• Sonuç bulunamadı

Edebiyat Tarihçiliği Bakımından Geçiş Dönemi Eserleri

II. BÖLÜM: YENİ TÜRK EDEBİYATI SAHASINDA YAZILMIŞ EDEBİYAT

2.2. Edebiyat Tarihçiliği Bakımından Geçiş Dönemi Eserleri

Son tezkire olarak kabul görmüş olan Fatin Davud’un Hâtimetü’l-Eş’âr isimli eserinden sonra edebiyat tarihçiliği çizgisinde düşünebileceğimiz eserler verilmeye devam etmiştir. Bu eserler tezkireler ile modern anlamdaki Batı tarzı edebiyat tarihleri arasında yine aynı ihtiyaca cevap verdikleri için “geçiş dönemi eserleri” olarak nitelendirilebilecek niteliktedir. Bunların bir kısmının mecmua, müntahabât, numûne ve cönk çizgisinde, bir kısmının ise Batı kökenli antoloji geleneğinin bir yansıması olarak güldeste çizgisinde verildiği görülmektedir. Bir kısmını ise edebiyat tarihçiliğinin ilk teşebbüsleri olarak görmek mümkündür. Bu yönüyle dönemin edebiyat tarihi ihtiyacına cevap verdikleri bilinmektedir. Bunun ilk örneği olarak Ziya Paşa’nın Harabât’a yazdığı “Mukaddime” başlıklı önsöz gösterilebilir.

Ziya Paşa’nın 1875 yılında yayımlanan Harabât isimli eseri 3 ciltlik klasik şiir antolojisidir. İçerisinde Türk, Arap, Çağatay ve İran sahasından örnek şiirlerin bulunduğu eser manzum şekilde kaleme alınmıştır. Edebiyat tarihçiliğimiz için önemli görülen tarafı ise eserin “Mukaddime”sidir. Ziya Paşa “Ahvâl-i Şuarâ-yı Rûm” başlıklı bölümde Anadolu sahasında gelişen edebiyatı üç devre ayırmıştır. Bakî’ye kadar olan

şairleri “kudemâ-yı ehl-i irfan” olarak birinci devrede değerlendiren yazar, Bakî’den

Nabî’ye kadar olan şairleri “evâsıt”, ondan sonrasını ise “evâhir” olarak sınıflandırmıştır (Göçgün, 1987: 79). Nurullah Çetin Ziya Paşa’nın eserini şöyle değerlendirmektedir: “Böylelikle Harâbât "Mukaddime"si, edebiyat tarihi olmamakla birlikte bildiğimiz anlamda tezkire de değildir. Onun bütün değeri, edebiyat tarihi kavramıyla doğrudan ilgili bazı yeni görüşleri ihtiva etmesinden kaynaklanmaktadır (Çetin, 1996: 40).

Bunun devamında zikredeceğimiz eser de Ebuzziya Tevfik’in nesir antolojisi olarak değerlendirilebilecek eseri Numûne-i Edebiyat-ı Osmâniye isimli eseridir. Antolojinin ilk baskı tarihi 1296 olarak verilmektedir. Kitapta Sinan Paşa’dan Namık Kemal’e 17 nâsirin 85 yazısı yer almaktadır (Ebuzziya Tevfik, 1308).

111

Batı tarzı bir edebiyat tarihi oluşturulma sürecinde Halid Ziya Uşaklıgil’in edebiyat tarihinden bahsetmek yerinde olacaktır. Bir milletin manevî terakkîsini edebiyatın terakkîsiyle paralel gören Halid Ziya, yazmış olduğu Fransız edebiyatı tarihinde (1885) “Paul Albert, Nisard, Mennechet, Sainte-Beuve, Vapereau” gibi yazarların eserlerinden model olarak faydalandığını belirtmiştir (1987: 184). Öte yandan, Fransız edebiyatının ilk oluşum evrelerinden XVI. yüzyılın sonuna kadar olan edebiyatı değerlendirirken edebiyatı oluşturan tarihî-sosyal arka planı vermiş, “bir kavmin millî tarihi aynı zamanda onun hayatının, fikrinin ve edebiyatının da tarihidir” (Şimşek, 2013: 17) diyerek edebiyat, edebiyatın oluştuğu sosyal çevre ve dönemin genel atmosferi arasındaki ilişkiye vurgu yaparak H. Taine’in metoduna da işaret etmektedir.

