır olmasını anlamada önemli bir yeri vardır, çünkü “…Arketip boş bir

formdur, form değişmez fakat farklı tarihsel dönemlerde farklı içeriklerle doldurulur.” (Kömeçoğlu, 2007:149) Ötekinin tarihsel sürekliliğine değinen Kalın da

aynı “öteki”nin -Kalın’ın örneğinde bu ‘öteki’ İslam’dır- değişik dönemlerde farklı kullanımlarına işaret ederken değişimin sadece bu tanımlamayı yapan zihinde gerçekleştiğini ancak “öteki” olarak nitelenen varlık/toplum için hiçbir farklılığın ortaya çıkmadığını ifade eder: “Orta Çağ’larda İslam’ı dinî ve teolojik gerekçelerle

bir öteki haline getiren Avrupa medeniyeti, modern dönemde de aynı şeyi din dışı ve seküler argümanlar kullanarak yapacaktır.” (Kalın, 2016A:13)

Basit şekliyle düşünüldüğünde sadece bir karşılıklı olma durumu bildiren ötekiliğin Parla’nın ifadeleriyle yapılan tanımı; kavramın, güçlü-sert medeniyet idrakleri için ne kadar büyük imkânlar sunduğu ortaya koymaktadır: “Ötekileştirme

bir öteki yaratıp onun yerine konuşmaksa eğer, her konuşabilen bir başkasını ötekileştiriyor demektir.” (Parla, 2012:13)

Parla, bu ifadesiyle “öteki”likle ilgili temel nitelikleri tüm açıklığıyla ortaya koymaya çalışır. Bunlardan ilki, ötekinin aslında var olan değil, üretilen bir mefhum olduğu gerçeğidir. Var etme nedenleri değişse bile, var etme amacı hiç değişmemektedir. Bu amaç, cümlenin hemen akabinde ortaya konan “onun yerine konuşmak” kısmında kendini ele vermektedir. Başkası adına konuşabilmek, eşitlik temelinde kurulan ilişkilerin tamamının, eşitlik söz konusu olmaksızın güçlü tarafından tamamen kendi istekleri doğrultusunda kurulabilmesi imtiyazını içerir. Temelde güçlü-zayıf ayrımının, rafine biçimde ve güçlünün istekleri doğrultusunda yeniden inşa edilmesi anlamına gelir. Parla, incelemesinin devamında ötekileştirme adı verilen yeniden inşanın güçlüye sunduğu imkânlardan bahseder:

“Ötekileştirme, zayıf olanın önce ‘öteki’ olarak tanımlanmasını öngörüyordu ki ezilebilsin, horlanabilsin, rahat bir vicdanla sömürülebilsin. Ötekileştirme kuvvetli olanın kendini ‘egemen özne’ olarak yapılandırmasını, sonra da onu ‘nesne’ konumuna indirgeyerek yönetmesini, kullanmasını, sömürmesini ve sürekli olarak onun ‘ötekiliğini’ tarif edecek bir dil oluşturmasını gerektiriyordu.” (Parla, 2012:11)

Dünya üzerinde birbirinden farklı onlarca hatta yüzlerce ötekileştirmeden bahsetmek mümkündür. Ancak biz başlığımıza sadık kalarak Avrupa’nın temel ötekileri olan Doğu’dan ve ilerleyen kısımda da özellikle İslam ve İslam medeniyetinden bahsedecek, diğerlerini ilgi alanımızın dışında tutarak devam edeceğiz.

Avrupa’nın en temel ötekisi olan Doğu, tarih içinde sınırları değişen, farklılıklar gösteren ve kendisine ihtiyaç duyulan anlamların yüklendiği değişken bir mefhumu ifade eder. Tarih içinde defalarca yeniden kurulan Doğu, Batı’nın kendini yeni ihtiyaçlara göre yeniden ifade etme ihtiyacının bir sonucudur:

"Hayali Doğu bir kavram olarak Batı'nın tam karşıtıdır ve sınırları belirsizdir; dünyanın geri kalan her yerini, yani Batı'nın kendisi ya da kendisinin doğrudan uzantısı saymadığı her şeyi içine alabilir." (Hentsch, 2008:15)

Peki, coğrafi ve tarihsel olarak sınırlı anlamlara sahip bir bölge nasıl olur da bu denli -neredeyse- farklı biçimlerde yeniden üretilebilmiştir? Bu sorunun cevabını veren Hentsch, onun sonsuz kullanıma açık olmasının nedenini de açıklıkla ortaya koymuştur. Hentsch’e göre bu –neredeyse- sonsuz yeniden tedavüle sokmanın kaynağını Batı zihninde ve fantazilerinde aramak gerekir:

