• Sonuç bulunamadı

İstanbul, sımsıkı kollarıyla etrafımı sarmalıyor. Öyle ki bazen çok yanaşıyor, nefessiz bırakıyor. Sevgiden mi, nefretten mi bilinmez. Her zaman bir adım arkamda. Gözleriyle beni takip ediyor. Korna sesleri, etrafımda insanlar, ve deniz, bir örümcek ağı. Nefesini ensemde hissediyorum. Ayaklarımızın altından sular akıyor. Durmamalıyız, yoksa düşeriz.

14. İstanbul Bienali, sık sık bu hislerle başa çıkmaya çalıştığımız, sevdiceğimiz, izin verse gerdanından öpeceğimiz, nadide şehrimizde, düşme hissi yaşamadan durmanın daya-nılmaz hafifliğini yaşayabileceğimiz bir boşluk yaratıyor. Bir anlamda saniyelik bir es veriyor. Rumelifeneri’ndeki manavı, Yeldeğirmeni’ndeki sanatçıya, Şişli’deki belediye görevlisini, Balat’taki antikacıya incecik görünmez bir iple bağlıyor.

Tanımadığım evlere, bilmediğim sokaklara girip çıkıyorum. Firuzağa’da bir evde, yere uzanıp kısa süreliğine de olsa sokaktaki karmaşadan yorgun düşen sırtımı dinlendiriyorum. Bu ev güvenli mi, bilmiyorum. Terk edilmiş olmalı. Sokaktan geçen antikacının sesini duyuyorum. Sakinleşiyorum. Tavandaki sembollere bakıyo-rum. Ve tıpkı hazine avcılarının yaptığı gibi bir zamanlar geri döneriz umuduyla evlerini terk etmiş o insanların bu sembollerle ne anlatmak istediğini anlamaya çalışıyorum. Bu sembolleri sıcak koynunda saklayan Anadolu toprağını elimde hissetmek için çabalıyorum. Ama nafile. Henüz hazır değilim, belki de.

Francis Alys’in DEPO’daki işi belki yardımcı olabilir, dilimin ucundakini söylemeye, yorgun ruhumu dinlendirmeye. Umuyorum. Çünkü belki de elimizde kalan sadece umut, bilmiyorum. Etrafımızı saran bu tuzlu su, yaralarımızı sarmamıza yardımcı olacak mı? Bilmiyorum. Ani Harabeleri’nde çocuklar taş yığınlarının arasında

oynarken bunları düşünüyorum. Her çocuk bir kuş ıslığı çalıyor. Kuşlar çocuklara, çocuklar kuşlara karışıyor. Bu topraklarda yaşananlar, tüm bu yüklü hafıza unutulabilir mi? Unutmak mümkün mü? Yoluma devam ediyorum.

Büyükada’da Splendid Palas Oteli’ndeyim. Sürgündeki Troçki de benimle burada olmalı. Gerginliğini, sıkışmışlığını hissedebiliyorum. Kapa-lı kapıların ardını görebiliyorum. Mektuplar gidiyor, mektuplar

geli-yor, bir ayak mesafesi uzaklıkta tüm tarihi olaylara. İnsanın duygusal ama programlanabilir bir makine olduğunu düşünüyor, ama başaramı-yoruz. Şimdi bir adamın sular altında kalışını izlemek zorundayız. Etrafı denizlerle çevrili bu şehirde, nefesimizi tutmayı öğrenmeliyiz. Gramofondan gelen bu acıklı şarkı bitmeden, bunu başarmalıyız.

