• Sonuç bulunamadı

Bu kısımda, en önce, medyanın subjektif kökenli yayın yapmasının halkı nasıl etkilediğini ve dolayısıyla halkın nasıl tepkiler verdiğini inceleyeceğiz. Konuyu incelerken, eserin bütünlüğüne bağlı olarak, subjektiflik dışındaki diğer etiksel aksaklıklardan doğan etkileri de ele alacağız.

‘Romanya’da ve Fransa’da bazı olayların yansıtılmasında büyük saptırmalar olduğu anlaşıldı. Körfez savaşı ile ilgili haberlerin nasıl bir süzgeçten geçirildiği bütün insanların gözlerinin önüne serildi. Yalnız Fransa’da bu konuda 10’un üzerinde kitap yazıldı. Gazetecilere ve medyalara olan güven çok sarsıldı ve insanlar düş kırıklığına uğradılar. (Topuz, 1994:2)

Medyanın estirdiği terör havası, halkı rahatsız etmekte ve kitle iletişim araçlarından uzaklaşmalarına sebep olmaktadır. ‘Mesleğin kurallarını bilmeyenler medya terörü sözünden rahatsız olabilirler ama gerçek olan halkın medyadan rahatsız olduğudur. Bu araştırmalar sonucu saptanmıştır. (Demirkent, 1995:9)

‘Kamunun genel beklentilerine karşın, kitle iletişim araçları özellikle ‘haber değeri’ konusunda toplumun her kesiminden çeşitli eleştiriler almaktadır. Özellikle, halkın iletişim araçlarına duyduğu hoşnutsuzluğun kaynağını;

- Kişisel mahremiyetlere tecavüz edilmesi,

- Taraflı yayıncılık ve isimsiz kaynak kullanarak haberlerde kişinin, ürünün lekelenmesi,

- Sansasyonel haberlere ağırlık verilerek güncel olaylardan çok yüzeysel konulara yer verilmesi

- Sosyal gelişmeleri duyurmaya kalkışması ve kamusal ahlak için bir tehlike yaratması

- Kitle iletişim araçlarına sahip olanların çıkarları ve düşünceleri doğrultusunda propogandalarının yapılması’ (Erim, 1994:21) oluşturmaktadır. ‘Medya tarafından maksatlı bir şekilde yanlış yada ‘yanlı’ haberlerin yayınlanması, hem bireylerin özel yaşamlarını hem de toplumsal düzeni tehdit eden en büyük tehlikelerden biridir.’ (Atabek, 1999:23) ‘Bu tür yayınlar, halkın medyaya olan güvenini yok etmiştir. Yapılan bir kamuoyu yoklamasında ’Gazeteler sizce doğru haber veriyorlar mı’ sorusuna yanıt veren 1425 kişiden 1103’ü (%77.4) ‘ zaman zaman’ derken, %16.2’si ‘evet’ ve %6.3’ü ise ‘hayır vermiyorlar’ demektedir. (Özdoğan, 1999:168)

‘Çok eskilerde polis ve magazin haberlerinde, daha sonra siyasi olaylarda, şimdi ise kamuoyu yoklamalarında, ekonomik göstergelerin değerlendirilmesinde, gazete farklılıkları, göze adeta batıveriyor.

Kim ne derse desin veya kim ne düşünürse düşünsün, çelişkili değerlendirmeler okuyucuların zihinlerini altüst etmekte, güvenirlilik ilkesinin aleyhine puanlar çoğalmakta…’ (Akın, 1996:953)

Prof Dr. Taner Berksoy, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nce düzenlenen ‘Medyada Tekelleşme’ isimli panelde yaptığı konuşmada, medyadaki tekelleşmenin, haberlerin içeriğine yansımasıyla ilgili olarak şunları söylüyor:

