• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM: YENİ TÜRK EDEBİYATI SAHASINDA YAZILMIŞ EDEBİYAT

2.3. Modernleşme Dönemi Türk Edebiyatı Tarihleri

Modernleşme dönemi Türk edebiyatı tarihleri ifadesi Batı’daki modellerden etkilenerek yahut oradaki edebiyat tarihine yönelik fikirleri takip ederek oluşturulmuş ve çeşitli yönleri ile tezkire anlayışından ayrılan edebiyat tarihlerini ifade etmektedir. Geçiş dönemi metinlerinden ayrılan yönü ise edebiyat tarihi yazımı bilincinin oluşmaya başlamış olmasıdır.

2.3.1. Abdülhalim Memduh’tan M. Fuad Köprülü’ye Kadar ABDÜLHALİM MEMDUH (1866-1905)

Biyografi ekseninde gelişen tezkire geleneğine karşılık “şuarâ ve üdebânın değil edebiyatın tercüme-i hâli”ni (Abdülhalim Memduh, 2012: 121) ortaya koymak gerektiğini belirten ve eserinde şairlerin biyografilerini genel hatlarıyla veren Abdülhalim Memduh’un Târih-i Edebiyât-ı Osmâniye’si “edebiyat tarihi” ibaresinin bulunduğu ilk eserdir. Eserin “Mukaddime” bölümünde maksadın “silsile-yi cereyânı” vermek değil o “cereyânın ınkılâbâtını” tayin etmek olduğunu söyleyen Abdülhalim Memduh, eserinde belli başlı nâsir ve şâirleri ele almasını da bu sebeple izah etmiştir.

117

Eserin baskı tarihine ilişkin kapak sayfasında bir bilgi olmamasına rağmen iç sayfada 7 Teşrinievvel 1303 tarihi bulunmaktadır. Bu da miladî 1887 tarihine tekabül etmektedir. Eseri yayıma hazırlayan Özcan Aygün ise eserin baskı tarihini 1888 olarak vermektedir. Eserin ana gövdesi 3 bölümden oluşmaktadır. “Birinci Fasıl” ismini verdiği ilk bölümde Arap ve Acem etkisinde gelişen klasik Türk edebiyatını eleştiren Abdülhalim Memduh, bu tesir olmasaydı Osmanlı edebiyatının bugün kendisine mahsus ayrı bir mevkide olacağını söyler (2012: 125). Bu bölümde Abdülhalim Memduh’un eski edebiyat eleştirisi dolayısıyla verdiği örnekler ile Namık Kemal’in “Mukaddime-i Celâl”de ortaya koyduğu fikirler arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. “İkinci Fasıl”da ise XV. yüzyılda yaşamış Sinan Paşa’dan XVIII. yüzyılda yaşamış Şeyh Galip’e 10 şair ve nâsir ele alınmıştır. Tezkire anlayışından farklı olarak şahısları farklı başlıklar altında ele almayan ve hayatlarına neredeyse hiç yer vermeyen Abdülhalim Memduh, bu bölümü tek bir metin halinde kaleme almıştır. “Devr-i Teceddüd” alt başlığıyla verilen “Üçüncü Fasıl”da ise Âkif Paşa’dan Abdülhak Hâmid’e 7 edebiyatçıyı ele alınmıştır.

Abdülhalim Memduh’u kendisinden önceki yazarlardan ayıran özelliklerin başında eserin “Mukaddime”sinde de belirtildiği üzere, edebiyatçıların biyografilerinin verilmemesi ve XV. yüzyıldan XIX. yüzyıla edebiyatı temel kırılmaları itibarı ile özetlemeye çalışması gelmektedir. Abdülhalim Memduh’u edebiyat tarihçiliği yolundaki ilk tecrübe olarak ele alan Agâh Sırrı Levend ise eserin tam bir edebiyat tarihi sayılamayacağı kanaatindedir. Ona göre eserdeki hükümler ciddî bir araştırma sonucu verilmemiş yüzeysel değerlendirmelerdir (Levend, 1934: 358).

