• Sonuç bulunamadı

3. SANATSAL YARATICILIĞIN MİSTİK BOYUTLARI

1.4. Doğu Mistisizmi, Modern Bilim ve Kuantum Fiziği

Doğu mistisizmi, dünyadaki bütün fenomenleri aynı gerçekliğin farklı bileşenleri olarak kabul etmiştir. Söz konusu olan varlık, evrenin özü (töz)

olar kabul edilmekte ve gözlemlediğimiz bütün olayların ve nesnelerin çokluğunun temeli ve birleştiricisi olarak değerlendirmektedir. Hindular bu varlık ya da gerçekliğe “brahman”, Budistler ise “dharma” demektedirler. Bu varlık ya da gerçeklikte

63

Yusuf Özkan Özburun, ‘Üstün İnsan’, ‘İnsan-ı Kamil’e Karşı, Karakalem Dergisi, Sayı 1, İstanbul. 2005, 19 s.

64Şeyh Sadi Şirazi, Bostan, Yayına hazırlayan: Sadık Yalsızuçanlar, Timaş Yayınları, İstanbul, 2004,

148 s.

Töz (Özdek- Substance): Değişen yüklemlere desteklik eden değişmez gerçeklik. Öz, cevher. (Bkz.

kendisini dışa vurma arzusu vardır. Devamlı bir var olup-yok olma ile kendisini daima değiştiren bu varlık kuantum fiziğinin de temel dinamiği olmuştur.

Kuantum ve İzafiyet teorisindeki gelişmeler, Newton’un ‘mekanik’ evren paradigmasını yıkmıştır. Newton’la özdeşleşmiş makro fizik yasaları, batı kültürünün bir ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Kuantum fiziğinin gelişmesinde etkin olan ise Doğu mistisizmidir. Kuantum teorisi evreni ‘organik’ bir bütün olarak tanımlar. Burada evren, her şeyin derin bir şekilde birbirine bağlı olduğu bütünsel bir sistemdir. Madde dediğimiz şey gerçekte enerjinin yoğunlaşmış şeklidir. Tüm varlık temelde aynı öze dayanır. Zaman ve mekan kavramları atom altı dünya için geçersizliklerini yitirmişlerdir. Günlük yaşamımızda kullandığımız dilsel kavramlar ve mantık bu yeni evren anlayışını anlatmakta yetersiz kalmaktadır. Mantık nesneleri bütünden kopartarak açıklamaya çalışır. Buna göre her nesne kendi başına bir varlıktır. Doğu mistisizmine göre gerçeklik, kesin kavramlarla ifade edilmez ancak yaklaşık olarak tanımlanabilir. Bu bağlamda onun gerçekliğe yaklaşımı bilimde olduğu gibi asimptotiktir (bir sonuca kavuşamaz olan).

Birkbeck College’de teorik fizik profesörü olan David Bohm, fizikçilere ‘akıllarını kendilerinin yarattığı tutsaklıktan hiç olmazsa kısa bir süre kurtarmak ve bilimsel bir yaratıcılık anına ulaşmak için Doğu mistisizmini anlamalarını’ tavsiye ediyor. Birçok modern fizikçiye göre, kendilerinin yüzyıllardır yapmaya çalıştıkları evren modeli tanımını Doğu mistisizminin benzer sözcüklerle zaten ifade etmişti. Doğu mistik öğretisi, organik, büyüyen ve ritmik olarak hareket edebilen, daima akıcı yani değişim içerisinde olan bir evren görüşüne sahiptir. Bu öğretiye göre, dünyadaki hayali varlıklara bağlanmak sıkıntıların başlıca nedenidir. Mistik birey hayatın akışına ayak diremekten çok, hayatın akışına uyar. Doğanın ritmik danslarına (sema-semah) katılır, hareketlerine eşlik eder, kozmik frekanslarını yakalamaya çalışır.

