• Sonuç bulunamadı

3. SANATSAL YARATICILIĞIN MİSTİK BOYUTLARI

3.1. Mistisizm ve Sanatta Yaratıcılık

Sanatsal yaratma süreci sırasında sanatçının esrik bir duygulanım içinde olduğu belirlemesini daha önce yapmıştık. Sanatçının tinsel yetilerinin somut görüngüsü olan sanat yapıtı sadece onun kendi mizacına uygun olan her türlü malzemenin bir toplamından ibaret değildir. Kendi saf sanatını gerçekleştirirken sadece plastik değerlerle örülmüş estetik bir dili ortaya koymayı amaçlamaz sanatçı, onun asıl arzuladığı şey içsel bir arınmanın ta kendisidir. Stefan Zweig “Sanatta Yaratıcılığı Sırrı” adlı yapıtında yaratma ediminin mistik bir olgu olduğunu söyler:

“Dünyanın Kuruluşundan beri, yaratıcılığın sırrı, ‘sırların sırrı’ olarak kalmıştır. Bunun için de bütün milletler ve dinler yaratıcılık olgusunu tanrı fikrine bağlamışlardır; çünkü ancak var olan bir şeyi anlıyor, olay olarak kavrayabiliyoruz. Fakat her defasında, hiçbir şey olmayan herhangi bir yerde, birdenbire bir şey olunca – bir çocuk doğunca, kuru toprak üzerinde, bir gecede, bir çiçek açınca – yüksek, ilahi bir his duyarız. En büyük, en yüce ve en kutsal hayreti de bu yeni, birden bire meydana gelen şeyin geçici olmadığını, bir çiçek gibi solmadığını, insan gibi ölmediğini, aksine, zamanımızda ve bütün zamanlarda devam eden bir şeyin yaratılmış olduğunu, yer, gök, deniz, güneş, ay ve yıldızlar gibi ebedi kalan ve insanın değil, tanrının başarısı olan bir şeyin meydana geldiğini sezdiğimiz zaman duyarız”. 45

Zweig’e göre, “içten meydana gelen ve zamanlar boyunca süren bu mucizeyi

yaşamak bize ancak özel bir alanda; sanatta olanaklı olmuştur.” Yeryüzünde

binlerce kitap yazılıyor, resim yapılıyor, müzik yapıtı besteleniyor. Mucize ancak bu kitaplardan, resimlerden ve müziklerden birinin mükemmel oluşu ile zamanımızı, daha da birçok zamanları aşarak yaşadığı andan itibaren başlar. O zaman biz ve ancak o zaman, dehanın insanda yine şekil aldığını, dünyamızın yaratışlındaki sırrın, bir defa daha bir yapıtta tekrarlandığını sezeriz:

“Bir insan (sanatçı), hiçbirimizin yapamadığı bir şeyi yapmıştır. Hepimizin ait olduğu yasaları yıkmış, zamanı yenmiştir; çünkü bizler ölür ve hiçbir iz bırakmadan gideriz, halbuki ondan bir şey kalır. O, hiçten, bir şeyin, geçici olandan, ebedinin doğduğu yaratıcılığın tanrısal devrini geçirmiştir; çünkü o, dünyamızın en büyük sırrına, yaratıcılığın sırrına ermiştir.”46

Milyonlarca insanın arasında, özellikle o (sanatçı), hepimizin emrine amade olan dil, renk ve ses gibi malzemeden, sanat yapıtını nasıl yaratır? Sanat yapıtının oluşum süreci içsel bir olgudur ve gizemli bir etkinliktir. Yaratıcılık sürecinin sanatçıyla birlikte yaşanmasının olanaksızlığı, yaratıcı etkinliğin bir sır olarak kalmasını zorunlu kılar. Ancak sanat yapıtı üretiminden sonra, izleyici; sanatçının ve yapıtın arkasından yaşamayı deneyerek bir şeyler söyleyebilir ancak.

45Stefan Zweig, Sanatta Yaratıcılığın Sırrı, Çev.: Melahat Özgü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1948, 31 s. 46