ALİ EKREM BOLAYIR (1867-1937)

Ali Ekrem’in 1910 yılında Darülfünûn Edebiyat Fakültesine tayin olunmasından sonra ders notu olarak hazırlamış olduğu Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniye isimli eser 1910 yılında taş baskı ile neşredilmiştir. Mart 1910’da burada görevlendirilen yazar bir sene ders verdikten sonra Cezayir’e vazifelendirilmiş; 1912 yılında geri dönerek tekrar görev almıştır. Ali Ekrem bir aralık Galatasaray Lisesi’nde de çalışmışsa da 1933 yılına kadar Darülfünûn’da görev yaptığı bilinmektedir (Parlatır, 1992: 275).

Yazar eserin ilk sayfalarında tarih ilminden ve edebiyat tarihinden bahsetmiştir. Edebiyat tarihini de “Medeniyetin terakkiyât-ı hâzırasıyla bütün bütün başka bir şekil ve mahiyet kesbetmiş alelhusus cümlemizce malum olduğu üzere her fen gibi tarih de

118

birçok enva’ ve aksâma ayrılmıştır. İşte tarih-i edebiyat bir milletin edvâr-ı tekâmülât-ı umûmiyesinden müfrez bir kısmın yani edebiyatın tarihi demektir” (Ali Ekrem, 1910: 2)

şeklinde tanımlamıştır. Eserde “ezmine-i âhire”yi ele almasını ise “ilk tecrübe

kabîlinden olan bir dersi ise olabileceği kadar emniyet-i vukûf ile incelemeye çalışmak hem talebe hem de muallim için hayırlıdır” (1910: 3) sözleriyle açıklamaktadır.

Eserde başlık düzeyinde birkaç bölüm bulunmaktadır ve ilgili başlıkların eserin bütünü içerisinde bir sistemi işaret ettiğini söylemek zordur. Mevcut başlıklar da edebiyata tesir eden âmiller dolayımında “Tesirât-ı Irkiyye”, “Tesirât-ı İklimiyye”, “Tesirât-ı Muhîtiyye”, “Tesirât-ı Lisâniyye”, “Tesirât-ı Hâriciyye”, “Tesirât-ı Şarkiyye” ve “Tesirât-ı Garbiyye”dir. Giriş bölümünde Taine ve Emile Faguet’in edebiyat görüşlerinden bahseden yazar, başlıkları da ona göre oluşturmuş gözükmektedir. Ancak eserin bütününe bakıldığında bir yöntemin varlığından bahsetmek mümkün gözükmemektedir. Nurullah Çetin’in de işaret ettiği gibi “Onda ne kuramsal ne de uygulamalı, sistemli bir tasnif bulamıyoruz” (2012: 79).

Ali Ekrem’in eserde ele aldığı şahsiyetler sırasıyla Şeyh Galib, Akif Paşa, Reşid Paşa, Fuad Paşa, Cevdet Paşa, Edhem Pertev Paşa, Şinasi, Ziya Paşa, Sadullah Paşa, Namık Kemal, Recaizade Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hâmid’dir.

Yazarın bazı kaynaklarda edebiyat tarihler arasında zikredilen Tarih-i Edebiyat Dersleri

şeklinde de anılan Darülfünûn Edebiyat Dersleri (1330/1914) isimli eseri de ders

notlarından oluşmaktadır. Ancak eserin içeriğine bakıldığında vezin ve kafiye gibi edebiyat bilgilerinin ele alındığı görülmektedir. Bu sebeple bir edebiyat tarihi olduğunu söylemek imkânsızdır.

Ali Ekrem’in muhtelif kaynaklarda zikredilen bir diğer eseri de Türk Edebiyat Tarihi isimli eseridir. Ancak yaptığımız araştırmalarda eserin varlığına ilişkin bir bulguya rastlanamamıştır. Eserin varlığından bahseden ilk yazar Agâh Sırrı Levend’dir. Türk Edebiyatı Tarihi I isimli eserinin “Edebiyat Tarihi” başlıklı bölümünde bu eserden bahseden Levend, eserin Ali Ekrem’in Darülfünûn’da 1339-1340 yılları arasında verdiği derslerin notlarından oluştuğunu belirtmektedir. Taş baskı tekniği ile Darülfünûn Matbaası’nda 288 sayfa olarak neşredilen eserin Şeyh Galib, Mütercim Asım, Hoca

İshak, Akif Paşa, Reşid Paşa, Ali Paşa, Fuad Paşa, Hoca Tahsin ve Şinasi’yi ele aldığı

119

içerik düzeyinde benzerlik gösterdiği görülse de esere ulaşmadan bu yargıya varmak mümkün gözükmemektedir.

