• Sonuç bulunamadı

Modernleşen Türkiye’de Kimlik ve Sosyal Mesafe

2. MODERNLEŞME, KİMLİK VE SOSYAL MESAFE

2.2 Modernleşen Türkiye’de Kimlik ve Sosyal Mesafe

Türkiye yaklaşık son iki yüz elli yıllık modernleşme döneminde kimlik konusunda önemli ve karmaşık dönüşümler geçirmiştir. Irk, etnisite, din, mezhep, kültürel kimlik ve benzeri kimlik aidiyetleri bakımından çok çeşitli sosyal grupları bünyesinde barındıran bir imparatorluğun devamı niteliğindeki bir ulus-devlet olarak Türkiye, ulusçu-seküler kimlik anlayışıyla bu çoğul kimlikleri teke indirgeme gibi bir açmazla karşı karşıya kalmıştır. Bu yeni uluslaşma süreci Batı’dakine benzer bir sınıfsal mücadele temelinde şekillenmemiştir. “Batı Avrupa ülkelerinin deneyimlerinden farklı olarak, Türk örneğinde vatandaşlığın tanımlanması ve kapsamının genişletilmesi farklı sınıfların taleplerinin sonucu olarak ortaya çıkmadı. Bu süreç, sadece ulusu iki parçaya (“vatandaş” vs. “ulusun gerçek sahipleri”) bölmekle kalmayan aynı zamanda her vatandaştan devlete ve ulusa karşı tam bir sadakat bekleyen siyasi seçkinler tarafından başlatılarak onlar eliyle yürütüldü” (Bayar, 2014:110). Ancakulusal kimliğin bir taraftan ideolojik bir kurgu mahiyetinde olması ve bu yönüyle siyasal bir kimlik olması söz konusuyken bir yandan da psikolojik bir olgu olması bakımından da kültürel olarak benimsenmiş bir kimlik olduğu bilinmektedir (Özyurt, 2005: 122). Bu seçkinci ulus oluşum sürecinin bir sonucu olarak siyasi iktidarı temsil eden ve makbul vatandaşın ne olduğunu da tayin eden siyasi merkeze yabancılaşan geniş halk kitleleri, bir yandan bu ulusal kimliği belli düzeylerde kültürel olarak benimserken bir taraftan da ulus-devlet vatandaşlığı gibi bir kimliğin yanı sıra Müslümanlık, İslâmcılık, muhafazakârlık, milliyetçilik, sol, Kürtlük gibi diğer kimlik öğelerine yöneldiler. Bu alt-kimlik ve kültürlerin yaşadığı yabancılaşma süreci Türkiye’de farklı kimliklerin birbirlerine karşı algıladıkları sosyal mesafenin önemli belirleyici etkenlerinden biridir. Zira ulusal kimlik oluşturma süreci tıpkı herhangi bir sosyal kimlik oluşum aşamasında görülen içerme ve dışlama süreçlerini barındıran ve böylece yeni bir ‘biz’ ve ‘ötekiler’ ayrımı inşa eden bir süreçtir. Bu ayrım oluşturma süreci sosyal mesafelerin oluşmasını ve kökleşmesini beraberinde getirmiştir. Bu süreç hem Türklüğün hem de İslâm’ın yeni bir millet oluşturma sürecinde yoğun bir şekilde siyasallaşmasıyla sonuçlanmıştır. Bu durum da farklı etnik, dinî ve mezhepsel aidiyetler etrafında oluşan kimliklerin ve alt kimliklerin birbirlerine karşı tarihsel ve toplumsal koşulların gelişimine göre yeni sosyal

