• Sonuç bulunamadı

1.1. Bilim Dalı Olarak Tarih 1.1.1. Tarih Nedir?

Genel bir ifade ile “toplumların başından geçen olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bunların sebep ve sonuçlarını, birbirleriyle olan ilişkilerini ele alan bilim dalı ve bu dalda yazılan eserlerin ortak adı” olarak tanımlanan “tarih” kelimesinin kökeni Akkadca, Habeşçe ve İbrânîce’de yer alan ve “kamer, şehr(ay), zaman” veya “ayı görmek” anlamlarına gelen “yareah/yerah” kelimesine dayanmaktadır. Kelimenin aynı anlam çerçevesi içerisinde Akkadcadan Süryaniceye ve İbraniceye oradan da Arapçaya geçtiği düşünülmektedir. Arapçaya “erreha/verraha” şekliyle geçen kelimeden türeyen târîh (te’rîh) “aya göre vakit tayin etmek, bir olayın meydana geldiği günü ve yılı, bunların rakamla yazılışını, bir şeyin oluş zamanını ve olaylar dizisini tespit etmek” gibi anlamlara gelmektedir. Kur’an-ı Kerim ve hadislerde geçmediği bilinen kelimeye İslâm öncesi dönemde Yemen’de kullanılmış olan tabletlerde rastlanmış; Avâne b. Hikem’in (ö. 147/764) eserine Kitâbü’t-Târih adını vermesiyle kullanımı yaygınlaşmıştır. Farsça ve Türkçeye de Arapçadan geçmiştir (Fayda, 2011: 30).

“Tarih kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm’de geçmediği bilinmektedir. M.

İkbal’e göre, Kur’ân-ı Kerim’de “Allah’ın günleri”1 deyimi, insan bilgisinin üçüncü kaynağı olan tarih anlamında kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de bir olaya tanık olma neticesinde ve hakikat-i hale uygun bilgi verme anlamında “haber” ve “nebe”, geçmişe ait gerçeklerin izini sürmek anlamında “kıssa”, henüz olmuş olanın bilgisi anlamında “hadis”, masal/mitoloji anlamındaki –bir görüşe göre “ustûre”nin çoğulu olan- “esâtir” sözcükleri kullanılmıştır” (Şulul, 2015: 18).

Doğu dillerinde bu şekilde varlık gösteren kelimenin Batı dillerindeki karşılığı olan “calendae”, “ayın ilk günü, hilalin ilk göründüğü an” anlamına gelmekte olup, günümüzde kullandığımız “calendarium” (takvim) kelimesinin de kökenidir. Kelimenin zaman içerisinde kazandığı anlam çok fazla değişiklik göstermemiştir. Güncel Türkçe sözlükte “Toplumları, milletleri, kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan, olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri, her milletin kurduğu medeniyeti inceleyen bilim” olarak tanımlanan tarih kelimesinin Batı’da “historia” kelimesiyle

1

4

karşılandığı görülmektedir. R. G. Collingwood, kelimenin “araştırma, inceleme” anlamlarına da dikkat çekmektedir. Doğan Özlem de tarih kelimesinin hem geçmişte olup bitmiş olayları hem de bu geçmişi inceleyen bilim dalını ifade edecek şekilde iki anlama geldiğini belirtmektedir (2012: 17).