Esere işaret eden bir diğer isim Prof. Dr. Nazım Hikmet Polat’tır. “Türk Edebiyatı Tarihçiliği Çalışmalarının Neresindeyiz?” başlığını taşıyan bildirisinde eser hakkında “Ali Ekrem Bolayır’ın 1923-24 ders yılı Dârülfünûn öğrencileri için hazırladığı yeniliği

Şeyh Galip’ten başlatan Türk Edebiyat Tarihi’nin ders notundan öte bir kıymeti

olmadığını belirtelim” (Polat, 2002) şeklinde bir bilgi paylaşan Polat’ın eser hakkında verdiği detay bu kadardır. Bunların dışında ne Ali Ekrem Bolayır’ın biyografisini hazırlamış olan İsmail Parlatır’da ne de Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar edebiyat tarihlerini değerlendirmiş olan Nurullah Çetin’de esere dair bilgiye rastlanamamıştır.

FAİK REŞAD (1851-1914)

Faik Reşad’ın daha önceki edebiyat tarihleriyle aynı ismi taşıyan Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniye isimli eseri yazarın Darülfünun Edebiyat Fakültesi’nde verdiği derslerin notlarının bir araya getirilmesi ile oluşmuştur. 1911 senesinde Avrupa’ya giden Ali Ekrem’den boşalan “Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniye” dersini vermekle görevlendirilen Faik Reşad, 1912-1913 ders yılında okutulmak üzere ilgili kitabı hazırlamış, eser 1327/1911 tarihinde taşbaskı yöntemiyle çoğaltılmıştır (Özgül, 2007: 73-74). Ömer Faruk Akün de Fâik Reşad üzerine yazmış olduğu ansiklopedi maddesinde kitabın yayın tarihini “İstanbul 1327 r./1330 h/1911-1912 [taşbaskı]; 2. bs. 1913” şeklinde aktarmıştır (1995: 107). Kitabın incelememize dâhil ettiğimiz nüshasında ve ulaşılabilen diğer nüshalarda herhangi bir yayın tarihine rastlanmamaktadır.

Faik Reşad kitabını üç bölüme ayırmıştır. Kitabın giriş yazısında edebiyat tarihinin tanımını şöyle vermektedir: “Târih-i edebiyyât, umûmiyet üzere “her millete nazım ve nesirden ibâret edebiyyâtın ibtidâ-yı şuyû’undan hâl-i hâzıra, yâhûd mu’ayyen bir zamana kadar olan ahvâl-i târihiyyesini bildiren bir fendir” (2017: 41). “Târihinden bahs olunan bir şeyin mâhiyyetini bilmek de bir emr-i zarûrîdir” (2017: 42). Daha önceki edebiyat tarihi çalışmalarından farklı bir tavırla edebiyatın tanımını veren ve bunu bir ilim sahası olarak kabul eden yazara göre, edebiyat tarihi tanımı olan bir ilimdir. Bu ilmin konusu ise “esbâb ve mü’essirât-ı tabî’iyye ve ictimâ’iyye tahtında olarak” (2017: 41) geçirdiği devirler, bu devirlerde eser veren sanatçılar ve eserleri, bunların kendisinden sonra gelen eserlere tesirleri, dilin geçirdiği terakkî ve tekâmüldür. Gayesi

120

ise edebiyat-ı hâzıranın kaynağını ve doğuşunu tespit ederek gelecekteki terakkîsini hazırlamaktır.

Görüşlerini Recâizade ve Ali Ekrem’in görüşleri ile de destekleyen yazar, şiir ve inşâdan ibaret olan edebiyatı Âşık Paşa’dan başlatmaktadır. Bunun öncesinde edebî bir geleneğinin olmayışını ise Ali Ekrem’den yaptığı alıntı ile Türklerin savaşlarla geçen tarihlerinde edebiyat ile uğraşmaya vakit bulamamaları ile açıklamaktadır. Âşık Paşa’dan sonra gelişen edebiyata bakıldığında ise edebiyatın üç devreden geçtiği görülebilir. İlk devre çocukluk evresi, ikinci evre başka kavimlerle ve edebiyatlarıyla etkileşim, üçüncü devre ise gelişmiş kavimleri ve edebiyatlarını taklit devresidir. Çocukluk devresi adını verdiği edebiyatın şiir kısmını Ziya Paşa’nın Harabât’ını hedef alarak eleştiren yazar, nesir kısmını da kıyafetleri kirlendiği halde değiştirmemiş, bir gelişme eseri gösterememiş süflî insanlara benzetmektedir. Yenileşmenin görülmeye başladığı Reşid Paşa devri de bundan ayrı değildir. Bu devrin resmî yazıları bile hâlâ eskinin izlerini taşımaktadır.