mesafeler inşa etmesi sonucunu doğurmuştur. Şerif Mardin İslâmcı görüşün ilk ortaya çıkış dönemi olan on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındaki gelişmeyi şu ifadelerle anlatmaktadır: “Osmanlılar için “Türk”, “Çerkez” tanımlamalarının Müslümanların aslen nereden gelmiş olduklarını anlatması dışında bir önemi yoktu. Bundan dolayı da bir Osmanlı aydını Osmanlı toprakları içinde Rusya’daki “Slav” birimine karşılık oluşturan birimi bulmakta zorluk çekiyordu. Olsa olsa bu birim “Müslümanlık” olabilirdi. Osmanlı İmparatorluğunun içinde birliği sağlayacak bayrağın Müslümanlık olduğu inancı, 1870’den sonra güçlü bir düşünce akımı olarak belirmeye başladı (Mardin, 1997: 218). Bu durum on dokuzuncu yüzyıl sonlarında dinî kimliğin bir ulusal kimlik şemsiyesi olarak öne çıkışına işaret etmektedir fakat Cumhuriyetin kuruluşuna kadar uzanan süreçte yaşanan göçler, savaşlar ve diğer sosyal hadiseler sonucunda her ne kadar üst bir kimlik olarak Müslümanlık birleştirici vasfını yitirmese de İslâmcılığın yerini Türkçülüğe bıraktığı görülecektir. Karpat’a göre Osmanlıcılık ve İslâmcılık cereyanlarının içinden Türklüğün canlanışı siyasetin dışında doğal bir sosyal değişme sürecinin sonucudur ama Türkçülüğün ortaya çıkışı ise siyasi bir milliyetçilik akımının neticesidir (Karpat, 2004:59). Esasında Türkiye’de Osmanlı’dan Cumhuriyete giden süreçte birçok devamlılığın ve kopuşun olduğunu söyleyebilmekle birlikte, gündelik hayat ve değerler konusunda modernleşme ve sekülerleşmenin son derece belirleyici olduğu ifade edilmelidir. Nitekim özellikle daha kentli, daha eğitimli ve daha genç nüfus kesimlerinde dinî değerin eskisi gibi başat bir konuma sahip olmadığı ve geri plana itildiği görülmektedir. Değerlere ilişkin çalışmasında Güngör dinî değerlerdeki bu düşüşün “modernleşme adı verilen prosesle paralel olarak yürüdüğünü” söylemektedir (Güngör, 1998:119). Bu süreci daha genel bir tabirle modernleştirici diğer gelişmelerin ve sekülerleşmenin bir sonucu olarak adlandırabiliriz. Dinî değerlerdeki bu düşüş ve yerine ikame edilmeye çalışılan modern yurttaşlık bilinci ya da “milliyetçilik” gibi değerlerin toplumsal bütünleşme konusunda yeterince etkili ve işlevsel olamaması farklı toplum kesimlerinin birbirlerine bakışı, ayrımcılık ve sosyal mesafe gibi sorunların daha keskin bir şekilde hissedilmesine yol açmıştır.

Türkiye’de ulusal kimlik oluşumu sürecinde en başından beri Kürt etnisitesi, din (muhafazakârlık, laiklik vb. gibi sorunlar) faktörü ve Alevi kimliği önemli sorun alanlarından olmuştur. Kürt sorunu Osmanlı modernleşmesinin yükseliş dönemlerinden beri önemli bir göreli özerklik ve etnik kimlik sorunu olarak zaten vardı. Ancak 19. Yüzyılda sorun daha çok aristokrat Kürt seçkinleri eliyle temsil edilirken daha sonraki yıllarda ve Cumhuriyet döneminde yavaş yavaş ulusal bilincin gelişmesi ve Kürt aristokrasisinin dışında yeni bir Kürt seçkinler sınıfının yükselişi görülmüştür. “18-19. yüzyıllardaki Kürt sosyal ve siyasal önderliklerinin genel karakterinde büyük değişimler olmadan 20. yüzyıl başlarına gelindi. 20. yüzyılın başlarındaki Kürt milliyetçiliğinin İstanbul, Diyarbakır ve Kürdistan’ın diğer