1.1.1.1. Batı’da Tarih Felsefesi

Herodot’la (M.Ö. V) başlatılan tarihsel düşüncenin yarattığı kırılmayı anlamak için Yunanlıların bilgiyi alımlama biçimlerinden söz etmek gerekir. Epistemolojik olarak üç tür bilgi vardır. Her biri “söz” anlamına gelen bu bilgi türlerinden logos, doğa düşünürleri tarafından kullanılır; gerçeklikle doğrudan ilişkili bilgiyi ifade eder. Ozanların söyledikleri sözler demek olan epos, düzenli ve ölçülü söz anlamına gelirken; mitos, masal, öykü, efsane anlamlarında kullanılan bir kelimedir (Erhat, 1996: 6). Tarih düşüncesi mitosun geçmişle ilişkisinden türetilir. Tarihin akışını şekillendiren tanrılar ve olağanüstü varlıklardır. Bunlar geçmişte, tarihin bilinmeyen bir noktasında yaşamıştır ve anlatılan hikâye evrenin ya da tanrıların ortaya çıkışlarına ilişkindir. Teogonik ve kozmogonik nitelikli bu metinlerdeki olaylar dizisinin gerçekliği sorgulanmaz; koşulsuz inanılır. Çok tanrılı bu anlatılar sözlü kültürde üretilir, nesilden nesile aktarılır ve durmaksızın değişir. Mehmed Niyazi, Alfred Weber’den nakille insanlığın çocukluk hali denilebilecek dönemde, Antik Yunan’da, tabiatı anlamlandırmaya çalışan insanlığın tabiatı ve aşkın güç olarak kâinatı yöneten tanrıları insana benzer şekilde tasavvur ettiğini, çok tanrılı Yunan mitolojisinin bu şekilde oluştuğunu söyler (Niyazi, 2015: 30).

Mitsel anlatılar daha çok sözlü kültürde var olmasına karşılık, Antik dönem öncesi eski Yunan’da ve Doğu toplumlarının tarihsel nitelikli metinlerinde de mitosların ağırlığı hissedilir. Homeros’un Odesa ve İlyada’sı ile Hesiodos’un Teogonia’sı bu metinlerdendir. Yalnız bugün tarihçiliğin kurucusu kabul edilen Herodot, mitosların gerçekliği yansıtmayacağından hareketle tarihe kaynaklık edemeyeceklerini savunur. Öte yandan, tek ve değişmez olanın (arkhe/töz) bilgisine ulaşmak isteyen Yunan filozofları için tarih tekillerle uğraşan bir uğraşı alanı olarak algılanır. Nitekim Aristo (M.Ö. IV), Poetika’sında tarihi olmuş olan; şiiri ise olabilen yahut genel ve olabilir olan

şeylerle ilgilenen bir uğraşı türü olarak görür (Wellek, Varren, 1993: 17). Çünkü tarih,

5

ulaşmak isteyen Yunan düşünürleri için istorik bilgi, değişmeyen epistemik bir bilgi türü değil, bunun karşısına koydukları sanı (doxa) türünden bir bilgidir.

Tarih üzerine ilk sistematik yazılara M.Ö. V. yüzyılda Antik Yunan’da Herodot ve Thoukidides’te rastlanmaktadır. “Herodot ve Thukydides sayesinde Yunanlılar, ileride Yunan tarihyazımının ayırt edici özelliği olarak anılacak olan şeye, yani tek bir büyük tarihsel olayı konu alan veya karşılaştığı iç isyanlar ve dış savaşlar ekseninde bir ya da birden fazla şehir hakkında yazılmış tarihlere” (Momigliano, 2011: 28) sahip olur. Tarihin babası olarak anılan Herodot, tarihinin girişinde eseri yazmaktaki amacının gelip geçici şeyler karşısında Yunanlıların ve gerekse Barbarların yaptıkları muhteşem işleri hak ettikleri değeri bulmaları amacıyla kayıt altına almak olduğunu söyler (Momigliano, 2011: 45). İlkçağ felsefesi çerçevesinde gelişen ve bu felsefeden beslenen tarih anlayışında mitoslardan farklı olarak tanrıların ve olağanüstü varlıkların yerini artık insan almaya başlamıştır. Aydınlanma felsefesinin temelini oluşturacak Yunan Hümanizmasının doğuşu bu dönemdedir. Herodot, tarihini kaleme alırken anlatıları kanıtlarla temellendirmeye çalışır, görgü tanıklıklarını kullanır ve gerçek bilgiye ulaşmada çapraz sorgulamaya giderek dönemi için yeni sayılabilecek teknikler kullanır (Collingwood, 2013: 52) ve bunları ardı ardına sıralamaz; belli bir düzen içinde verir (Kütükoğlu, 1998: 6). Herodot’un, tarihe bu gibi yeni metotları getirirken eskinin uydurma mitosların etkisinden de tamamen kurtulduğu söylenemez. “Benim işim bana anlatılan ne ise onu aktarmaktır” (Momigliano, 2011: 47) derken, anlatılanların gerçeklikle ilgisinin farkındadır; fakat aktarmaktan geri durmaz (Le Bon, 2016: 51). Bu dönemde tarihçinin bilgi alanı insan belleği ile sınırlıdır.