Recâizâde Mahmut Ekrem’in 1888 yılında yayımladığı 60 sayfadan ibaret eseri Kudemâdan Birkaç Şair, XV-XIX. yüzyıllar arasındaki 12 ünlü şairi ele aldığı bir kitaptır. Daha önce Ta’lîm-i Edebiyat’ta eserlerinden örnekleri verdiği şairleri yine Ta’lîm’e ek olmak üzere müsvedde tarzında kaleme aldığını söyleyen Recâizâde, ele aldığı biyografilerin derinlikli tasvirler olmadığını, daha çok iskelet resmi gibi algılanması gerektiğini söylemiştir (2014: 149). Recâizâde’nin Fuzûlî’ye ayırdığı bölüm neredeyse bir sayfadır. Ayrıca, bir bölümde Latîfî Tezkiresi’ne atıf yapılmıştır (2014: 151).

Muallim Naci’nin başlangıçta Mecmua-i Muallim’de 1887-1888 yılları arasında 38 şairi ele aldığı “Numûne-i İnkılâb” başlıklı yazıları klasik tezkire geleneğinin devamı olarak görülebilecek yazılardır. 1890 yılında yazıları düzenleyerek Osmanlı Şairleri adıyla yayımlayan Muallim Naci, Avrupa edebiyatlarını en az bir Avrupalı gibi tanıyan Osmanlı gençlerinin bizim edebiyatımızı bilmediğinden yakınarak, Sultânî Mektebindeki öğrencilere daha münasip biçimde bilgi vermek ihtiyacından dolayı bu eseri yazdığını belirtir. Fakat içinde bulunduğu asırdan üç yüz küsur sene evvel yaşamış birinin portresini çizmek pek kolay görünmemektedir. Bu yolda “ol bülbül-i muhrik-nevâ-yı gülistan-ı belâgat” (Muallim Naci, 2000: 11) türünden sözler söylemekten başka çare yoktur. Şairlerin eserlerinden örnekler verirken titiz davranan Naci, lafız ve ma’nâca hoş olan sözleri tercih ettiğini belirtir. Eser ve şair seçimini de kendi zevkine göre yaptığını belirterek kimseye kendi fikrini kabul ettirmek istemediğini de ekleyerek

112

desteklemek” (2000: 16) amacıyla yazdığını söylediği eserini tertip ederken ne kronolojik ne de alfabetik bir sıra takip etmiştir.

Mehmed Celâl’in Osmanlı Edebiyatı Numûneleri edebiyat tarihi olarak nitelendirilemese de antoloji türünün bir örneği olarak edebiyat tarihi çalışmaları ile birlikte anılması gereken bir eserdir. Osmanlı Edebiyatı Numûneleri (1894) isimli eser bir mukaddime ve dokuz kısımdan oluşmaktadır. Eserin “Mukaddime” bölümünde eseri vücûda getirirken Recâizâde’nin Talim-i Edebiyat isimli eserinden faydalandığını bildirmekte; ilk altı bölümünde edebiyatın kaidelerine dair bilgi vermektedir. Son üç bölüm ise Osmanlı sahasında eser vermiş şair ve münşîlerin eserlerinden örnekler sunmaktadır. Metinde eserin teorik alt yapısına dair herhangi bir bilgiye rastlanmıyor olsa da, yazar eserinin mâhiyetinin tezkire ve terâcim-i ahvâl türünden eserlerden farklı olduğunu nakletmektedir (Mehmed Celal, 1312).

Antoloji yahut güldeste geleneğinin bu dönemde verilmiş olan örnekleri hiç şüphesiz bunlarla sınırlı değildir. Birkaç örneğine dikkat çekmekle yetineceğimiz eserler ve yazarlarından bazıları da aşağıdaki gibidir:

“Refik ile Tevfik’in 1865’de hazırladığı Letâif-i İnşâ adlı derlemeleri, Ziya Paşa’nın 1874-1875’te neşrettiği üç ciltlik Harabat, Ebuzziya Tevfik’in 1876’da hazırladığı Nümûne-i Edebiyat-ı Osmaniye, Mehmet Celâl’in 1895’de yayımladığı, Osmanlı Numûneleri, Emin Osman’ın Hadikatü’l-Üdeba isimli çalışmaları edebiyatımızda Batılı tarzda hazırlanmış ilk antolojiler kabul edilir. Bunlara Diyarbakırlı Sait Paşa’nın Mîzânü’l-Edeb, Mustafa Reşid’in Müntahabât-ı Cedîde ve Reşat’ın Muharrerât-ı Nâdire yahut Hazîne-i Muntahabat isimli eseri de ilave etmek gerekir” (Şengül, Kiriş, 2015: 21).