Stefan Zweig, bu gizli etkinliği (sanatçının yaratıcılığını), yanında bulunulamayan bu olayı, inceden inceye tasarlanmış, deneyimlenmiş bir sistemle tekrar kurarak ortaya çıkarabilmeyi önerir. Bunu yapabilmek için de Zweig, kriminoloji (suç bilim) metodunu kullanarak sonuca biraz olsun yaklaşılabileceğini söyler. Nasıl ki kriminolojide ideal durum, sanığın suçunu itiraf etmesi ise, sanatta da sanatçının, yaratıcılığın sırrını kendisinin açıkladığı, yapıtın oluşum sürecini bütün yönleriyle anlattığı, tekniğini gösterdiği ve akıl almaz olanı kavranılacak bir şekle soktuğu zaman ve yapıtı için esininin ve yaratıcı düşüncesinin nereden geldiğini söylemesi ideal durum olur. Fakat sanatçılar asla yaratıcılıklarının bu iç olayı hakkında konuşmazlar. Onlar böyle anlarda, yaratıcılıklarında bilinçlerine hakim değillerdir. Nasıl ki bir ressam çizerken kendi omuzları üzerinden resmettiklerine bakamıyorsa, yaratıcılığı sırasında da kendisini ruhen çözümlemekte yetersiz kalabilir. Sanatçının durumu, yargıcın “neden yaptın?” diye sorduğu suçlunun, “neden ve nasıl yaptığımı bilmiyorum; birdenbire oldu; aklım başımda değildi” deyişindeki ruh haliyle aynıdır. Gerçekte sanatçı, ancak bir çeşit ‘kendinden geçişle’, bir extase’la (vecd) yaratabilir. Sanatçının bu vecd hali “kendi dışında olmak” anlamındadır. O halde sanatçı, yarattığı anlarda kendinde değilse, nerededir? Bu sorunun yanıtı basittir: sanatçı yaratırken bizzat yapıtının içindedir; bestesinde, kahramanlarında, renklerinde ve düşlerindedir. O, yaratırken bizim dünyamızda değil, kendi dünyasında yaşar. Sanatçı, dikkatini bütün varlığıyla bir şeyin üzerine topladığı bu anda, bütün duygularıyla bir başka şeyin, yapıtının içinde bulunduğu sırada, dış dünyadan gelen bütün etkiler kapalıdır. Zweig bu durumu daha iyi açıklamak için şu örneği verir:

“Sirakusa’nın fethi sıralarında, surlar çoktan aşılmış, askerler şehri yağma etmektedirler; bu esnada aralarından biri, Archimedes’in evine girer ve onu bahçede, değneği ile kumlar üzerinde geometrik şekiller çizerken bulur. Asker, derhal kılıcını çekerek üzerine saldırmak isteyince, Archimedes, yerde çizdiği şekillere dalmış bir halde, arkasına bile bakma gereği duymadan: “Dairelerimi bozma” der. O, düşüncesinin toplandığı bu verimli anında sadece, bir ayağın, çizdiği şekillere basmak üzere olduğunu görmüştür yalnızca. Bu ayağın, bir asker ayağı olduğunu; düşmanların şehirde bulunduklarını bilmiyordu; hücum eden hayvanların bağrışmalarını, kaçanların ve ölenlerin feryatlarını, boruların sevinç çığlıklarını işitmemiştir bile. Archimedes bu yaratma anında, Sirakusa’da değil, yapıtındaydı çünkü.”47

Bu örnek, bize hakiki yaratma olgusunun, içten ve bütünüyle güçlü bir yoğunlaşma haliyle birlikte olması gerektiğini göstermektedir. Sadece içine baktığından, dış dünyada ve kendi içinde olup bitenlerin farkına varamaz sanatçı. Bu yüzden o, yarattığı sırada kendisine, nasıl yarattığına bakmayı bilmez; bu durumu

47

sonradan açıklayamamasının nedeni de budur zaten. Sanatçılar, kendi yaratıcılıkları hakkında iyi anlatıcılar ve şahitler değillerdir. O halde soruyu daha da geliştirelim: Sanatçının yaratıcılığının vuku bulduğu yer neresidir? Yaratmak olgusu, bilinç ötesine giden, görülemeyen bir durumdur. Eski bir sözcük olan esin (ilham- inspiratio) açıkça yalnızca “hohlama”, yani his maddesi olmayan, göz, kulak ve tatma duyusuyla anlaşılamayan bir şeyi ifade eder. Asıl yaratıcılık, düş ve esin, sanatçıya görünmeden gelir. Esin, sanatçının tininden hayatımıza girmek için, her defasında maddi, gözle görülebilecek ve kulakla işitilebilecek bir şekil alır ve maddi bir araçla var olabilir ancak. Doğada tohumun çiçeğe, tırtılın kelebeğe dönüşümü gibi, sanatta da sözcükler mürekkeple yazılmalı, resim renklerle tuvale boyanmalı, heykel taş veya ağaçtan form bulmalıdır. Sanat yaratıcılığı tek başına sadece esin olmadığı gibi, yalnızca bilinç ötesinde ve gözün görme alanı üzerinde gelişen bir olay değil, tinsel dünyadan maddi dünyaya, düş dünyasından gerçek dünyaya bir aktarma olayıdır. Bu sürecin (sanatta yaratıcılık) büyük bir bölümünün malzemesi madde olduğu, madde de vuku (olma) bulduğu için, belirgin olmayan esin ile son şeklini alan mükemmellik arasında bir ara durumda izler bırakır. Bu ilk hazırlıklar – eğer var iseler- müzisyenlerin müsveddeleri, ressamların eskizleri, şairlerin el yazıları, ilk etütlerini yani atölyedeki tüm malzemeyi barındırır. Sanatçının yaratıcılığından geriye bıraktığı bu taslak ve planlar, içsel olayların nasıl meydana geldiğini anlamaya olanak veren biricik ipuçları ya da şahitlerdir. Bunlar, izleyicinin geriye, başka zamanlar keşfedilemeyen labirentin içine girebilmek için tutunabileceği işaretlerdir. Zweig’e göre, “Sanatçı, ilk elde ve izlenimde, bir yüksek iradenin

hipnotize edilmiş aracısıdır. Yaratıcı durum ise bütün insani çabalardan uzak, bütünüyle edilgen bir durumdur.”48