Faik Reşad edebiyat tarihine alacağı isimleri seçerken şöyle bir yol izlemiştir: Tezkirelere, mecmualara, divanlara ve münşe’âtlara bakıldığında edebiyatımızda binlerce şair ve münşînin yer aldığı görülmektedir. Bunlardan mukallit ve müteşâir olanlar arasında yapılacak bir eleme sonrasında elde edilecek sayı ise ortalama bin kişidir. Bunlardan edebiyata hakkıyla hizmet edenler ayrıldığında ise iki yüz civârı bir sayı elde edilir. Faik Reşad’ın dikkate alacağı edebiyatçılar da bunlardır (2017: 73). Eserin tertibinde dikkat çeken diğer husus, yazarın şair ve münşîleri içinde bulundukları dönem içerisinde değil, meşhur oldukları asırda zikredeceğini söylemesidir. Ele aldığı isimlere bakıldığında ise yazarın önce şair ve münşînin hayatından bahsettiği, sonra eserlerini anarak örnekler verdiği, “Mülâhaza” başlığı ile kendi görüşlerini aktardığı, Latîfî ve Gelibolulu Âlî gibi tezkire yazarlarından aktardığı bilgileri kaynaklarını zikrederek naklettiği görülmektedir. Yeni sayılabilecek birçok unsura rağmen edebiyat tarihine alınan isimlerin ve bunların eserlerinin hangi estetik ilkelere göre seçildiği ve güzel bulunduğu sorusu cevapsız bırakılmıştır.

ŞAHABEDDİN SÜLEYMAN (1885-1921)

Eserinin sonuna düştüğü 14 Eylül 1326 (1910) notuyla birlikte bizim 1328 (1912) baskısına ulaşabildiğimiz Şahabeddin Süleyman’ın Târih-i Edebiyat-ı Osmâniye adlı

121

eseri “Maarif Nezâret-i Celîlesinin kabûl ettiği son program mucibince idadînin altı ve yedinci senelerinde tedrîs edilmek üzere tertîb edilmiştir” notuyla yayımlanmıştır. Kitabını oluştururken kendinden önceki tezkirelerden alıntılar yapan yazar, “Sanatın Teşekkülü”, “Edvâr-ı Edebiyye” başlıklı bölümlerde Eugene Veron, Faguet gibi Batılı yazarların fikirlerini de nakletmiştir. Şahabeddin Süleyman’ın edebiyat tarihini oluştururken izlediği metot da eserin girişindeki bu yazılarda yer almaktadır.

Edebiyatı sanayi-i nefîsenin bir kolu olarak değerlendiren yazara göre hayatta hiçbir şey tesâdüf ile izah olunamayacağı gibi, edebî hâdiseleri de tesadüfle izah etmek mümkün değildir. Bir zincirde birbirine bağlı halkalara benzetebileceğimiz hadiselerden bazıları bizim dikkatimizden kaçmış olsa da onların zincirdeki varlıkları ve kendilerinin bağlı olduğu halkalarla ilişkileri inkâr edilemez (Şahabeddin Süleyman, 1328: 4-5). Yazarın olaylar arasındaki kurduğu bu nedensellik bağı determinizme işaret etmektedir. Eserin metodu açısından bir başka dikkat çekici unsur ise, yazarın medeniyette olduğu gibi edebiyatta da bir terakkînin, ilerlemenin olduğunu öne sürmesidir.