aydınlardı. Bu aydınlar Avrupa’nın düşünce yapısından ve yaşam tarzından etkilenseler de hareketin feodal karakterini değiştiremediler.” (Kutlay, 2012:65). Hareketin bu değişmeyen feodal karakterinin değişimi ve daha ulusalcı ve yeni bir anlayışın gelişmesi ise ancak İttihat ve Terakki ile başlayan ve Cumhuriyetle devam eden Türkçülük politikaları karşısında gerçekleşmiştir. Osmanlı’dan bir bir ayrılan farklı ulusların olduğu bu süreçte Osmanlı yöneticilerine karşı Kürt seçkinleri arasında oluşan öfke ve karşıtlık da Türk düşmanlığı ve karşıtlığını besleyen önemli unsurlar olmuştur. Her ne kadar İttihat ve Terakki döneminde gelişen hürriyet ortamı ve daha sonraki yıllarda yaygınlaşan Türkçülük politikası Kürtlerde yeni bir eğitimli sınıfın ortaya çıkışını ve Kürtlük bilincinin gelişimini doğurmuş olsa da, Kürt aristokratlar ve yeni yükselen Kürt sınıflar arasındaki rekabet kendi içlerinde bir bölünmenin de beraberinde gelmesine yol açmıştır. Dolayısıyla her ne kadar lokal düzeyde bazı ulusal bilinç gelişimleri yaşansa da genel anlamda Kürt kimliği etrafında birlik oluşması mümkün olmamıştır. 1923’ten sonra Cumhuriyet Türkiyesinde Kürt sorunu iki büyük kırılmayla dönüşüm geçirdi: “birincisi yeni devletin egemen doktrininin din kardeşliği değil Türk milliyetçiliği olacağı” ve ikincisi ise “yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin manevi dayanak olarak İslâm’ı ve Osmanlı’yı bir yana bırakmasıdır…. Hilafetin kaldırılmasının, Kürt eşrafı için çok daha büyük bir anlamı vardı: Kürtlüğün daha önce İslâm’la özdeşleşmesini sağlayan ve Kürt-Türk ittifakının tek garantisini oluşturan din kardeşliğinin sonu anlamına geliyordu bu” (Bozarslan, 2014:106-109). Bu durumda Müslümanlık temelindeki zımnî sözleşme bozulmuş ve Kürt kimliğinin seküler-ulusçu bir Türk devleti içerisindeki konumu tartışılır hale gelmişti. Bu tarihten sonra Kürt sorunu ve Kürt kimliği Türkiye Cumhuriyeti tarihi içerisinde yeni bir evreye girmiştir. Kürtler 1960’larda kentleşmenin hızlanmasıyla birlikte büyük şehirlerde siyasi hareketler içerisinde daha görünür hale gelmeye başlamışlardır.

Kürt sorunu işte bu ortamda Türkiye’nin kimlik arayışında 1960’lardan sonra başka bir bağlamda gelişen ve yükselen siyasi hareketler içerisinde yeniden filizlenmiştir. Daha çok partilerin Güneydoğu’daki feodal yapıları desteklediği ve Kürt nüfusu içerisindeki geleneksel yapıların desteklendiği bir ortamda Kürt halkı içerisinde daha eğitimli kesimler bazı asimilasyoncu politikaları sorgulamışlar ve kültürel haklar konusunda taleplerde bulunmaya başlamışlardır. Buna karşın Türkiye’de sağ ve sol siyasetin geliştirdiği ekonomik ve sosyal geri kalmışlık ve güvenlik söylemleri Kürt sorununun bir etnik sorun olarak ya da siyasi bir sorun olarak ele alınmasına engel oluyordu. Bu süreçte şeyh, ağa ve benzeri geleneksel aktörlerden örülü feodal yapının Kürt sorununda asıl sorunu oluşturduğu fikri, Kürt sorununun asıl mahiyeti olan politik ve etnik boyutunu gölgelemekteydi. Ekonomik ve sosyal alandaki geri kalmışlık neticesinde buradaki nüfusun büyük kesimi eğitim koşullarının ve diğer ekonomik imkânların son derece sınırlı olduğu şartlarda hayatlarını devam ettirmekteydiler. Dolayısıyla Türkiye’nin batısında var olduğu şekliyle gerek küçük toprak sahipliğine dayalı