‘(…) Türkiye’de medyanın fonksiyonlarını sağlıklı olarak yerine getirdiğini söylememiz mümkün değil. Bu sistem, bu düzen, bu doku bozulması yaşanıyorsa nesnel bilgiler bunun yaşandığını gösteriyor. Eğer bu oluyorsa, medya işlevini kaybetmesi nedir? Biz, toplumsal olarak bilgilenmiyoruz demektir. Bize gelen bilgiler, manipüle edilmiş, tekelin kendi tercihlerini yansıtan bilgilerdir. Kendine

göre, yansıtmak istediği bilgileri yansıtır, çarpıtmak istediği bilgileri çarpıtır. Yansıtmamak istediği bilgileri gizler ve dolayısıyla bilgilenmemizde, toplumsal bilgilenmemizde çok ciddi bir açık ortaya çıkar. Dünya bilgi toplumuna gidiyor. İnsanlar bilgilenme ihtiyacı içinde. İnsanların yeryüzünde ayakta durmalarının temeli bundan böyle, bilgilenmeyle olacak. Şimdi biz medyada bu tür eğilimleri saptarsak ve bunu kırıcı herhangi bir şey yapmadığımız takdirde, biz toplumsal bilgilenmemizi sakatladığımız ölçüde insanımızı gelecek yüzyılın koşullarına taşımakta fevkalade zorlanacağız demektir.’ ( Basın Kendini Sorguluyor, 1996:47)

Prof Dr. Yılmaz Büyükerşen, aynı panelde yaptığı konuşmada, Anadolu Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen, Türk basınıyla ilgili bir anketten bahisle, gazetelerin haber güvenilirliklerinden söz ediyor. İşte çarpıcı bazı bulgular:

‘En ilginç sonuç ise, kendi okuyucularının tamamına yakınının haberlerine en çok güvendiği gazetenin %91.2 oranı ile Cumhuriyet olması, onu %84.4 oranla Zaman gazetesinin takip etmesidir. Tablo Milliyet okuyucularının %23.5’inin, Sabah okuyucularının ise %52.4’ünün kendi gazetelerinin haberlerine pek güvenmediklerini ortaya koymaktadır.’ (Basın Kendini Sorguluyor, 1996:68)

‘Derin kültür kitapları okumayan veya okuyamayan ülkemiz halkı açısından basın ve basındaki yazarlar onların kültür gereksinimini karşılamakta, dünya görüşünü biçimlendirmektedir.’ (Öktem, 1992:3)

Çarpıtılmış haberlerin, yalan haberlerin, medya tekellerinin, müstehcen yayınların, lotarya kısır döngülerinin arasında bocalayan medyamızın, içerisinde bulunduğu açmazlarda kurtularak; bir an önce temel fonksiyonlarına geri dönmesi gerekiyor. ‘Medyanın, özellikle de televizyonun, çocukların ve gençlerin davranışları üzerinde büyük bir etkisi olduğunu göz önüne alarak, vahşeti ve saldırganlığı öne çıkaran ve özendiren, seks konusunu ve tüketimciliği istismar eden veya içinde uygunsuz bir lisanın kullanıldığı yayınların yapılmamasına özen gösterilmesi gerekir.

Her yayın kuruluşunun ideolojik ve politik eğilimleri olabilir. Çalışanların da buna saygı göstermesi doğaldır. Ancak, bu saygı, vatandaşların bilgi alma hakkı,

haberde doğruluk ve ahlaki değerler ilkesini zedelemeyecek sınırlar içinde tutulmalıdır. Bu durum bize medyada demokrasi ve şeffaflık ilkesinin devlet yönetimindeki şeffaflık ilkesiyle paralel bir gelişme göstermesi gerektiğini hatırlatmaktadır. Her ikisi de vatandaş için, gerçek bir demokrasi için zorunludur.’ (İletişim Dünyası, 1994:5)