Bu eserlere Bulgurluzade Rıza’nın 1909-1910 yılları arasında üç cilt halinde neşrettiği Bedâyi-i Edebiyye isimli antoloji çalışması da eklenmelidir. İlk iki cildi Tanzimat, Servet-i Fünûn ve Ara Nesil’den seçilen yirmi şaire ait 169 şiirden oluşan eserin son cildi de çeşitli türlerde yazılmış olan mensur eserlere ayrılmıştır (Şengül, Kiriş, 2015: 30).

Fâik Reşad’ın 1311-1312 (1895-1896) yıllarında Hazîne-i Fünûn’da tefrika edilen yazılarının bir araya getirilmesinden oluşan Eslâf isimli eseri, Osmanlı ediplerinin biyografilerinden oluşmaktadır. Yazar, eserin giriş kısmında eserin mahiyetinin Arap, Acem ve Türk’te bulunan âlim, düşünür ve şairlerden bazılarının biyografileri ile eserlerinden örnekleri ihtiva ettiğini belirtmiştir. Eserine âlim ve düşünürleri almasını da

113

şair olmak için eskiler (eslâf) gibi ilim sahibi ve düşünür olmak gerektiğini söyleyerek

gerekçelendirmiştir. Bu sebeple âlim ve düşünürler eserin baş kısmına alınırken kronolojik ya da alfabetik bir sıra gözetilmemiştir (Fâik Reşat, TY: 13). Bu açıdan, daha çok biyografi ağırlıklı olan ve eser örnekleri verse bile bunları değerlendirmede ilmî bir metod kullanmayan Fâik Reşad’ın eseri de tezkire geleneği içerisinde değerlendirilebilir.

Bursalı Mehmet Tahir’in 1915 yılında Osmanlı sahasındaki önemli şahsiyetlerin hayatlarını ele aldığı eseri Osmanlı Müellifleri de yakın dönem tezkire metinleri içerisinde önemli bir yere sahiptir. Eserini Meşâyih, Âlimler, Şâierler ve Edipler, Tarihçiler, Tabibler, Matematikçiler ve Coğrafyacılar olmak üzere 7 bölüme ayıran Bursalı Mehmet Tahir, 1600’ün üzerinde şahsiyeti kendine uygun başlık altında ve kendi içerisinde alfabetik olarak sıralayarak vermiştir. Şahsiyetlere ve eserlerine dair çok fazla tafsilât vermeyen Mehmet Tahir, eseri vücuda getirmekteki amacını şöyle dile getirir: “(...) bütün ilim dünyası ile Osmanlı Türklerinin meydana getirdiği eserleri bilmek isteyen diğer milletlere hiç olmazsa bu eserlerin fihristlerinin bir kısmını sunup Osmanlı âlimlerinin ilmî yüksekliğini ve insanlığa yaptıkları hizmetleri kısa yoldan isbatlamaktır” (TY: 19). Çünkü Batılılar kendi tarihlerindeki önemli şahsiyetler üzerine eser yazmak bir yana adlarına heykellerini dikmiş, anıtlar yapmışlardır. Bizim de aynı itici güçle geçmişimize sahip çıkmamız ve Şakayık-ı Numaniyye, Keşfü’z-Zünûn, Tabakât-ı Fukahâî, Tezâkir-i Şuarâ, Meşâhir-i İslâm, Sicill-i Osmânî, Esâmî, Eslâf gibi eserleri gelecek nesillere aktarmamız gerekmektedir (TY: 21).

Bursalı Mehmet Tahir’le birlikte Mehmed Süreyya’nın Sicill-i Osmânî’sini (ilk cildin basım tarihi 1890) de anmak gerekmektedir. 17.000’den fazla şahsiyeti ele alan Mehmet Süreyya Osmanlı biyografyası alanındaki en hacimli eseri meydana getirmiştir. Hacmi dolayısıyla şahsiyetleri ayrıntılarda derinleştirememiş olsa da, Osmanlı’da iz bırakmış