tarımın ve gerekse sanayiinin gelişmediği bu coğrafyada bireysel özerkliği destekleyici ekonomik ve sosyal imkânların gelişmesine engel olmaktaydı (Ahmad, 2010:200). Bu durum Kürt meselesinde günümüze kadar ulaşan sorunların kökeninde bulunan etkenleri açıklamaktadır. Nitekim 1980 sonrasındaki 12 Eylül baskı rejimi karşısında Kürt kimliği çok daha radikal bir şekilde siyasallaşarak terör, zorunlu göç, köylerin boşalması gibi birçok sosyal süreçle birlikte Kürt kimliğinin toplumun geri kalanından farklılaşması, ayrışması ve ayrı bir kimlik olarak algılanmaya başlamasını getirmiştir. 1980’lerden sonra gelişen bu süreç, daha sonra yapılan ve değineceğimiz uygulamalı çalışmalarda da vurgulandığı üzere, gerek Kürtlerin başka kimliklere yönelik hissettiği ve gerekse kendilerine karşı hissedilen sosyal mesafenin daha çok arttığı bir dönem olarak yaşanmıştır.

Alevi kimliği söz konusu olduğunda ise etnik bir sorun olmamakla birlikte Cumhuriyetin laiklik politikalarıyla uyumlu sekülerleşmiş bir gelenek olan Aleviliğin toplumun daha geniş kesimlerini oluşturan ve ana akım dinî geleneği temsil eden Sünniler arasındaki sosyal mesafenin ortaya çıkışı aslında Türkiye’de demokratikleşmenin daha hızlı bir şekilde yükseldiği 1950 sonrasında gerçekleşmiştir. Cumhuriyetin katı laik politikalarına karşı sonraki dönemlerde gelişen süreçleri “karşı-devrim” olarak niteleyen bakış açıları, Cumhuriyetin bütün inançlara eşit mesafede bir laiklik uygulamasıyla din alanını düzenlemesi ve müdahale etmesi gerektiğini savunmuşlardır. Tarikat ve cemaat örgütlenmelerinin gerek siyasi gerek toplumsal ve ekonomik ve gerekse kültürel düzeyde yüksek örgütlenme kapasitesi bu gibi laiklik taraftarı görüşlerin hiçbir zaman tasvip etmediği gelişmeler olarak görülmüştür. Dolayısıyla Aleviler toplum içerisinde karşılaştıkları bazı ayrımcı tutum ve davranışları ve inanç konusunda yaşadıkları dışlanma, şiddet ve diğer olumsuz hadiselerin sebebini bu gibi dinî örgütlenmelere karşı müsamahalı politikalara bağlamışlardır. Bu yüzden Türkiye’de Alevi kimliğinin 1990’lardan itibaren büyük ölçüde daha yüksek oranda kentleşmesi ve beraberinde gelen sivil toplumlaşma süreci kimi Alevi kesimlerinde din karşıtlığı ya da dinden uzaklaşma gibi sosyal sonuçlarla birlikte tezahür etmiştir. Özellikle genç ve eğitimli kesimlerde yoğun kentleşmeyle birlikte bu yeni süreçte Alevi kimliği Alevi geleneğini yeniden üretmekten ve onu modern kent ortamında yeniden yorumlamaktan ziyade yeni Alevilikler inşa edilmesi gibi bir yola başvurmuştur (Subaşı, 2001: 162-163). Bu yeni durumda Alevilik İslâm içinde Sünnilik veya diğer geleneklere yakın duran diğer bir gelenek olarak değil de ateizm, komünizm, deizm gibi farklı eğilimlere daha yakın duran ve hayatı İslâm dışında başka söylemlerle ve eğilimlerle de yorumlamaya çalışan yeni bir dünya görüşü olarak ortaya çıkmıştır. Bu durum da sosyal mesafeyi artıran bir başka unsur olarak ortaya çıkmıştır. Alevilikle ilgili yapılan ve daha sonraki sayfalarda değineceğimiz saha çalışmalarında görüleceği üzere Alevi kimliği aslında Sünniler tarafından tutum ölçekleri düzeyinde araştırıldığında bir öteki olarak