‘Sonuçta inançlar, tutumlar ve değerler konusunda geri dönmeliyiz. İletişim sürecinin merkezinde anlamları yer alır. Medya çalışmaları basit gerçeklerle ilgili değildir, kim neye sahip, gazeteler nasıl oluşturuluyor, sansür nasıl işler gibi, gerçeklerin önemleriyle ilgilidir. Nasıl düşünür ve yaşamlarımızı nasıl sürdürürüz. Yaşamlarımızdaki değerlerle ve eylemlerimizi belirleyen inançlarla ilgilidir. Medya bütün bunların inşa edilmesinde bir rol oynar.’ (Burton, 1996:214)

Konuyu tekrar değerlendirecek olursak; Günümüzde kitle iletişimi ekonomik, siyasi ve kültürel yapısıyla büyük sermayenin ilgisini çeken önemli bir sektör görünümü kazanmıştır. Bu durumu başlıca iki nedene dayandırmak mümkündür. Birincisi enformasyonun gündelik yaşam içindeki önemiyle beraber kitle iletişiminde baş gösteren nicel ve nitel artışın sektörün ekonomik büyümesine olan katkısıdır. Başka bir ifadeyle, bir bütün olarak bakıldığında, medya alanı sermaye girişimleri açısından oldukça çeşitli ve imkan arz etmektedir. İkinci neden ise güçlü sermayenin kitle iletişiminin tanıtım ve propaganda hizmetlerinden yararlanma isteğidir. Büyük sermaye, medya alanına yönelmekle hem kendi ticari girişimlerini destekleyecek kamuoyu ilgisini toplamakta ve hem de ‘siyasal reklam’ gücüyle politik çevrelerle sıcak temas kurabilmektedir. Bu çerçevede bakıldığında, temelde kamusal bir hizmet olan gazeteciliğin, karı maksimize edici bir faaliyet alanı haline gelmesi oldukça düşündürücüdür.

Gazeteciliğin ahlakiliği sorunu, gazetenin toplumsal gücünden ileri gelmektedir. Enformasyon her haliyle öznellik içerir. Ortaya konan ürün ister haber olsun, ister reklam olsun, bir yığın işlemden geçtikten sonra okuyucuya ulaşır. Kameranın veya fotoğraf makinesinin her açısında örtük bir ideolojik söylem vardır. İdeolojik söylem içermeyen hiçbir yazılı veya sözlü anlatım biçimi yoktur. Bu durum, gazetecilikte

nesnel ölçütlerin ancak gazetecinin ahlaki duyarlılığı ile sağlanabileceğini göstermektedir. Her türlü enformasyonun bireysel duygu ve düşünceler içermesi de bizi aynı sonuca götürmektedir. Diğer taraftan, enformasyon işlevini bireysel özgürlükle açıklama imkanı da yoktur. Eğitim, tıp, hukuk gibi alanlarda mesleki etiğin çoğunlukla ikili ilişkiler içerdiği söylenebilir. Bu nedenle, bireysel taleplerden söz edilebilir. Halbuki, medya diliyle aktarılan her türlü enformasyonun muhatabı toplumun tamamıdır. Ekonomik yaşamdan başlayarak siyaseti, kültürü, yargıyı etkileyen ve adeta süper bir güç haline gelen basının denetimi sorunu, ahlaki ilkelerin gözetilmesinin ötesinde, hukuki bir sorun haline gelmiş bulunmaktadır.

Bir türlü hukuk ahlak ikilemi doğuran mevcut uygulamalar karşısında iletişim özgürlüğü konusu ise ayrı bir savunma cephesi teşkil etmektedir. Kamusal alanın genişlemesiyle beraber, haber alma hakkı da kapsam olarak genişlemektedir. Bunun bir sonucu olarak, gerek hukuki düzenlemelerde ve gerekse etikle ilgili metinlerde, bireysel dokunulmazlıkların ‘kamu yararı’ ölçütüyle sınırlandırıldığı görülmektedir. Böylece, kişilerin özel ve mahrem hayat dahil, her şeyin enformasyon konusu olabilmesi için gazeteci sorumluluğu ile bağdaşır bir yorum zemini hazırlanmaktadır. Halbuki, medya işlevleri itibariyle, her gün bir adım daha, haber ve bilgi vermeden uzaklaşmakta, en ciddi toplumsal olayı dahi eğleme formatına çekerek ilgi ve dikkatleri korumak için her türlü ahlaki ilkeden taviz verebilmektedir. Ayrıca, enformasyon üretim sürecinde kişilere ve topluma yönelik yalnız ithamlar, iftiralar vb. uygulamalar, hukuki zeminlerde telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurmaktadır.

