• Sonuç bulunamadı

2.2. Sinema ve İdeoloji

2.2.1. Mimesis, Katharsis ve Özdeşleşme

Sinema kendine özgü dili ve yöntemleriyle güçlü bir anlatı biçimidir. Kimi düşünür ve eleştirmenlerin taklit, kimilerinin ise yeniden yaratma olarak yorumladığı anlatı unsurları sinemada hayal gerçek yanılsaması oluşturarak izleyiciye olayı yaşatır.

Süzen (2012: 22) sinemadaki etkileme gücünün, bir perde üzerine yansıyan görüntü teknolojiyle birebir olarak hayal edilebilse de, sinema anlatılarının kökenindeki estetik kalıpların teknoloji öncesi dönemlere, Aristoteles’e hatta Platon’a kadar uzandığını belirtmektedir. Ritmik sanatlarda yansıtma kavramını ele alan Tunalı (2010: 176), Grek felsefesinden örnekler vermektedir. “Sokrates, resimde ve heykel sanatında sanatçının, insanı fiziksel yanıyla beraber ruhsal ve ahlaksal olarak da yansıttığını (mimesis) söylemektedir. Platon için mimesis doğa güzelliklerinin bir taklidi, yansımasıdır ve asıl gerçeklik değildir.” Gerçeği taklit eden sanatçı, oluşturduğu gerçeğin kopyası nesneler, görüntüler yani duygusal dünya ile insanı gerçeklerden uzaklaştırır.

Antik Yunanın dramatik eserlerini estetik açıdan sınıflandırarak çözümlemeye çalışan Aristoteles, özellikle mimesis kavramı üzerinde durmuştur. Antik tragedya’nın varoluşundan itibaren yaşamı yansıtmak şeklinde ifade edilen bu kavramı bir sanat biçimi olarak tanımlamaktadır. Kavramın bu yönünün dramatik sanatlar için temel bir estetik problemine işaret eden Çalışlar (1992: 119), taklit anlamına gelen mimesisi,

35

gerçekliğin kopyası, hatta gerçek yaşamın yaratıcı ve öykünmeci bir biçimde kopyası olarak düşünebilmenin mümkün olduğunu ifade etmektedir. Sanatın eylem halindeki insanın bir taklidi olduğunu söyleyen Aristotales, mimesis kavramını sanatın merkezine yerleştirerek bir bakıma ona yeniden yaratıcı ve yorumlayıcı gibi aşkın bir özellik vermektedir. Tunalı ise (2010: 177) bilincin nesneler dünyasını yansıtma etkinliğiyle kavradığını ve kurmaca sanat türleri olan sinema ve tiyatroda inşa edilen olası dünyaların, toplumun gerçeklik olarak içinde yaşadığı dünyaların taklidi olduğunu belirtmektedir. İnsan için en temel etkinliklerden olan yansıtma, gündelik yaşamın pek çok alanında gerçekleşmesi ve bilgiyi ortaya çıkarması bakımından bu sanat türlerinde çok önemlidir. Ritmik sanatlarda sahne, dramatik evrenin olası yaşamını yansıma (mimesis) ile gösterme gücünü tek başına kendi elinde bulundurmaktadır. Tunalı (2010), bu durumun izleyiciyi taklide dayalı olarak yaratılmış bu dünyanın ruhsal ve ideolojik yapısını kabullenmek ya da reddetmek arasında bıraktığını belirtir.

Mimesis önemlidir, çünkü seyircinin izlediğinden hoşlanabilmesi için, izlediği ile arasında bir bağ kurabilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda izleyici taklit edilen şeyin neyin taklidi olduğunu bilmelidir. Aristoteles bu durumu; öğrenmenin, bilmenin verdiği derin hoşlanma olarak ifade eder. Tunalı (2010: 176-177), “insan bir resme baktığında, o resimde betimlenenin, gerçek hayattaki karşılığını, şu ya da bu kişinin resmi olduğunu öğrenir ve bu sebeple resme hoşlanarak bakar. Ancak “resimde gösterilen nesne eğer tesadüfen daha önceden görülmemişse, o zaman mimetik olarak yaratılmış bu eserin, böyle bir taklit yapıt olarak bakanda bir hoşlanma uyandırmaz.” diyen Aristotales’in mimesis hakkındaki farklı görüşlerinin sonraki çağlarda karşılık bularak canlılık kazandığını belirtmektedir. Süzen’e göre (2012: 23) buradaki en önemli unsur, izleyenlerin, bir gerçeklik izlenimi yaratılarak bu atmosfere dahil edilmeleridir. Mimesis işte böyle bir atmosferin yaratılmasını zorunlu kılarak bir illüzyon/gerçeklik yanılsaması yaratır. Bu yolla da sinema seyircisi, seyirci olduğunu bir an için unutup oyunu gerçekmiş gibi izler yani sahnedeki olayı yaşar.