Osmanlıların Türk olmaları cihetiyle edebiyatının da Türk edebiyatı olduğunu söyleyen

Şahabeddin Süleyman’a göre Osmanlı edebiyatı kavmî bir edebiyattır. Bu edebiyatın en

eski eserlerine Türklerin göçebe bir millet olmaları dolayısıyla ulaşılamamıştır. Bu sebeple yazar da edebiyat tarihini Türkistan’da oluşmaya başlayan süreçten değil Osmanlı sahasından başlatmıştır. Buraya kadar olan süreci özetlerken de Türklerin Anadoluya gelerek Osmanlı devletini kurması hadisesini de edebiyatın oluşumuna zemin hazırlayan bir tarihî gerçeklik olarak sunmuştur. Bu tavır da edebiyat tarihçiliği açısından yeni bir tavırdır. Emile Faguet’ten mealen naklettiği notunu düştüğü “Edvâr- Edebiyye” başlıklı bölümde bu tavrını geniş bir biçimde açıklamaktadır. Buna göre bir edebiyat cemiyetin hayatını takip etmekte, onunla beraber tekâmül etmektedir. Cemiyetin değişmesine paralel olarak o da değişmekte, edebî devirler böyle oluşmaktadır (Şahabeddin Süleyman, 1328: 14-15). Şahabeddin Süleyman da eserini bölümlendirirken bu tavra uygun hareket etmiş, hicrî XII. asrın sonu ile XIII. asrın başlarına kadar olan süreyi “birinci devir”, ondan sonrasını “ikinci devir”, Muallim Naci ve bulunduğu devri “fetret devri”, edebiyat-ı cedîdeyi de “üçüncü devir” olarak adlandırmıştır.

Birinci devirde Âşık Paşa’dan Mütercim Âsım’a 48 şâir ve münşîyi ele alan yazar, ikinci devirde 10 ismi, üçüncü devirde ise 11 ismi edebiyat tarihine dâhil etmiştir. Fetret

122

devri olarak adlandırdığı dönemde ise Muallim Naci, İsmail Safa ve Nâbizâde yer almaktadır.

Birinci devir klasik edebiyatın bütün özelliklerini üzerinde taşımaktadır. Klasik edebiyatın kuralları belli şekil özellikleri edebiyat sanatı açısından güçlük doğurmaktadır. Öte yandan, şiiri oluşturan tematik yapı mübalağalı hayallerle, gösterişli ifadelerle doludur. Şiirlerin tasavvufî yapısı ise her türlü manayı Cenâb-ı Hakk’a doğru yöneltmektedir. Bu yönelim aynı zamanda bir terakki fikrini de içinde barındırmaktadır. Aynı hususa Yunan edebiyatında da rastlamak mümkündür. Aristo’ya göre her şey hareket halindedir ve kendinden daha iyi olana doğru bir seyir takip eder. Bu bakımdan tasavvuftaki anlayış ile Aristo arasında fikrî açısından bir benzerlik görülebilir ( 1328: 23).

Birinci devir şairlerinin neredeyse ortak özellikler gösterecek tek bir modele indirgenebilirliğini ise şöyle izah etmektedir:

“Vâkıa her milletin edebiyatı zamanın, mana-yı sarîhiyle edvâr-ı ictimâiyenin tesirine tâbi ve zamanlarındaki fikr ü hüsn-i müşterekten müteessir ise de bir şahsın tebeddülü veya tebeddül-i ikbâl-i nüfûzuyla tebeddül etmiş şeyler değildir. Adeta şairler, üdebâ padişahların, vezirlerin hiss ü fikirlerinin edebiyata aid nazariyelerinin yolunu, eserini takip etmişler, onların ruhlarını terennüm etmişlerdir. Buna binâen birinci devrede kendi şahsiyet-i husûsiye ve samîmiyesinin evâmir-i infiâlâtını, ihtiyâcât-ı tesirini, ruhunu kıraat ve terennüm eden kimselere pek az tesadüf edilmektedir” (1328: 269).

Dil noktasında yeniliklerin gözlemlendiği ikinci devir ise Reşid Paşa ve Akif Paşa gibi isimlerle başlamaktadır. Bu devirde Batı’nın tesiriyle sadeleşen dile ek olarak edebiyatta ahlakî bir gayenin ve toplumsal bir faydanın da gözetildiği görülmektedir. Bu anlamda dinî, âşıkâne, rindâne, mutasavvıfâne şiir yazma tavrı ikinci devirde faidevî, ictimâî şiir yazma tavrına evrilmiştir (1328: 275).