şahsiyetleri ele alması bakımından önem arz etmektedir (Mehmed Süreyya, 1996: IX). İlk defa Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1930-1942 yılları arasında 3 cilt olarak

basılan İbnülemin Mahmut Kemal’in Kemâlü’ş-Şuarâ isimli eseri tezkire geleneği çizgisinden ele alınan eserlerin sonuncularındandır. Türk Tarih Encümeni tarafından daha sonraki süreçte Son Asır Türk Şairleri ismini alan (İnal, 1999: 22) eserin farklı yayınevlerinden çeşitli baskıları yapılmıştır. Burada bahse konu olacak baskısı Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları’nın ilk cildi 1999 yılında basılan 5 ciltlik

114

yayınıdır. Geleneğe uygun olarak eserine Mukaddime başlıklı bir sunuş yazısıyla başlayan İbnülemin, kendisine kadar yazılan “müellefât-ı mevcûde”nin milletin bütün

şairlerini kapsayacak bir genişlikte olmadığını, olanların da muhtelif sebeplerle

muhafaza edilemeyerek yok olduğunu söyleyerek eserine giriş yapmıştır. Vakanüvislik geleneğinin zamanla ortadan kalkmış olması, olanların da her şeyi hakkıyla yansıtamaması ya ele aldığı şahsı tam anlamıyla tanıtamaması veyahut bu şahıslardan haberinin olmaması sebebiyle memleketin nice kıymetli değeri unutulmuştur. Bu ise edebiyat tarihçiliği açısından bir eksikliktir. Bu sebeple şiir ile az çok ilgilenenlerden hayatlarına ve eserlerine ulaşabildiği şairleri bir eserde toplama lüzumunu hissetmiş ve Kemâlü’ş-Şuarâ eserini yazmıştır. “Bu halde bana lâyık olan şiir namına az eser vücuda getirenleri de yazmaktır. Size muvafık olan da yazılanlardan istediğinizi almak, istemediğinizi terk etmektir” (1999: 20) diyerek de eserlerinin azlığı dolayısıyla tenkide maruz kalabilecek şahsiyetleri savunmuştur. İbnülemin’e göre eserin azlığı onu kıymetten düşürmediği gibi, çokluğu da kıymet görmesine vesile olacak bir husus değildir. İbnülemin’in bu tutumunu eserlerin niteliğine yönelik tavrında da görmek mümkündür. Kitabında yalnızca aruzla yazan şairlere değil, heceyle yazan şairlere de yer vermiştir. Çünkü ona göre bir eser şiir vasfına layık olduktan sonra onun heceyle ya da aruzla yazılmış olması mühim değildir.

Uzun ve tafsilatlı biyografileriyle dikkat çeken İbnülemin aynı tavrı herkesçe bilinen

şairlerde göstermemiştir. Ona göre, mâlumu ilâmda bir fayda yoktur. İbnülemin Fatin

Tezkiresi’nde eksik bırakılan şahsiyetleri eseri vesilesiyle tamamlama gayesi gütmüş ve hayli hacimli bir eser ortaya koymuşsa da ulaşamadığı kişiler de olmuş olabileceğini kabul etmiştir. Şairin biyografisine ve eserlerine ulaşmada yaşanan güçlükler de eserde uzun uzadıya verilmiştir. Eserin en dikkat çekici yönü kaynak gösterimindeki hassasiyettir. Biyografileri oluştururken birçok kaynağa başvuran İbnülemin başvurduğu tezkireleri ve yararlandığı kaynakları eserinde zikretmiştir.

Edebiyat tarihçiliği çizgisinde yabancıların Osmanlı edebiyatına ilişkin çalışmalarını da anmak gerekmektedir. G. B. Donaldo’nun Della Letteratura dei Turchi (1688) bu eserlerden ilki olarak bilinmektedir. Büyük ölçüde Hezarfen Hüseyin Efendi’nin Telhîsü’l-Beyân Fî Kavânîn-i Âli Osman eserinden alındığı düşünülen (Gökçen, 2013: 383) eserden sonra G. B. Toderini’nin Lettaratura Turchesca (1787) isimli eseri gelmektedir. “Eserin birinci cildinde Toderini 16 başlık altında Türklerin okudukları

115

ilimlerden, ikinci cildinde ayrı ayrı İstanbul’daki medrese ve kütüphanelerden, (bilhassa, gizlice elde etmiş olduğu eski yazı fihristini de vererek, Saray [Topkapı] kütüphanesinden), üçüncü cildinde ise İbrahim Müteferrika Efendi matbaasından ve

İstanbul’da basılan kitaplardan söz eder” (2013: 383). Eser üç cilt olarak

yayımlanmıştır.