Sanatta yaratıcılık sürecinde gelişen olaylar doğadaki gibi, iki kutup arasındaki gerginlik durumunda meydana gelirler. Boşalma türü yaratıcılıkta, her zaman, birbirine zıt iki unsur arasındaki gerginlik söz konusudur. Doğada, doğurmak için kadının erkekle birleşmesinin zorunluluğu gibi, sanatsal yaratıcılıkta da sürekli olarak başka türden iki unsurun birleşmesi gereklidir. Bilinç ve bilinçsizlik, teknik ve imgelem, coşku ve soğukkanlılık birbirine karışır. Sanatçı için yaratmak, gerçekleştirmek, içten dışarı çıkarmak, içindeki düşü, imgeleminde tam olarak gördüğü düşü, dile, renge ve sese dönüştürmektir.

Sanatçı önce bir düş kurucudur; gözlerinin önünde dolaşan bu düşün peşinden koşar ve onu adeta görünmeyen bir alemden koparırcasına dünyamıza çeker. İç düşten sonra, iç uyanıklılık gelir; bu durumda sanatçının duruşu, akşamları içki masasında sarhoşken savaş planları yapan ve sabah ayılınca bunları eyleme dönüştüren eski İran savaşçılarının tavrıyla benzerlik gösterir. Yaratıcılığın asıl dürtüsü ‘imgelem veya çalışma’ değil, ‘imgelem+çalışma’dır.

İsmail Hakkı Baltacıoğlu ise, sanatta yaratıcılık konusuna psikolojik bir açıdan yaklaşmaktadır:

“Sanat bir yaratıcı değil, bir uyandırıcı, bir coşturucudur. Estetik duygu insanda var olan ancak bilinçaltında kalan şehvet duygusu gibi biyo-psikolojik ya da sosyo-psikolojik duyguların uyanması, bilinç üstüne çıkmasıyla meydana geliyor. Böyle olunca her sanat eseri değer kuramında sıraladığımız, duygulardan birini aşılayan değil, bilinçaltında yaşayan türlü duyguları canlandıran, bilinç üstüne çıkartan bir teknik demektir.”49

Son olarak, her sanatçının yaratıcılığının kendine özgü gizemleri ve her sanat yapıtının da kendine özgü bir tarihi olduğunu eklemek gerekiyor. Biz burada hepsinde ortak olan yaratıcılık yasalarını belirlemek çabasındayız. Ancak, tersine görüşler olmakla birlikte, sanatçının yaratıcılık sırrına biraz olsun yaklaşabilen kimsenin onun eserini anlayabileceği söylenebilir.

49

İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Sanat Eseri Nasıl Bir Yaratıcıdır?, Yeni Adam Gazetesi, Temmuz 1976, Sayı: 899, 9 s.

İKİNCİ BÖLÜM

DOĞU MİSTİSİZMİNİN FELSEFİ TEMELLERİ

Doğu mistisizmi, daha önce de ifade ettiğimiz üzere vecd, “tanrı aşkıyla

erişilen coşkuyu”50 dile getirir. Aynı anlamda, dalma’yı dile getiren ‘gark’ kökünden türetilen istiğrak (kendinden geçirip dünyayı unutturan dalgınlık) deyimi de kullanılır. Aşırı dindarlıkla meydana gelen bu ruhsal durum sadece İslam tasavvufuna özgü değildir, bütün mistik inançların ortak özelliğidir. Örneğin, Yunan Eleusis gizeminde bu duruma ‘ekstasis’ (bilincin ortadan kalkması) ve ‘enthousiasmos’ (insanın içine tanrıyı doldurarak coşması) denir. Dalgınlık durumunda ağzından köpükler saçarak kudurma durumuna kadar çeşitli dereceleri vardır. Eleusis törenlerinde bu kudurma durumunda dağlara çıkıp buldukları hayvanları parçalayarak çiğ çiğ yerlerdi. İslam tasavvufunda da dövünmeler, Rufailikte olduğu gibi vücuda şiş saplamalar, abuk sabuk söylenmeler (şathiye) bu ruh durumunun ürünüdür. Kimi tasavvuf tarikatlarında bu ruhsal durum, yapay olarak ve önceden hazırlanarak gerçekleştirilir. Mevlevilikte olduğu gibi fırıl fırıl dönerek böylesine bir duruma ulaşma yöntemleri de vardır. Coşkusal raks ile beden zincirlerinden kurtulur, ruh özgürlüğüne kavuşur. Raks (sema), ‘mutlak oyun’dur. Mevlevilik, bu dönüş hareketlerini kurumsallaştıran tek düşünce sistemidir. Hıristiyanlığın bile, “raks

neredeyse, şeytan oradadır”51 diyerek bunu yasaklamış oldukları bilinmektedir.

1. DOĞU MİSTİSİZMİ