Şahabeddin Süleyman’ın en sert eleştirilerinin yer aldığı bölüm “Fetret Devri” başlıklı

bölümdür. Yazarın Muallim Naci’yi anlatırken kullandığı şu ifadeler buna örnek teşkil edecek mâhiyettedir: “Eserlerinden ziyade şahsının etrafına zamanın gençlerini toplayabilmek için çevirdiği hilelerle, dolaplarla edebiyatta meş’um bir tesir yaparak Abdülhak Hâmid tarz-ı edebîsinin tekâmülüne birkaç seneler mani olan Muallim Naci Efendi’dir” (1328: 346). Yazar Muallim Naci’nin kazandığı şöhreti de eserlerine değil, farklı imzalar ve müstear isimler arkasına sığınarak yazdığı yazılarla gençleri

123

kandırmasında bulmaktadır. Muallim Naci’yi sevenler de yazarın eleştirilerinden nasibini almaktadır. Şahabeddin Süleyman’a göre Naci’yi sevenler fazla düşünme ve hissetme melekelerine sahip olmayan, sanattan ve zevkten anlamayan avamdır.

Edebiyat-ı Cedidenin yer aldığı devir ise son devirdir. Aslında bu devrin ikinci devirde yer verdiği Abdülhak Hâmid devrinin bir zeyli olduğunu fakat fetret devrinin bu iki dönemi birbirinden ayırdığını söyleyen Şahabeddin Süleyman bu dönem sanatçılarını Batı’daki sanatçılara benzetmektedir.

Yöntem açısından bakıldığında Şahabeddin Süleyman’ın eserinin büyük ölçüde Auguste Comte’un öğrencisi H. Taine’in tesirini taşıdığını söylemek mümkün gözükmektedir. Kitabın başında Taine’in “ırk, muhit, an” felsefesine uygun bir biçimde Türklerin kavim özellikleri ve bunun edebiyatla ilişkili olduğu yönünde görüş belirten yazar, toplumsal yapının ve içinde bulunulan çağın eserin üretilmesinde etkili olduğunu savunmaktadır. Ona göre pozitivizmin determinist anlayışına bağlı olarak, tabiatta görülen nedensellik edebiyat eserleri için de söz konusudur. Sanayi-i nefisenin bir kolu olmasına rağmen edebiyat da tıpkı pozitif bilimler gibi tarihî bir olgu olarak ele alınabilir.

MEHMED HAYREDDİN

Konya İdadisî müdür-i sânisi ve edebiyat öğretmeni Mehmed Hayreddin’in eser sahibi olarak görüldüğü, “ta’b ve nâşirleri” kısmında ise “1328-1329 seneleri 7. sınıfı” ibaresinin bulunduğu Tarih-i Edebiyat Dersleri Konya Vilayet Matbaası’nda basılmıştır. Eserin kapak sayfasının sonunda yer alan 1330-1358 ibaresi dışında kitabın neşir tarihine ilişkin başka bir bilgi mevcut değildir. Nazım Hikmet Polat “Türk Edebiyatı Tarihi Çalışmalarının Neresindeyiz?” (2002) başlıklı bildirisinde eserin yayın tarihi olarak 1912 tarihini vermektedir. 1328-29 (H. 1910-11, R. 1912-1913) öğrenim yılından hareketle tespit edildiği düşünülen bu tarih, kanaatimizce eserin yayın tarihini değil öğrenim dönemini ifade etmektedir. Öte yandan eserin kapak sayfasının sonunda yer alan 1330 (H. 1911, R. 1913) tarihi yayın tarihini gösteriyor gibi gözükse de tire (-) işareti ile hemen yanı başında verilen 1358 tarihi kafa karışıklığına sebep olmaktadır. Eserin neşredildiği Konya Vilayeti Matbaası üzerine yapılan bir araştırmada ise 1867 yılında kurulan matbaanın 1913 yılında Sanayi Mektebi’ne taşındığı, 1331 yılında da matbaayı idare etmekte olan Mazhar Bey’e devredildiği, bundan sonra neşredilen eserlerde de “Matbaa-yı Vilayet Müdürü Mazhar Bey” ibaresinin bulunduğu

124

aktarılmaktadır (Arabacı, 2002: 117-118). İncelediğimiz eserde Mazhar Bey’e ait bir ibarenin olmayışı eserin 1331 tarihi öncesinde bir tarihte neşredildiğini göstermektedir. Bu sebeple 1358 tarihi anlamını yitirmekte, 1330 tarihi ise kabul edilebilir bir tarih olarak ön plana çıkmaktadır. Ta’b ve nâşirleri kısmında yer alan ifadeden de edebiyat dersi öğretmeni Mehmed Hayreddin’in ders notlarının öğrencileri tarafından basıldığı anlaşılmaktadır.