Herodot’un öğrencisi Hekateaus (M.Ö. V), dünya coğrafyası ve Yunanlıların şeceresi üzerine yazdığı eserlerinde sözlü kültürde var olan hikâyelerin sayıca çokluğuna ve akıl dışılığına işaret ederek, “Saçma ve hiç inandırıcı değil, ama yine de söyledikleri bu” (Momigliano, 2011: 43-44) diyerek tepki gösterir. Thoukidides ise “arşivlerden gelen belgelerin kopyalarına yer veren” (2011: 25) bir tarihçi olarak karşımıza çıkmaktadır. Mübahat Kütükoğlu’nun Herodot’un hikayeci tarih anlayışına karşı öğretici (pragmatik) tarih olarak nitelendirdiği yöntemle tarih yapan Thoukidides, devleti tarihsel gerçekliğin merkezine yerleştirir, tarihe yön veren şahsiyetleri yüceltir ve tarihi, geçmiş hadiselerden ders çıkararak geleceğe yön veren bir disiplin olarak ele alır (1998: 6-7).

6

Kendisinden sonra gelen Polybios (M.Ö. II), Tacitus (M.Ö. I), Machivelli (1469-1527) gibi tarihçilerin de onu takip ettiği söylenebilir. Kütükoğlu’nun diğer işaret ettiği tarihçilik de araştırıcı tarihçiliktir ki bunun için de XIX. yüzyılı beklemek gerekecektir. Nitekim Momigliano da benzer bir tasnifi şöyle yapar:

“Her Yunan tarihçisi, elbette ki birbirinden farklıdır, ancak bütün Yunan tarihçileri, önemli gördükleri, sınırlı bir konuyla uğraşırlar ve kullanacakları kanıtların güvenilirliğine dikkat ederler. Yunan tarihçileri asla dünyanın başlangıcından itibaren her şeyi anlatma iddiasında bulunmazlar ve hiçbir zaman hikâyelerini historia, yani araştırma olmadan anlatabileceklerine inanmazlar. Her Yunan tarihçisi söyleyeceklerinin nitelik açısından önemiyle ilgilidir. Onun görevi, geçmişteki önemli olayların anısını korumak ve olguları güvenilir ve etkileyici bir şekilde sunmaktır. Konu seçimi ve kanıtların incelenmesi çeşitli etkenlere dayanır ki bizzat tarihçinin entelektüel dürüstlüğü de bu etkenler arasındadır. (…) Yunan tarihçileri, neredeyse istisnasız olarak, anlattıkları geçmiş olayların gelecek açısından belli bir önem taşıdığını düşünmektedir. Onlara göre, okuyuculara bir şey öğretmiyorsa, geçmiş olayların bir önemi yoktur. Anlatılan hikaye bir örnek sunacak, bir uyarı teşkil edecek ve insan ilişkilerinde gelecekte meydana gelebilecek benzer bir örüntüye işaret edecektir” (Momigliano, 2011: 29).

Yunan Helenistik çağının başlaması ile Yunanlıların coğrafya ufuklarının değişimi Yunan tarihçiliğinin gelişmesinde önemli paya sahiptir. İskender’in coğrafyasını genişletmek amacıyla seferler düzenlemesi ile birlikte Atina ile sınırlı kalan tarih tasavvuru evrensel bir tarih anlayışına doğru evrilir. Burada Roma’nın kuruluşu ile yeni bir kırılmadan söz etmek mümkün gözükmektedir. Görgü tanıklığına dayanan tarihçiliğin yerini de tarihî verilerin işlenmesine dayalı tarih anlayışı alır. Tarihi işleten ana ilke de artık insan aklı/belleği değil Roma’dır (Collingwood, 2013: 77-82). Yeni başlayan bu yeni tarihçilik anlayışında tarihsel anlatının merkezi artık Roma’dır. Anlatılan hikâye Roma’nın macerasıdır ve Roma’nın çıkarları doğrultusunda kurgulanır. Bu meseleyi daha anlaşılır kılmak için Yunan düşüncesinde kullanılan arkhe, ana ilke, töz gibi kavramlara değinmek yerinde olacaktır.