gibi özel hayatı ilgilendiren birçok alanda ya da kentsel mekân içerisinde Alevi-Sünni ayrışmasının var olduğu gözlemlenebilmektedir.

Son olarak Türkiye’de Kürt kimliği ve Alevi kimliğiyle beraber en önemli sorun alanlarından birini teşkil eden din (muhafazakârlık, laiklik vb. gibi sorunlar) faktörü belki de bütün bu kimlik sorunlarının en önemli eksenidir. Günümüzde yaşam tarzı farklılığı ve seküler/dindar ayrımı olarak belirginleşen bu kültürel ayrışma aynı zamanda siyasi farklılaşmayla da paralel bir durum arz etmektedir. Türkiye’de muhafazakâr kesim olarak adlandırılan ve Cumhuriyetin kuruluşuyla ve katı laiklik politikalarıyla birlikte yabancılaşan kesimler geniş halk kitlelerini oluşturmuş ve 1980 sonrasında bu kesimler kentleşme ve eğitim seviyesinin artışıyla birlikte siyasi merkezde söz sahibi olma mücadelesi içinde daha keskin roller sütlenmişlerdir. Şerif Mardin’in merkez-çevre ilişkileriolarak Türkiye’de siyasi ve toplumsal değişimi ve toplum-siyaset, devlet-toplum ve toplum ile seçkinler arası ilişkileri ve seçkinler arası mücadeleyi okumaya çalıştığı mücadelenin itici kuvveti olarak bu kesimler yeni bir seçkinler sınıfının ortaya çıkışını beraberinde getirmiştir (Mardin,1973). Öteden beri Hilafet ve Saltanatın kaldırılmasından bu yana ‘kökten Batıcı modernleşme’ anlayışına karşı ‘muhafazakâr modernleşme’ projesinin savunucusu olan bu kesimlerin, gerek demokratik siyaset yoluyla ve gerekse sivil toplum örgütlenmeleri ve tarikat-cemaat yapıları etrafında yükselen ekonomik, sosyal ve kültürel örgütlenmeleri yoluyla çevreden merkeze doğru ilerlemesi her alanda büyük dönüşümü getirmiştir. Bu dönüşümler son on beş yılda Ak Parti iktidarında belirginleşen yeni sürecin de arka planını hazırlayan gelişmelerdir. Mardin’in de belirttiği üzere çevreden merkeze ilerleyen bu yeni siyasi seçkinlere göre, her yeni askeri darbe Türkiye demokrasisini eksik demokrasi ya da güdümlü demokrasi haline getiren gelişmelerdir (Mardin 1973:186). Dolayısıyla bu yeni siyasi seçkinler diğer toplumsal güçlerle birlikte Türkiye demokrasisinin bu güdümlü demokrasi anlayışını dönüştürmek adına bir dizi yeni reformlara imza atmışlardır. Sosyal mesafe ve ayrımcılık açısından bakıldığında bu sürecin en önemli sonucu eskiden beri merkezden dışlanan ve yabancılaşan kimliklerin bu süreçle birlikte daha güçlü bir konum kazanması ve buna karşın öteden beri kendisini ulus-devletin merkezinde konumlandıran toplumsal kesimlerinse kendilerini yabancılaşmış ve ayrımcılığa tâbi tutulmuş hissederek yabancılaşmasıdır. Dolayısıyla bu yeni süreç muhafazakâr kesimlerle daha seküler kesimler arasındaki sosyal mesafe ve ayrımcılık algıları açısından da ilginç sonuçlar ortaya koyma kapasitesine sahiptir.