1836 ile 1838 yılları arasında dört cilt olarak basılan Geschichte der Osmanischen Dichtkunst (Osmanlı Şiir Sanatı Tarihi) Baron Joseph von Hammer-Purgstall tarafından yayımlanmıştır. Eserin Osmanlı sahasında etki uyandırdığı bilnmektedir. Bunun yanında Dora D’ıstria’nın Osmanlılarda Şiir adıyla Türkçeye kazandırılan La poésie des Ottomans (1877) isimli eseri ile V. D. Simirnov’un Turetskaya Literatura (1891), P. Horn’un Modern Türkische Literatur (1900), E. J. Wilkinson Gibb’in A History of Ottoman Poetry (1900) ve Alessio Bombaci’nin Storia Della Lettaratura Turca (1956) isimli yapıtları da Osmanlı şiir tarihine yönelik hazırlanmış olan eserlerdendir. Türk edebiyatı sahasında çokça anılan bir eser olması dolayısıyla Gibb’in eseri üzerinde durmak gerekmektedir.

Elias John Wilkinson Gibb’in Osmanlı sahasında verilmiş olan tezkirelerdeki bilgileri bir araya getirmek suretiyle İngilizce olarak hazırlamış olduğu ve Türkçeye Ali Çavuşoğlu çevirisiyle Osmanlı Şiir Tarihi ismiyle kazandırılan eseri beş ciltten oluşmaktadır. Osmanlı Devleti sınırları içerisinde hiç bulunmamış olan Gibb eseri yazmaktaki amacını şöyle ifade etmektedir:

“Bunun yanısıra bu eseri yazmaktaki asıl maksadım oryantalistler için Osmanlı şiirinin kısa bir taslağını sağlamak değil; okullarımızda şimdiye kadar hiçbir yazar tarafından kendi dilimizde yazılmayan bir edebiyat tarihine İngiliz okuyucularının da ulaşmasını temin etmektir. Arap ve İran edebiyatları tarihi bir miktar da olsa bilinmektedir, fakat Türk edebiyatı hususunda “Türklerin edebiyatı yoktur” gibi mantıksız bir sonuca götürecek olan manasız bir cehalet hüküm sürmektedir. Bu cehaleti ortadan kaldırmak için birşeyler yapmak ümid ve gayretinde olduğumdan vasat İngiliz okuyucularına ulaşmaya çalıştım” (Gibb, 1999: 24).

Gibb Osmanlı şiirini dört dönemde incelemektedir: Birinci dönem, 1300-1450 yılları arasını kapsayan teşkil aşamasıdır. İkinci dönem, 1450-1600 yılları arasında hüküm süren, şairlerin İran edebiyatının esaslarını öğrenmeye çalıştıkları dönemdir. Üçüncü dönem Camî, Urfî, Sâbit gibi şairlerin etkisi ile İran edebiyatı etkisinin güçlü bir biçimde hissedildiği XVII. yüzyılı, dördüncü dönem ise XVIII.

116

yüzyıl ile XIX. yüzyılın ilk yarısına kadar gelen dönemi ifade etmektedir. Bu dönemleri de Batı kültürü etkisinde gelişen yeni bir edebiyat takip etmektedir (Gibb, 1999: 31).

Yazar bu girişten sonra klasik şiiri anlamaya yardımcı olaracak bilgileri vermektedir. “Nazım Şekilleri, Vezin ve Belâgat” başlıklı bölümde klasik edebiyata dönük bilgi ve teoriler ayrıntılı bir biçimde verilmiştir. Bundan sonra Batı Türkçesinin Anadolu’daki ilk örneklerine değinilmiş; Osmanlı sahası edebiyatı Mevlana, Sultan Veled ve Yunus Emre gibi şairlerle başlatılmıştır. Bu tavır ilk dönem edebiyat tarihlerinde de karşımıza çıkmaktadır. Yazar eserinde edebî şahsiyetlerin edebiyat tarihindeki yerlerini ve sonraki şahsiyetlere etkisini tespit etmeye çalışmış; zaman zaman da Doğu ve Batı edebiyatları arasında karşılaştırma yapma yoluna gitmiştir. Ancak eserin yazarın sağlığında yayımlanma imkânı bulunamamış; Cambridge Üniversitesi öğretim üyelerinden Edward Brown eseri yayıma hazırlayarak neşretmiştir.

Benzer Belgeler