Antikite düşünürleri, ana ilke, arkhe olarak da adlandırılan “töz” kavramını başlangıçta var olan, her şeyin üstünde ve devamlı olarak var olacak, değişmez öz olarak tanımlamış ve hakikatin bilgisini ararken bu kavrama sıklıkla başvurmuşlardır. Mantıksal sorgulamalarla “boş inançlar” olarak tanımladıkları mitoslar ve mitosların konusu olmuş tanrılar bu tartışmalarla birlikte yerini insana bırakmıştır. Değişmez ve ebedi bir töz olarak düşünülen insan/insan aklı (logos) Roma İmparatorluğu döneminde

7

“Roma”, Ortaçağ’da “Tanrı İsa” ve Rönesans hareketleri ile birlikte tekrar “insan” olarak düşünülmeye başlamıştır. Tarihsel süreçlerin algılanması, dönemlendirme ve teleolojik tarih görüşü töz düşüncesi ile doğrudan ilgilidir ve ilerleyen satırlarda izah edilmeye çalışılacaktır.

Yunan düşüncesinde değişmez töz olarak algılanan insan, Yunan tarihyazımında da merkezde yer alır. Yukarıda da değindiğimiz gibi, Herodot, insan yapıp etmelerini konu edinirken görgü tanıklığına, insan belleğine dayalı bir tarihsel metot kullanır ve verilerin güvenilirliğini çapraz sorguyla sağlar. Yazılı kaynakların sınırlı olduğu bu dönemde uygulanan bu metod, İskender’in doğuya seferleri ile birlikte yetersiz kalmaya başlar. Sınırların genişlemesi ve yazılı belgelerin çoğalması tarihçinin yöntemi üzerinde değişikliğe gitmesini zorunlu kılar. Veriler ve verilerin işlenmesi önem kazanmaya başlar, sadece Atina ile sınırlı olan tarih anlayışı yerini evrensel tarih anlayışına bırakır.

Yunan tarih yazımının karakterini belirleyen insancılık ve tözcülük Hıristiyanlığın etkisi ile değişir. Hıristiyanlığın ilk günah fikriyle birlikte tanrı insan eylemlerinin arkasında yeniden görünmeye başlar. Öncesinde insana mâl edilen yapıp etmeler artık tanrının muradı, kazanılan başarılar tanrının inayetidir ve yine yaşanan aksaklıklar insanın günahları sebebiyledir. “Ortaçağ’ın Hıristiyan filozofu Saint Augustinus’a göre, tarih, Tanrı’nın emrinde gelişen bir olgudur” (Şevki, 2006: 389). Augustinus (354-430), tekerrür eden döngüsel tarih anlayışının yerine, bu dünyada Tanrının Krallığı ile neticelenecek bir tarih algısını ikame etmektedir. Eskatolojik nitelikli bu anlayışa göre tarih, Tanrının Krallığına inanarak hizmet edenlerle onun karşısında olanların arasındaki gerilimli süreçtir. Tarih sonsuza kadar ilerlemez. İsa’dan önceki ve sonraki dönemler tarihin sonunda kurulacak olan Tanrının Krallığına hizmet etmektedir (Şirin, 2011: 94). Ortaçağ’da kilisenin resmî görüşü olarak benimsediği eskatolojik ve teleolojik karakterli bu yeni anlayış çerçevesinde tarih İsa’dan önce (İsa’yı hazırlayan dönemler) ve İsa sonrası olmak üzere ikiye ayrılır. Romanın diğer milletler üzerinde herhangi bir üstünlüğü yoktur. Yeni töz “tanrı (İsa)”dır. Bu yüzden tarih onun yaşamı ve dini çevresinde gelişen olayları önemser. Bunlara hizmet eden olaylar öne çıkarılır ve kayıt altına alınır. Ortaçağ tarih anlayışı yaklaşık bin yıl boyunca bu düşüncenin tesiri kalacaktır.