Hukukun normatifliğine karşın, medya eliyle üretilen her türlü enformasyon, kişisel mülahazalara açık öznel ürünlerdir. Bir portrenin, yüzlerce değişik açıdan ve değişik anlamda alınması mümkündür. Bunlardan hangisinin nasıl bir bağlam içinde, ne gibi anlam çağrışımlarına neden olabileceği, oldukça tartışmaya açık bir konudur. Aynı zamanda, objektifin her açısının doğurabileceği sonuçları denetleyecek ve yargılayacak bir hukuk sistemi söz konusu değildir. Bütün bunlar olup biterken, her bir mesajın üretiminde, hangi toplumsal yararların gözetildiği ise ayrı bir tartışma konusudur.

Ülkemizde, büyük sermayenin medya alanına ilgisi bir taraftan ticari kaygıları ve kar maksimizasyonunu öne çıkarmış, diğer yandan basının kamu yararına elde ettiği özgürlüklerin kişisel çıkarlar adına istismar edilmesine neden olmuştur. Basında etik (veya medya ahlakı) yalnızca Türkiye’nin sorunu değildir. Ancak, etik ilkelerin aşındırılmasında ciddi bir türbülansın yaşandığı inkar edilemez.

Mevcut hukuki düzenlemelerin ve hatta etik ilkelerin ve söylemlerin yetersiz kaldığı böylesi bir ortamda, sorunun uzun vadeli politikalarla ele alınması zorunlu görünüyor. Esasen, genel toplumsal ahlaktan bağımsız bir basın ahlakından söz etmek mümkün değildir.

Dünyada ve ülkemizde yaşanan tecrübeler, etik çerçeveyi belirleyen pek çok yazılı ilkeyi doğurmuş ve bu yazılı ilkelerle dile getirilen kanunlar, felsefi ve hukuki tartışmalar bir yana, konuyu ana hatlarıyla ortaya koymaktadır.

SONUÇ

Elias’ın (2000:188) belirttiği gibi, her insanın kendini zorlayabilme, ayarlama ve denetleme yeteneği mevcuttur: “Bir uygarlaşma süreci boyunca değişen şey, bireyin kendi kendisini zorlamasında örnek aldığı sosyal kalıplar ve bunların, bugün vicdan ya da hatta akıl, mantık dediğimiz biçimde tek tek insanların içine yerleştirilme tarzıdır.” Etik de uygarlaşma sürecinde insanların kendilerini zorlamada örnek aldıkları düşünce biçimlerinden biridir.

Gerek sermaye yapıları ve gerekse siyasetle ilişkileri açısından Türk basınını değerlendirdiğimizde, basın kuruluşlarının ne yazık ki, hemen her olayda atıfta bulunmaktan büyük bir haz duydukları çağdaş, modern Batı’nın ölçütleriyle hiç uyuşmadıklarını görmekteyiz. Bir taraftan, etik ölçüler içerisinde değerlendirmenin mümkün olmadığı ölçüde siyasetle ve ticarî hayatla yakınlaşmalar sürdürülürken, diğer yandan da, kamu-oyunun sürekli olarak doğrudan ve objektiflikten uzak manipüle edilmesi, okuyucu ile Türk basınının içinde bulunduğu güven krizini derinleştirmektedir.