Türkiye’de Bogardus ölçeği kullanılarak yapılan sınırlı sayıda çalışma vardır. Bunlar arasında 2004 yılında Sunar ve Bikmen tarafından yayınlanmış bir çalışma ilk olması nedeniyle önemlidir. Çalışmada Türkiye’nin elit kısmında yer alan 285 Boğaziçi üniversitesi

öğrencilerinin 8 farklı etnik dinsel grupla (Romanlar, Kürtler, Ermeniler, Gürcüler, Çerkezler, Lazlar, Yahudiler ve Rumlar) ilgili önyargı ve sosyal mesafelerini ölçen bir uygulama gerçekleştirmişlerdir. Çalışma sonucunda cevaplayıcıların Kürtler, Ermeniler ve dindar Müslümanlara karşı olumsuz önyargıları olduğu görülmüştür. Cevaplayıcıların Kürtlere, Çingenelere, Ermenilere ve Rumlara karşı sosyal mesafelerinin daha az olduğu ortaya çıkmıştır (akt. Akpolat, 2007:7). Akpolat tarafından 2007 yılında Erzurum’da uygulaması yapılan farklı etnik dinsel, mezhepsel gruplara olan sosyal mesafeyi ölçmek hedeflenmiştir. Amaçlanan bireylerin sadece “farklı” etnik, dinsel, mezhebi, cemaat, milliyet ve siyasal görüş grupları ile kendi aralarına hangi düzeylerde ne kadar sosyal mesafe koyduklarını ölçmek, sadece farklıya olan tutumu görmeye çalışmak üzerine yapılmıştır. Çalışma sonucunda farklı din ve milliyetten olana karşı sosyal mesafe düzeyinin fazlalaştığı buna karşılık farklı siyasi gruptan olana karşı bu düzeyin daha az olduğu sonucuna varılmıştır. Geçici ve mahrem olmayan sosyal ilişkilerde ise (alışveriş, arkadaşlık, selamlaşma, turizm amaçlı ülkeye gelme) sosyal mesafenin az olduğu ortaya çıkan bir diğer bulgu olarak aktarılmıştır.

2007 yılında Altunsu tarafından Ankara’da yürütülen bir diğer çalışmada ise yine farklı etnik gruplar arasındaki sosyal mesafe düzeyi ve etnik kimlik aidiyetleri irdelenmiştir. Bu kapsamda diğer gruplar hakkındaki imajlar ve algılamalar, ayrımcılık ve diğer gruplarca uygulanan ayrımcılığa maruz kalma duygusu, gruplar arası paylaşılan özellikler, etnik ilişkiler ve gruplar arasındaki etkileşim düzeyleri analiz edilmiştir. Çalışma sonucunda Ankara’da etnik kimliklerin, etnik kategorilere konulan bireylerin baskın bir karakteri olmadığı ve toplumsal ilişkileri belirlemede belirleyici bir etken olmadığı sonucuna varıldığı belirtilmiştir.

2009 yılında Asım Yapıcı tarafından Türkiye’de mezhepsel kimliğin ve seküler-dinî ayrımının önemli eksenlerinden biri olan Sünni-Alevi ilişkilerine dair önemli bir çalışma yapılmıştır. Sekülerleşmiş bir dinî gelenek olarak Aleviliğin (Shankland, 2003) ve Alevilerin Sünnilerle ola ilişkileri bu anlamda önemli sosyal mesafe göstergelerindendir. Bu çalışmanın sonuçlarına göre Sünni ve Alevi gruplar arasındaki ilişkiler genellikle önyargılardır ve bunlar büyük ölçüde sosyal mesafe göstergeleriyle beraber belirginleşmektedir. Bu anlamda ilk olarak evlenmelerde bu sosyal mesafenin görüldüğü tespit edilmiştir. Bu alanda yapılan birçok çalışmada Sünnilerin Alevilerle evlenmek konusunda büyük bir sosyal mesafeye sahip oldukları ortaya konulmuştur. “Mesela, Güneş-Ayata (1997: 200), “Sünnilerin tam Müslüman