8

Ortaçağa hâkim olan bu düşüncedeki kırılma XV. yüzyılda Rönesans hareketi ile birliktedir. Antikiteden yapılan çevirilerle Yunan felsefesinin insancıl dünya görüşüne ilgi uyanır, eleştirel tarih anlayışı tekrar ön plana çıkar. Ortaçağ boyunca Antikiteye paralel bir anlayışla hikâye türünden edebî bir anlatı olarak algılanan, dolayısıyla edebiyatın bir kolu olarak kabul edilen historik bilgi, Kutsal Metni anlamlandırmaya çalışan din adamlarının başvuru kaynağı olmuşken; XV ve XVI. yüzyıllarda yapılan keşifler ve başka ülkelerin tanınması ile değer kazanmaya başlamıştır (Özlem, 2012: 50-53). Öte yandan Rasyonalizmin kurucusu Descartes (1596-1650) tarihe eleştirel bir biçimde yaklaşmaktadır. Kesin ve saf bilgiye ancak matematik yoluyla ulaşılabileceğini söyleyen Descartes, tarihin bir bilim olmadığını, hiç kimsenin olmuş olan bir olayı olduğu gibi aktaramayacağını söyleyerek tarihi eleştirir. Ona göre, en sadık tarihçiler bile yazdıklarını okunmaya değer kılmak için olguların değerini değiştir ya da abartır; olguları seçerken yanlı ya da kusurlu davranarak ana olaylara tesir eden nedenleri gözden kaçırmamıza sebep olur. Geçmiş olaylara, tanıklık etmediğimiz için şüpheyle yaklaşılmalıdır. Aslolan bugünün bilgisidir (Collingwood, 2013: 97-100). Descartes ve ayrıca bu çağ düşünürleri için doğa, Antikitede olduğu gibi, içinde keşfedilmeyi bekleyen yasaları barındıran bir sistemdir. Tarih ise bu sisteme dâhil değildir.

Modern tarih düşünürlerinden Vico (1668-1744), Yeni Bilim adlı eserinde Descartes’ın görüşlerini eleştirirken tarih düşüncesine ilişkin yeni fikirler ileri sürer. Kesin bilgiye matematikle ulaşılamayacağını, kesin bilginin ancak tanrı tarafından bilinebileceğini savunur. Nesnelerle ilgili bilgiye ancak onu oluşturanlar sahip olabilir. Bu yüzden tanrı her şeyin bilgisine sahiptir. Öte yandan, tarih Ortaçağ ve Antik Yunan’da düşünüldüğü biçimde dairesel bir hareket izlemez. Günlerin, mevsimlerin, çeşitli doğa olaylarının ve insan doğasının sürekli aynı şekilde dairesel bir hareket izlediğini ve tarihi süreçlerin bilgisinin öngörülebilir (a priori) olduğu görüşüne karşı çıkar. Tarih hiçbir zaman kendini yinelemez. Tarihsel süreçler daire şeklinde değil sarmal şeklinde ilerler. Bu bakımdan tarihsel süreçlerin eğilimleri tahmin edilebilir; fakat tam anlamıyla öngörülemez. İlerlemeci tarih anlayışının ilk izlerini burada görmek mümkündür. Vico, tarihsel inceleme yöntemine dair de öneriler sunar. Mitolojilerin ya da sözlü kültür vasıtasıyla aktarılan rivayetlerin dikkate alınması gerektiğini, etimoloji ve dilsel incelemelerin toplumların düşünme biçimlerini anlamaya yardımcı olabileceğini savunur (Vico, 2007). Bu açıdan onun Aydınlanma felsefesinin getirdiği akılcılık ve determinizme karşı eleştirel bir tavır takındığı söylenebilir.