Şimdiyse, her gün önünden yürüdüğüm sokağın bağrına saklan-mış, gördüklerini konuşmamaya yemin etmiş görünen tenha bir ga-rajdayım. Kristina Buch’un Anado-lu’yu gezdikten ve patlamış kiliseleri ziyaret ettikten sonra kurguladığı bir savaş alanının içindeyim. Doğa ve kültür gözlerimin önünde havaya uçarken istemsizce bir adım geri gidi-yorum. Kapının önünde garajın karşı komşusu sessizce bize yaklaşıyor. Bu gürültüyü mahallesinde

istemiy-or. Tabii düşününce kim ister ki ma-hallesinde savaşı? Bienalin küratörü Carolyn Christov-Bakargiev, bu bienal sanat dünyası için değil, ma-halleli için derken yanıldı mı? Empati yapmayı öğrenebilecek, birbirimizi anlamaya çalışacak mıyız? Yoksa te-mas etmeden düşman bakışlar at-arak mı geçeceğiz birbirimizin yanın-dan? Belki de zaman gösterecek.

Şehrin göremediğim, karan-lık yanlarına doğru yola çıkıyorum. Karanlıkta her şey gizlidir, her şey olabilir, ama görmeyiz, duymayız, bilmeyiz, biliyorum. Aynı şekilde, Fransız Yetimhanesi ve Casa Garibal-di’nin de ulaşımın yasak olduğu, kapalı kapılarının ardında, karanlığın neyi gizlediğini merak ediyorum. Suyun altında neyin gizlendiğini merak ediyorum. Ama görmüyorum, duymuyorum, bilmiyorum. Sadece görünmek için kurgulanan geleneksel

sanat formlarıyla görünmemek için kurgulanmış yeni formlar zihnimde birbirine giriyor. Doğru neydi, yanlış neydi, unutuyorum.

Bazen bir evden, diğer ga-raja, hamamdan, sahile yürürken ve her işle beraber ruh halim hiç durma-dan değişirken yorgun düşüyorum. Bütün bu karmaşa, diye düşünüyo-rum, bir bienal için, sanat için çok fazla. Neydi konumuz? Neredeydik? Ne yapıyorduk? Ama sonra, derin bir nefes alıyorum. Sanatın vadettikleri şehrin vadettiklerinden ne fazlası, ne de azı. Tıpkı İstanbul’un dört bir yanımı sardığı gibi sanat da sessizce sokuluyor. Kimi zaman nefesimi ke-siyor, kimi zamansa bana üzerinde oturup derin bir soluk alabileceğim, deniz kıyısında bir kaya sunuyor.

Doğru, bazen sanatı sarıp sarmalayan mekân o kadar etkileyici oluyor ki, asıl mesele gölgede kalabiliyor. Kimi zaman kimi işler, mekâna sokulamıyor, bir adım öteden seyirciyi selamlıyor. Kimisi mekânla anlaşamıyor. Ama Ed Atkins’in içinde yer aldığı Rizzo Palas’ın kapısının içinden girip geçmişin hayaletlerinin arasında dolaşınca ve on dokuzuncu yüzyılda inşa edilmiş bu ahşap evin eski sahiplerinin gölgesinde, rüzgârla dalgalanan perdeleri görünce bu his kayboluyor. O uyurken yatağının altında açılan çökme çukura düşer-ken ben onun yaşamının son otuz dakikasını izliyorum. Uzaktan gemilerin sesini duyuyorum ve düşünüyorum.

gidiyorum, Troçki’nin yanına, bu defa gerçek evine. Ağaçlar ve çalılar arasından sessizce ilerlerken sadece kendi ayak seslerim ve nefesim eşlik ediyor bana. Hafif bir rüzgar esintisi çarpıyor yüzüme. Deniz yakında, biliyorum. Sonra bir anda nefesim kesiliyor. Adrian Villar Rojas’ın organik canavarları bir anda yolumu kesiyor. Rüzgara ve dalgalara direniyorlar, diğerlerini sırtlarında taşıyorlar. Korkutucu gözlerini onun evine dikmişler. Tarihin yükünü şehrin omuzlarından almışlar, bura-lara kadar gelmişler. Göz göze geliyoruz ve sonra ayrılarak tuzlu suyun içine dalıyor, farklı yönlere gidiyoruz. Yaralarımızın yavaşça tuzlu suda onulacağını umarak…

Dünyanın Festival Şehri Edinburgh