1.5. ‘Ahlaki Hegemonya İnşası’ :Mistisizm ve İdeoloji

Zenginliğin belli ellerde toplanmasına, haksızlığın ve erk sahiplerinin baskılarına karşı hemen bütün kutsal kitaplar oldukça duyarlı pasajlar içerirler. Kurtuluş ve kıyamet çağrılarıyla, tanrı adına başlatılan bütün ayaklanma ve başkaldırmalar, aslında ezilenlerin, yoksulların var olan düzeni dönüştürme

çabalarının ürünüdür. Döneminin hukuk bilginlerinden biri olmasının yanı sıra bir mutasavvıf da olan Şeyh Bedrettin, içinde komünizm titreşimleri olan siyasal görüşler savunmuş, ama düşüncelerini kutsal kitabın ilkelerine dayandırmıştı. O’nun ‘dünya nimeti’ni hor görmesi gibi, zenginliği ve onun doğurduğu iktidarı tanrı adına hor gören Alman teolog Thomas Münzer’de 16. yüzyılda büyük bir köylü ayaklanmasının ideolojik önderliğini yapmıştır. Eski dinsel hareketleri besleyen Batıni görüşlerin siyasal içerimleri konusunda Engels’de bir uyarı yapmış ve

“modern işçi hareketi gibi Hıristiyanlıkta başlangıçta, ezilenlerin hareketiydi. İkisi de, işçi sosyalizmi kadar Hıristiyanlıkta kölelikten ve yoksulluktan gelecekte bir kurtuluşu bildirirler.”65

İdeoloji-ahlak-insanilik ilişkisinin inşası, ahlaki doğrultuları ‘efendi-köle’ diyalektiğinin doğurduğu bir gerilimin dışında inşa etmek mümkün olabilir mi? Bunun ilk ve temel ön koşulu her türden savaşı ilkesel düzeyde reddetmekten geçmektedir. Hindu mistiği Mahatma Gandhi’nin esaslı duruşlarından biri buydu. Ülkesi İngiltere ile savaş içindeyken, O, kendisini savaş halinde görmediği gibi İngiltere’yi de düşman olarak görmüyordu. Gandhi’nin ahlakiliği bir tür kayıtsızlık üzerine oturur. Jean Baudrillard’ın aktardığı bir durum bu kayıtsızlığa tam olarak denk düşmektedir:Latin Amerika'da İspanyol sömürgecileri karaya çıktıklarında yerli bir toplulukla karşılaşırlar. Bu topluluğun (Alakaluflar) dilinde "yabancı" aynı zamanda ‘yok’ anlamına gelir. İspanyollar ne yaptılarsa da bu topluluğu denetleyememişlerdir. Çünkü onlar asla yeni gelenlerin yüzüne bakmamışlar, söylediklerini işitmemişler ve günlük işlerine devam etmişlerdir. Gandhi'nin yaptığı bir bakıma bu topluluğun yaptığının rafine karşılığıdır. O’nun ahlakiliği etki-tepki sarmalının dışındadır. Üstelik bu tavır hem politik olarak tanımlanamamış ve hem de kutsanmamış bir ahlaki duruşu içermektedir. Bu ahlak geleneğin içinden geliyordu ve milyonlarca Hintlinin yaşam pratiğinde açık ya da sembolik olarak karşılığı vardı. Gandhi, bir bakıma nasıl inanç yaratılabileceğini göstermiştir.

Gandhi, pasif direnişi bir politik strateji olarak tercih etmedi. Silahla başlayan bir direnişin araç-amaç bağını nasıl berhava ettiğinin farkındaydı. Bu farkındalık Gandhi'nin etki-tepki zincirini zihinsel olarak reddetme; bunun yerine kendini inşa sürecine ağırlık vermesine yol açtı. Bu nedenle Gandhi hiçbir şeyi karşısına almadı;

65Fridrich Engel – Karl Marx, Din Üzerine, İlkel Hıristiyanlığın Tarihine Katkı, Çeviren: K. Güvenç,

ama bu dünyanın her şeyiyle inceden inceye hesaplaştı. İngiltere Hindistan'dayken ne yapılacağı kadar önemli olan; onlar gittikten sonra ne olacağıydı.

Gandhi, asla meydan okumaksızın, bizzat yaşayışıyla modern dünyaya insan ihtiyaçlarının sınırsız olmadığını, basit yaşanabileceğini öğretiyordu. Bu romantik ya da nostaljik bir bakış değildi. Bizatihi pratik bir karşılığı vardı. Süleymen Seyfi Öğün’ün aktarımıyla şöyle diyordu Gandhi: "Giyinme ihtiyacımı kendi basit