9

Vico’ya göre her millet tarihi boyunca dört evreden geçmektedir. İlk evre, hayvanî güdülerin egemen olduğu “hayvanî çağ”; ikinci evre, mitosların ve tanrıların ağırlıkta olduğu “tanrılar çağı”; üçüncü evre, soyluların ve halkın iki ayrı sınıf halinde görünür olduğu “kahramanlar çağı”; son olarak dördüncü evre de, insanların yalnızca kendi çıkarlarını düşündüğü “insan çağı”dır. Bu çağ, aynı zamanda çürüme ve bozulmayı da beraberinde getirdiğinden dolayı, döngüyü de tekrar başlatacaktır (Cevizci, 2009: 765). Vico’nun döngü teorisi, birçok araştırmacının da dikkat çektiği üzere, İbn Haldun’un “5 tavır teorisi” ile benzerlik göstermektedir.

XVIII. yüzyıl tarih felsefesi bakımından zengin bir yüzyıldır. İngiliz deneyci ekolü tarihe ampirizmin etkisiyle yaklaşır. Bütün bilgilerin deneyden geldiğini ileri sürerek a priori bilginin mümkün olmadığını savunur. İlk defa “tarih felsefesi” kavramını ortaya atan Voltaire (1694-1778) ise, kendisini Hıristiyanlığa karşı açılan bir savaşın öncüsü olarak görür (Özlem, 2012: 65). Dini, rahiplerin insanları egemenlikleri altında tutmak için uydurdukları sistemler olarak gören Voltaire, uslanmanın başlangıcı olarak gördüğü Aydınlanmayı tarihin başlangıcına oturtur. Ona göre, XV. yüzyıl öncesi Ortaçağa ait verilere ulaşmak imkânsızdır. Ussal olmayan bir sürecin kayıt altına alınmasına gerek yoktur. Voltaire’in tarihle ilgilenmeye başladığı nokta, modern ve akılcı bir ruhun var olduğu noktadır. Geçmiş tarihe ilişkin ilginin uyanışı için ilkel yabanlığı uygarlıktan üstün gören Romantizm akımını beklemek gerekecektir. Geçmiş çağlara bugünkü uygarlığı besleyen tarih olarak bakan romantik görüş, tarihi yabanlıktan, ilkellikten uygarlığa uzanan bir çizgide düşünmeye başlar. Din ve dinin temelindeki tözcü tanrı fikrine saldıran Aydınlanma filozofları öte yanda kendi tözlerini ikame eder. Bu yeni töz, hiçbir zaman değişmemiş ve değişmeyecek olan insan aklı/doğasıdır.

XVIII. yüzyılda Aydınlanmaya bağlı olarak ilerlemenin belgelendiği bir malzeme olarak görülen tarih ilmi, XIX. yüzyılda pozitivizmin etkisiyle bilimsel bir hal almış; öte yandan da yükselen milliyetçilik fikrine koşut olarak millî romantik bir karaktere bürünmüştür. XX. yüzyılda ise yerel, parçalı tarih anlayışı yerleşmiştir (Şimşek, 2011: 11). Skolastik düşünce ile girişilen mücadele ve sonrasında yaşanan Aydınlanma süreci doğa bilimlerini bilimler hiyerarşisinde yukarıya doğru taşırken tarih ilmi algısı da değişime uğramıştır. Doğa bilimlerinde kullanılan yöntemlerin tarih bilimine uygulanması ile tabiat bilimlerindeki determinist ilke tarihin akışı içerisinde de aranmaya başlamış, Aydınlanmanın ilerleme fikri tarih için de uygulanabilir

10

görülmüştür. Buna göre bilimsel gelişmeler gibi toplumlar ve toplumsal süreçler de sürekli daha iyiye doğru gelişmektedir. Charles Darwin’in (1809-1882) evrim kuramı ile pekiştirilen ve geleneksel döngüsel tarihten ayrılan bu düşüncenin ilk izleri Kant’ta (1724-1804) görülmüş, bu tarih anlayışı ilerlemeci tarih olarak kabul edilmiştir (Alkan, 2011: 32-33).