saymadıkları Alevilere kızlarını vermek istemediklerini, ancak erkek çocuklar için bu meselenin dinî bir uygunsuzluk değil, daha ziyade toplumsal sebeplerden kaynaklanan bir durum olduğunu” belirtmektedir. Türkdoğan’ın (1995: 362) çalışmasında ise Sünni gençlerin

sosyal mesafenin âdet haline geldiği görülmektedir. Yapıcı’ya göre Sünnilerin Alevileri “sapık”, “yanlış” inanç sahibi olarak görmeleri ve bu görüşe eşlik eden birçok önyargı ve kalıp yargılar iki grup arasındaki sosyal mesafeyi artırmaktadır. Yapıcı’nın 2004 yılında yürüttüğü bir çalışmanın sonuçlarına göre Sünnilerle evlenmeyi kabul eden Alevi öğrencilerin oranı ise % 78’dir. Görüldüğü üzere hem Aleviler arasında hem de Sünni gençler arasında karşılıklı olarak evliliği kabul etme oranı kayda değer düzeyde olsa da âdet haline gelmiş bir önyargılar silsilesinin ve sosyal mesafenin var oluşu genç nesillerin bu konularda ailelerini ikna etmelerini zorlaştırmaktadır. Esasında daha önce belirtildiği üzere önyargılar ve stereotiplerin kökeninde hem bilişsel ve kültürel hem de duygusal ve sosyo-güdüsel öğeler bir arada bulunmaktadır. Bu anlamda Sünnilerin çocuklarına Aleviler için de önemli olan Ehl-i beyte ait isimler vermeleri ya da Alevi kültüründeki deyişlerin ehl-i sünnete göre de önemli olan hususları dillendirmesi karşılıklı olarak duygusal yakınlığı ve ortak duygu birikimini göstermektedir. Ancak meselenin bu duygusal boyutuna rağmen, tarihsel gelişim süreci içerisinde Alevilerin gündelik hayatta maruz kaldıkları ayrımcılık ve şiddet olayları ve modernleşmeyle birlikte Alevi kimliğinin sekülerleşmiş bir gelenek olarak Sünni-muhafazakâr kesimlerden farklılaşması bu iki kimlik grubu arasındaki ayrımın sırf mezhepsel bir ayrımdan ziyade daha kültürelleşmiş ve kurumsallaşmış bir ayrıma dönüşmesine yol açmıştır. “Tarihsel süreç içerisinde, Sünni ve Alevi grupların birbirlerini genelde olumsuz niteliklerle vasıflama, önyargılarla mahkûm etme ve katı sosyal mesafelerle dışlama eğilimi göstermesi, onların birbirlerine sürekli kuşku dolu gözlerle bakmasına sebep olmuştur” (Yapıcı, 2009:57). Bu durum iki kesimde de “biz” ve “ötekiler” ayrımına dayalı etnosantrik bir bakış açısının yaygınlaşmasını ve ayrımcı pratiklerin yaygınlaşmasını beraberinde getirmektedir.

Öte yandan Alevi kimliğinin 1990’lardan itibaren büyük kentlerde ve Avrupa’da yeni bir kurumsallaşma ve sivil toplum oluşumu içine girdiği süreçte gerek Avrupa Birliği ve gerekse genel olarak küreselleşme süreci de bu kimliğe karşı ve bu kimlik mensuplarının diğerlerine karşı sosyal mesafe algısını etkilemiştir. Bu süreçlerde de Aleviler-Sünniler arasındaki ayrışma su yüzüne çıkmaktadır. Zira iki kesim arasındaki ayrışma daha önce de belirtildiği üzere bizatihi dinî veya mezhepsel farklılıkların ötesine geçerek kültürel bir ayrışma şeklinde

Benzer Belgeler