Sermayenin basını bir araç olarak kullanması, reklamın ön plana çıkması Türk basınında promosyonun ve sansasyonel yayın anlayışını basın etiğine darbe vurmuştur. Oluşturulan özdenetim mekanizmalarının uygulamadaki başarısızlığı nedeniyle etik ilke ve kurallardan uzaklaşan Türk basınının en büyük sorunlardan biri tekelleşmedir. Sermayenin büyüme çabaları ve farklı sektörlerdeki ticari ilişkilerin geliştirilmesi için kullanılan basın, hedef kitlenin ilgisini çekmek için yayın politikalarında basın etiğine uygun davranmamaktadır. Özellikle reklam alabilmek için ciddiyetten uzak, magazine yönelik haber ve programlarla Türk basını içerik yönünden eriğe uygun hareket etmemektedir. Günümüz Türk basınının kaygısı bu yüzden tiraj ve reyting olmuştur. İletişim alanı dışında gelişen bu politikalar basını sermaye ve basın dışı hedeflerle çevrelemektedir.

Objektif, tarafsız yayın anlayışı ve basın etiğine aykırı olan toplumun tek sesliliğe yöneltilmesi Türk basını için büyük bir tehlike oluşturmaktadır.

Sermayenin basın organlarına yönelmesi sonucunda kitle iletişim araçları (radyo, televizyon ve gazete) sahipliği Türk basınının en önemli sorunlarından olmuştur. Basın sahipliği bir güç unsuru olarak görülmüş, ekonomik yönde büyümek isteyen ticari şirketler basın kuruluşlarına sahip olarak hem politik ilişkilerini geliştirmiş hem kendi bünyelerinde bulunan firmaların reklamını yapmış, hem de politikaları doğrultusunda toplumu yönlendirmeye çalışmıştır. Bütün bu gelişmeler basın etiğini olumsuz yönde etkilerken basın kuruluşu sahibi olanların güçlenmesini sağlamıştır.

Ayrıca yaşanan rekabet ortamında Türk basınında 1980’den sonra sermayenin bu alana yönelmesiyle kitle iletişim araçları araç olarak kullanılmıştır. Ekonomik ve politik ilişkilerinde basını kullanan sermaye sahipleri etik dışı davranmıştır. Türkiye'de yaşanan tekelleşmeyle birlikte holding ve ticari şirketlerin rakiplerin yok etme fikri basındaki yozlaşmayı hızlandırmıştır. Haksız rekabet ortamı ve reklam gibi basın dışı unsurlarla sermaye sahipleri, rakiplerine karşı basını koz olarak kullanmıştır. Siyasilerle olan ilişkilerinde de sermayenin kullandığı basın kuruluşları, Türk basınında objektifliği, tarafsızlığı, etik ilkeleri zedelemiştir. Ekonomik ve politik yönden çıkar ilişkileri olan ve tekelleşen basın etik dışı davranışlarıyla bazen iktidarın sözcüsü olmuş, bazen de gazete, radyo ve televizyonlarını yalan yanlış haber ve programlarla donatarak iktidarı eleştirmiştir.

Etik dışı davranan ve kendi politikaları doğrultusunda basını kullanan basın dışı sermaye Türkiye'de birden çok gazete, radyo ve televizyon kurarak tek güç haline gelmek istemiştir. Tek sesliliğe ve bir yönden bakmaya neden olan bu birleşimler Türkiye'de basının birkaç kişinin elinde, belli zümrenin sesi olmasını sağlamıştır. Böylece kamuoyu gerçek bilgilerden uzaklaşarak aynı kuruluşun elinde bulunan basına tabi tutulmuştur.

Klâsikleşmiş ve evrenselleşmiş basın etik kuralları açısından kapsamlı bir değerlendirme yapılacak olsa, Türk basınsının hemen her boyutuyla etik kuralların dışında kaldığı, büyük bir çürümenin içerisine düştüğünü görmek mümkün olacaktır.

Yazılı basında sürekli olarak düşen tirajlara ek olarak, görsel basının kalitesiz ve ucuz prodüksiyonlarla vakit doldurması, televolelerin habercilikten belgesele, dramalara kadar bütün programlara hâkim olması, aslında basının da nasıl bir geleceğe doğru yürüdüğünü gösteren önemli hususlardır.