tezgahımda ürettiğim basit ve geleneksel elbisemle karşılıyorum. Çok az yiyorum. Çok basit bir yerde yaşıyorum. Beni cinsel açıdan da kışkırtamazsınız. Çünkü o güdümü de yendim. Şimdi bana ne satabilirsiniz ki?”66 Gandhi, "ihtiyaçlarımız sonsuzdur. Kaynaklarımız ise kıttır" diyen iktisat biliminin ve bütün türevleriyle birlikte iktisadi doktrinlerin nasıl bir anda çökertilebileceğini kanıtlıyordu. Onun bağımsızlık sonrası Hindistan'ında kalkınma, ilerleme, refah vb idealler değil, yaşayış koşullarının aşırı müdahaleler gerektirmeyen ölçeklerde ve sadece düzeltilmesi anlamında işbirliğine dayalı olan sivil inisiyatifleri geliştirme programları vardı. Tüm bu doğrultular, Nietzscheci "hınç" sarmalının ya da Hegelci "Efendi-Köle" bağının nesnesi olmak anlamında mevcut ve muhtemel sarmalların dışına çıkmak, modern dünyanın nesnesi olmamak içindi.

66

Süleyman Seyfi Öğün, Cinnetin Eşiğinde Gandhi’nin Mirasına Bakmak, Zaman Gazetesi 30 Ocak, İstanbul, 2007, 11 s.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

DOĞU MİSTİSİZMİ VE SANAT

1. ZİHİNSEL COĞRAFYAMIZDA SOYUT VE YÖNSEL BİR KAVRAM: DOĞU

Doğu’ya dair muhayyilemizin (imgelem) coğrafi sınırları nelerdir? Hayali Doğu bir kavram olarak Batı’nın tam karşıtıdır ve sınırları belirsizdir. Batı’nın kendisini ya da kendisinin doğrudan uzantısı saymadığı her şeyi içine alabilir. Doğu, ‘öteki’liğin ifadesi haline geldiği andan itibaren hemen her zaman Asya’yı ve Asya Uygarlıklarını temsil eder. Orada ise gerçekte pek çok ‘Doğu’ vardır. Giderek de kendimizi en yakındaki ‘Doğu’muzla sınırlamamız gerekmektedir. Ama hangi ölçütler temel alınırsa alınsın, jeopolitik sınırlar, gerçekte hayali bir hat söz konusu olduğu için, hiçbir zaman belirgin olamayacaktır. Bu sınırları, kişinin bulunduğu konum ve kendi hayali belirleyecektir eninde sonunda. Batı’nın kendine dair söylemi, kendisiyle ‘ötekiler’ arasında kökten bir ayrılık olduğu inancına dayanır. Batı ile ‘Batı’ olmayan (Doğu) arasındaki hayali çatlak hattının deprem merkezi Akdeniz kabul edilir. Oysa hem Batı hem de Doğu’ya ait olduğu varsayılan nitelikler her iki toplumda da ortak bulunabilmesi bu kırılmanın hayali olduğunu göstermektedir.

Doğu ya da diğer adıyla ‘Şark’, bugün onu nadiren kullanan nesiller için bile efsunlu tınısından bir şeyler saklayan bir sözcüktür. O, her şeyden önce kavranılamaz olandır. Çünkü Doğu, hem her yerdedir, hem de hiçbir yerdedir. Kitaplarda, tuvallerde, ekranda yer alışıyla, bütün donmuş kalıpların buluşma noktasıdır. Her türden egzotizmin eşanlamlısı, bütün çelişki ve aşırılıkların kışkırtıcısı, bilge ve çılgın, hem ışık hem de evrensel ruhtur, çileci ve şehvetli, zalim olduğu kadar inceliklidir. Çok eski tarihin ilk şafağı ve karanlığı, hayal gücünün uçsuz bucaksız düzlemidir. Yine de çoğu Batılı, Doğu’yu coğrafi olarak tanımlamaktan vazgeçmemiştir: “Doğu, Çin’den başlayıp, Moğol İmparatorluğu’ndan

geçip, Suriye, Anadolu, İran ve Kuzey Afrika’ya kadar gelen, bu arada İslam kültürüyle yakın akrabalık ilişkisi bulunan İspanya’yı da içine alan oldukça geniş bir toprak parçasını tanımlar.”67

67

Rosamond E. Mack, Doğu Malı, Batı Sanatı-İslam Ülkeleriyle Ticaret ve İtalyan Sanatı, Çeviren: Ali Özdamar, Kitap Yayınevi, Tarih ve Coğrafya Dizisi, İstanbul, 2007, 17 s.