Sinemada ideolojik uyaranları bilinçaltına yerleştirmede kullanılan yöntemleri incelediğimiz zaman Katharsis bir diğer kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Katharsis kavramının, Platon’da ideaların bilgisine ulaşmak için, bilgi amaçlı bir yöntem olarak kullanıldığını belirten Can (2012: 63), Aristoteles’te ise sanatın, dolayısıyla da yaratmanın bir koşulu olarak görüldüğünü ifade etmektedir. Yine bilgi amaçlı, ama duyguların harekete geçirilmesiyle başlayıp etik doğruluğa ulaştıran bir

sanatsal yaratma yöntemidir. Katharsis, tragedyanın ve onun sunduğu ‘trajik olan’ın bize verdiği haz ve acıma duygularından hareketle başlar, zihinsel bir üst aşamada son bulur. Arınan, tragedya aracılığıyla kişiliğini yeniden gözden geçiren insan (seyirci), artık önceki kişiliğinde değil, yeni bir değer yaratmış olmanın zihinsel üstünlüğündedir.

“Tragedyanın ödevi, uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemektir” diyen Aristotales’in katharsis kavramını vurguladığını belirten Çalışlar da (1992: 100) katharsis kavramının, özdeşleşme ile birlikte mimesisin en önemli unsurlarından kabul edilebileceğini ifade etmektedir. Katharsisi büyük bir coşkusal gerilimden sonra boşalma (rahatlama), estetik bir coşku olarak ifadelendiren Aristo, tragedyayı katharsis ile birlikte değerlendirerek onu psikolojik olarak temellendirmiş ve trajik olanın yeniden yaratılmasından duyulan hazla da ilişkilendirmiştir.

Özdeşleşme ise izleyicinin dramatik süreçle özdeşleşim kurması olarak ifade edilebilir. Bu, temsil edilen, canlandırılan yaşam kesitinin içine girerek acıma ve korku duygularının uyanmasına (katharsis) neden olan duygu durumudur (Çalışlar, 1992: 138). Özdeşleşme duygusal bir süreç olduğu kadar düşünsel bir süreçtir. Toplumsal, kişisel deneyimlerin ve kültürel aktarımların da bu süreç içinde yerleri önemsenmelidir. Özdeşleşme kavramını “izleyicinin filmdeki bir karakter ya da durum ile kendisi arasındaki bazı "benzerlikler"in farkına varmasıdır” şeklinde açıklayan Kırel (2010: 179), anlama ya da anlamlandırma’dan daha çok özdeşleşmenin seyircinin izlediği filmdeki tüm anlatısal düzenlemelerin sonucunda ortaya çıkan bileşenler arasında duygusal, düşünsel ve sosyal anlamda kendi boşluklarının doldurulmasına yarayacak olanlarının seçilip kullanıldığı faydacı bir üstlenme süreci olarak düşünülebileceğini belirtmektedir. Özdeşleşme, bizim metinle aktif katılım içinde oluşumuzu ifade etmektedir. Seyircinin film boyunca özdeşleştiği kurgular arasında toplumsal cinsiyet, kimlik, iktidar gibi kavramların temsillerinin olduğu görünmektedir.

Mimesis, özdeşleşme ve katharsis kavramları sinema tekniği içinde değerlendirildiğinde, sinemanın izleyiciyi etkisi altına alan illüzyonist tarafı en saf haliyle karşımıza çıkmaktadır. İzleyicinin, perdenin açılışından kapanışa kadar gerçeğin dışında başka bir dünyanın içine girdiğini söyleyen Gençalp (2011: 62-63) gerçeğin bir yansıması olarak kurulan bu sinemasal evrenin ilk andan itibaren nesneleri ve olguları, psikolojik ve ideolojik yapısıyla izleyicide katıksız bir gerçeklik hissi uyandırdığını belirtmektedir. Bununla birlikte izleyenin zihninde gerçek gibi işlemeye başlayan perdedeki her kare yansımanın, ikinci aşamada yaratılan sanal dünya içinde kendisiyle

37

özdeşleşebileceği pek çok farklı karakterle kuşatıldığına dikkat çekmektedir. Özdeşleşme sonrası izleyici yaratılan dünyanın gerçekliğine inanarak gözlemci değil o dünyanın bir parçası olmaktadır. İdeolojik yeniden üretim sürecinin işlemeye başladığı bu aşamadan sonra izleyici kendisine sunulan mesajları kolaylıkla kabul ederek yönlendirilebilmektedir.