Sergiledikleri düzeysizliklere “toplum bunu istiyor, biz de veriyoruz”dan öte bir anlam yükleyemeyen ve savunma geliştiremeyen basın kuruluşları, yine insanlara cevap ve düzeltme hakkının kullandırılmasında da AB standartlarının çok gerisinde hareket etmektedir.

Fakat, kişilerin ve kuruluşların her ne şekilde olursa olsun basının etik ve yasal ihlâllerine karşı kendilerini savunmalarının, haklarını aramalarının hem basının kalitesini yükselteceği ve hem de ihlâllerin sayısının azalmasında etkili olacağı açıktır.

Peki Etik öğretilebilir mi? Belki de ilk cevaplandırılması gereken soru budur. Bir bakış açısıyla, insan etik sorunla karşı karşıya kaldığı zaman, kişisel çıkarlar ağır basacak ve etik dersinde öğrendiklerini kolayca unutabilecektir, diğer taraftan ahlaki gelişim ise fiziksel ve psikolojik gelişimden çok önce tamamlanmaktadır. Diğer bir yaklaşıma göre ise, etik öğretilebilir olup, sadece soru sormak yerine çözümler de önerebilir. (Bkz. Büker,128)

Belki, pratik yaşama geçildiğinde ve bireysel çıkarlar söz konusu olduğunda, - o zamana kadar edindikleri değerlerin güçlülüğüne bağlı olarak- insanlar, ahlak normları hakkındaki teorik bilgilerini unutuyorlar, ama yine de öğrenilen normların hafızalardan tamamen silindiğini söyleyemeyiz. İnsanların bu normlara bakışları çok erken yaşlarda kişi henüz aile ortamından çıkmadan önce şekillenmekle birlikte, dışlanma korkusu içindeki insan toplum tarafından kabul gören genel eğilimlere uyma çabası içindedir. İşte bu genel eğilimleri insanlara hissettiren medyanın, yaratılan modellerin ve anlayışın benimsenmesi, kabul görmesi açısından sahip olduğu rolün etkisi nedeniyle etik kurallara uyması daha da önem kazanır.

Özellikle günümüzde iletişim bombardımanı altında yaşadığımız düşünülürse insan davranışı üzerinde medyanın etkisi belirginleşir. Üstelik batılı ülkelerde evlerin yüzde 55'i ile yüzde 88'inde olan televizyon, bu evlerin yüzde 80'ninde her gün veya hemen hemen her gün seyredilmekte olup, ortalama olarak günde üç saat televizyon karşısında geçirilmektedir.(Coste-Cerdan,183).

Tabii yazılı basına oranla daha maliyetli olan televizyon gibi bir gücü elinde bulundurmak içinde güçlü olmak gerekir. Bu konuda, adil olmayan dağılım, basın özgürlüğünü tehdit eden tekelleşme olgusunu gündeme getirmektedir. İletişim araçlarının belirli ellerde toplanması halinde, bu güç, ister kamu, isterse özel girişim olsun, belirli gruplara daha kolay hizmet edebilmekte, daha kolay gündem yaratabilmekte ve davranışlar üzerinde daha etkili olabilmektedir.

Değişen değerlerin medya çalışanına da yansıması, ticari kaygının dördüncü güç olan medyada da kendini hissettirmesi, reyting kaygısının Basın Meslek İlkelerinin önüne geçmesi, tekelleşmenin önemli boyutlara ulaşması ise basında etik sorununu ortaya koyan en belirgin durumlardır.