1330 (1914) yılında Konya İdadîsi’nin müdür yardımcısı olarak görülen Mehmed Hayreddin’e ilişkin bilgiler son derece kısıtlıdır. Konya Salnâmesi’nde yer alan bilgiye göre 1906 yılında Mehmed Hayreddin’in okulda herhangi bir kaydına rastlanmamaktadır. R. 1912-1913 yılları arasında ise mektebin 7. sınıf öğrencilerine okutulan dersler arasında Edebiyat dersinin yer aldığı, Mehmed Hayreddin’in bu dersleri okuttuğu görülmektedir (Sarıçelik, 2009: 151). 5 Mart 1913 (20 Şubat 1328) tarihinde okuldan ayrılarak Ümit Mekteb-i İdadîsi’ni açan Mehmed Hayreddin, aynı zamanda “Ulûm-ı Edebiye ve İctimaiye” derslerini de vermektedir. Okul I. Dünya Savaşı’nın yarattığı malî sıkıntı sebebiyle 1915 yılında Konya İttihad ve Terakkî Mektebi ile birleştirilmiş, bir süre burada öğretmenlik yapan Mehmed Hayreddin 1919 yılında tekrar Konya Sultanîsi’nde (1913-1923 yılları arasında okul Sultanî olarak hizmet vermiştir) görülmüştür (2009).

108 sayfadan oluşan Tarih-i Edebiyat Dersleri, yazarın Yeni Lisan hareketini destekleyen fikirlerinin yer aldığı “Mukaddime”, edebiyat tarihinin tanımının ve edebiyat tarihi dönemlendirmesinin yer aldığı “Osmanlı Tarih-i Edebiyatı” başlıklı bölüm ile alt başlıklarla ayrılan şâir ve nâsirlerden oluşmaktadır. Yazara göre lisanımız başlangıçta saf bir şekilde ortaya çıkmış olmasına rağmen zamanla bozulmuş, Osmanlıca isimli sahte bir lisan meydana gelmiştir. Bunun müessisi olan Bakî, Zatî, Sinan Paşa gibi isimler dilimizi yabancı kelimelerle doldurmuş, daha ileri giden Nef’î, Nâbî gibi şairler ise sadece havassın anlayabildiği bir dille konuşmuş, milletin fikirlerini yükseltememişlerdir. Yapılması gereken “Yeni Lisan” isimli yeni davaya sahip çıkmak, onu tesise çalışmaktır. Bu suretle lisan eski devirlerindeki ihtişamına tekrar kavuşacak, halkla sanatçılar arasındaki mesafe kapanmış olacaktır.

“Osmanlı Tarih-i Edebiyatı” başlıklı bölümde yazarın edebiyat tarihine ilişkin görüşleri yer almaktadır. Edebiyat tarihini “her milletin lisanı itibariyle yetiştirebildiği büyük üdebânın âsârını tedkîk eder, sahipleri hakkında mümkün mertebe tenkidât yapar”

125

(Mehmed Hayreddin, 1330: 5) şeklinde tanımlayan Mehmed Hayreddin edebiyat tarihini Osmanlı Devleti’nin Anadolu’da varlık göstermesinden itibaren başlatmaktadır. Devirlere ayırırken de şöyle bir tasnif yapmaktadır: I. Devir: Ertuğrul Gazi’den

Şinasi’ye, II. Devir: Şinasi’den Muallim Naci’ye, Muallim Naci ile sekteye uğrayan

Fetret Devri ve III. Devir: devr-i hâzır (1330: 5). Fakat kitabın bir sonraki sayfasında başka bir tasnif öne sürülmektedir. Buna göre Fuzûlî’den Nedim’e kadar olan devir birinci devir, Nedim’den Muallim Naci’ye kadar olan devir ikinci devir, Muallim

Benzer Belgeler