"Gerçekten de Doğu kavramı, gerek sınırları gerek tükenmek bilmeyen olanaklarıyla bir çiçek dürbünü gibidir. Onu oluşturan unsurlar sınırlıdır, bizim çeşit çeşit fantazmalarımızı ifade etmek için bu unsurların yerleştirildiği düzenlemeler ise sonsuz." (Hentsch, 2008:14)

Hentsch, tarihin ilk dönemlerinden beri Doğu olmaksızın Batı’nın kendini ifade etme yeteneğini kaybedeceğine işaret ederek Doğu üzerinden kendini tanımlama ve anlatma eyleminin, kimi dönemlerde ad değiştirse bile Batı kültür tarihinin ayrılmaz bir parçasını oluşturduğunu belirtir:

" Akdenizli Doğu, çok eskilerden beri Avrupa için en yakın ve en çok mücadele edilen bir ötekilik, tam anlamıyla 'öteki' olmuştur… En yakınındaki ve en iyi bilinen Doğu, bir ayna (kendisinin ters görüntüsü) ya da güzeli ortaya çıkaran çirkin olarak… Batı bilinci için bir mihenk taşı olmuştur. Biçimi ve rengi farklılaşan, duruma göre değişen

nitelikleri içinde çelişkili ama kutuplaştırma işlevinde sabit bir mihenk taşı… Tarihe, bu

kültür ya da uygarlık karşıtlığını Haçlı seferleri dönemine hatta Yunan Antikçağı'na kadar götüren Avrupa-merkezci bakış, çok daha sonra ve hiç kuşkusuz Ortaçağ adı verilen dönemin bitişinden sonra ortaya çıkan bir ikiliğin tarihsel çarpıtmaya uğramış olarak yansımasıdır." (Hentsch, 2008:85, italik vurgu bize aittir.)

Bir başka Batılı tarihçi olan Lewis ise çalışmasında Doğu’nun Avrupa için en temel anlamına değindikten sonra dışa açılmaya paralel bir biçimde ortaya çıkan her yeni adlandırma ihtiyacında, bu ihtiyacın yardımcı kelimeler kullanılarak

Doğu/öteki temelinde karşılandığını ortaya koyar. Bu satırlarda dikkat çeken en önemli şey, karşılaşılan her ötekinin -yardımcı sözcükler dikkate alınmadığında- Doğu’nun yeni bir parçasını oluşturmasıdır. Hentsch’in belirttiği; Doğu’nun, Batı açısından sonsuz ötekilik ihtiyacını karşıladığı gerçeği bir kez daha ortaya çıkar:

“Eski Yunanlılara göre Asya, başlangıçta batı kıyısı Avrupa sayılan Ege Denizi’nin doğu kıyısı anlamına gelmekteydi. Daha sonra ufuklarının önüne daha geniş ve daha uzak bir Asya açılınca, bu bölgeyi Perslerin, Hintlilerin ve Çinlilerin daha uzakta kalan topraklarından ayırmak üzere ‘Küçük Asya’ olarak adlandırdılar. Hemen hemen aynı şekilde Doğu sorunu kavramına kaynaklık eden bildiğimiz ‘Doğu’ terimi Uzakdoğu denen bir bölgenin sorunları Batı’nın ilgisini çekmeye başlayınca önce Yakındoğu'ya ve ardından da Ortadoğu'ya dönüştü.” (Lewis, 2014:51, vurgu bize ait.)

Doğu’nun en basitinden Akdeniz’in doğu kıyısı anlamını taşıdığı dönemden, Batı dışında tüm dünyayı kapsadığı en geniş anlamına kadar bu coğrafyada yaşayan insanların temel niteliklerinin ifade edilmesinde kullanılan terim de aynıdır: Barbar. Barbarlık, Batılı halklar dışındaki tüm diğer halkların adeta sürekli üzerlerinde taşımak zorunda olduğu ve bir türlü kazıyıp atamadıkları kaderleri gibidir:

“Batı’nın Doğu yakıştırmaları arasında ‘barbar’ kelimesi daima terennüm edilir olmuştur. Barbar kelimesini antik dönemde Helenlerin, dillerini bilmeyen Karyalılar için kullandıkları bilinir. Bu yakıştırma sadece Karyalılarla sınırlı kalmadan Frigyalıları da içine alacak şekilde kullanılmıştır. ...Burada genellemeye gitmek gerekirse barbar ile Anadolu'nun tamamı kastedilmiştir. Başlangıcı itibariyle Ege coğrafyasıyla sınırlı görünen bu yakıştırma daha sonra Doğu unsurların tamamına şamil olacak biçimde kullanılır olmuştur.” (Çaycı, 2015:35)

Roma’nın yıkılışından sonraki dönemlerden –sömürgecilik çağına kadar-

Benzer Belgeler