Basın aracılığı ile sunulan ve yeni değerlere hizmet eden mesajlar, giderek meşrulaşmakta, sıra dışı olma özelliğini yitirmekte ve sıradanlaşmaktadır. Basın aracılığı ile farklı dünyalar izleniyor, farklı yaşam biçimleri sunuluyor, farklı mekanlara yolculuklar yapılıyor ve yaratılan modeller ilahlaştırılıyor. Bilginin yerini ekonomik gücün doldurduğu, kısa sürede ün, para ve güç getirecek yaşam biçimine özençin arttığı bir toplumda, etik değerlerin değişimi söz konusu olup, maksimum sayıda insana, minimum sürede ulaşma olanağı sunan medyaya önemli görevler düşmektedir. Belki burada en önemli sorun, basında çalışanların da aynı toplumun üyesi olmakla birlikte, onun önünde gitme görevini üstlenmiş olmaları ve negatif değişimlere alet olmamaları gereğidir. Bu noktada vatandaşın haber alma hakkı ile birlikte kişilerin özel yaşamlarını koruma hakkını birlikte içeren özgür basın anlayışı ile basında özdenetim dikkatlerin yoğunlaşması gereken konulardır.

Yasama, yürütme ve yargı ile birlikte dördüncü güç olarak kabul edilen basında çalışanların bu güçten doğan sorumlulukları da elbette sahip olunan güç ile doğru

orantılı olmalıdır. Haber verme ve bilgilendirme, analiz ve yorum yapma, eğitim, ikna ve halkla ilişkiler, satış ve reklam, eğlendirme gibi amaçlara hizmet eden medya bu amaçlara hizmet ederken sorumluluğundan sıyrılmamalı, bireysel çıkarlara yenik düşmemelidir.

Gazetecinin özgürlüğü ile birlikte medya kanalıyla bilgilenen kişilerinde doğru haber alma özgürlüğü söz konusu olduğundan medya mensuplarının haber kaynağı ile olan ilişkilerin ne denli önem taşıdığını açıklamaya bile gerek yoktur. 1900'lerin ilk çeyreğinde halkla ilişkilerin büyük ismi Ivy Lee Colorado Kömür grevinin ardında basına gönderdiği bilgilerin kaynaklarının güvenilirliği konusunda toplum önünde savunma vermek zorunda kalmamış mıydı?

Evrensel ve kişisel değerlere saygı, doğru kaynaklardan alınan doğru haberleri sorumluluk ilkesinden uzaklaşmadan - doğuracağı sonuçları hesaba katarak- okur, izleyici yada dinleyiciye aktarmak etik kurallara bağlı olmanın temel taşları olarak anılmalıdır. Bu aşamada ise, muhabirinden, genel yayın yönetmenine kadar eşik bekçilerinin her birini içine alan bir çerçevede sorumluluktan söz edilmelidir. Bir haberin altına imzasını koyan muhabir, onun yayınlanıp yayınlanmayacağı kararını veren editör ve bir yayın politikası olan gazetenin patronu, olumsuz etkileri yıllar sonra ortaya çıkabilecek kararlarında altına imzalarını koymuş olmuyorlar mı? Her şeyden önce bunun farkına varan gazeteci sorumlu davranmanın gereğini vicdanında hisseder. Belirlenen değil benimsenen Meslek Ahlak İlkeleriyle, görevin gücünün getirdiği sorumluluğun farkına vararak verilen bilgi ve haberler etik kuralların yaşama geçirilmesinden başka bir şey değildir.

Etiksel eylem olanakları açısından bakıldığında, idealler ve kapitalizmin küreselleşmesinin sonuçları arasındaki zıtlık çarpıcıdır. Bu nedenle, uygulanabilirliği olan bir medya etiği konusundaki tartışmalar önemlidir. Medya etiği konusundaki tartışmalarda en önemli nokta özgürlüklerle ilgilidir. Bir insan ancak özgür iradesine dayanarak gerçekleştirdiği davranışlarından dolayı sorumlu tutulabilir. Dolayısıyla etik, ancak medya ve medya çalışanları özgür olduğunda geliştirilebilir. Bu bağlamda gazetecilerin hem devlet müdahalesinden, hem de medya sahiplerinin

müdahalesinden bağımsız olması gerekir. Ayrıca, gazeteci etik davranışını güvence

Benzer Belgeler