Alman romantiklerinden Herder (1744-1803), İnsanlık Tarihinin Felsefesi Üzerine Düşünceler isimli kitabında “doğrudan tarihin kendisinde, verisinde kalır, tarihin birliğini ve anlamını yine tarihin kendisinden çıkarmak ister” (Şulul, 2015: 317). “Gençlik yıllarında Aydınlanma’nın ilerleme ülküsünün ve mekanist doğabilimci anlayışın” (Özlem, 2012: 74) etkisinde kalan Herder’e göre, evrendeki her şey birbirini doğurur. Dünyada yer alan cansız varlıkların gelişmiş türü bitkiler, bitkilerin gelişmiş türü hayvanlar ve onların da gelişmişi insanlardır. Tüm varlık ereksel olarak daha gelişmiş bir insanlığa (Humanite) hizmet etmektedir. İnsanlar arasında da Avrupa ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Uslanmış olan ve seçilmiş insanlardan oluşan bu coğrafya insanlığın en tepesinde yer alır. Bu yüzden sadece Avrupa tarihi söz konusudur. “Geçmişi olduğu gibi ve sempatiyle” ele alan ve “‘milli kimlik’ kavramını tarih eğitimine ve yazımına” (Şirin, 2011: 100) dâhil eden bu görüş Türk tarih yazımını da etkilemiştir.

XIX. yüzyıl tarih felsefesinin geniş tartışma alanı bulduğu, “tarih yüzyılı” olarak adlandırılan bir dönemdir. Akla dayalı bilgi kuramı ile Aydınlanma’yı derinden etkileyen Herder’in öğrencisi Kant, hocasının ırka dayalı kuramına karşı çıkar ve evrensel bir tarih anlayışı olması gerektiğini savunur. Tarihe yönelik diyalektiğinde kullandığı fenomen ve noumen kavramları onun felsefesini anlamak bakımından önemlidir. Fenomen, beş duyu ile algıladığımız dış dünyayı ifade ederken; noumen, kendisini algılayacak bir özneye ihtiyaç duymaksızın var olan (kendinde şey), fenomenlerin arkasında görünen gerçekliği ifade eder. Tarihçi, sadece görünen gerçeklikleri sıralamakla yetinmemeli; fenomenlerin ardında yatan gerçekleri de araştırmalı, olguları yorumlarken bunları da göz önünde bulundurmalıdır (Collingwood, 2013: 137). Noumen kavramı, görünenin ardında cereyan eden değişmeyeni araması bakımından ilkçağ filozoflarının töz fikri ve Platon’un idealarıyla aynı çizgide düşünülebilecek bir kavramdır. Başka bir deyişle, Doğan Özlem’in dikkat çektiği theoria-historia karşıtlığı (Özlem, 2012: 86) açısından düşünüldüğünde tarih, belirli

11

ahlakî ilkelerden hareketle tarihi “kurgulayan” tarihçinin ürünü olduğu için, görünenin ardındaki gerçekliği sunması bakımından yetersiz kalır. Öte yandan, ilerlemenin itici gücünü de usdışılık oluşturur. Tarih, uslanmanın tarihidir; Aydınlanma insanı aklını kullanarak ilerler.

Kant’ı takip eden öğrencilerinden Schiller (1759-1805), Kant’ın ilerlemenin sonsuza kadar süreceğini fikrinin tam aksini savunur. Yarın gelmemiştir, aslolan bugündür ve tarihin geleceğe ışık tutamaz. Fichte (1762-1814) ise Kant’ın zıtlıklar üzerine kurduğu diyalektiğini tez, antitez ve sentez olarak sistematikleştirir (Collingwood, 2013: 150). Buraya kadar adı anılan Alman Romantikleri Hegel’in (1770-1831) diyalektiğinin düşünce zeminini oluşturacaktır.

Hegel’in tarih felsefesinin tin (geist) kavramı üzerine kurduğu düşünce sistemi bağlamında düşünülmesi gereklidir. Buna göre başlangıçta varlığın oluşumundan önce

Benzer Belgeler