• Sonuç bulunamadı

1.2. Aileye Kuramsal Yaklaşımlar

1.2.2. Feminist Yaklaşım

Kadınların cinsiyetleri nedeniyle sistemli bir toplumsal adaletsizliğe maruz kaldığı kabulüne dayanan feminizmin amacı fırsat eşitliğini ve kadının her alanda var olmasını sağlamaktır. Bir kurum olarak aile, kadının eşitsizlik ve adaletsizliği yaşadığı

19

birincil alandır. Feminizm, geleneksel aile yapısında erkekler ve çocuklar için yararlı bir ortamın sözkonusu olduğunu bu yararın ise kadınların karşılaştığı ekonomik ve sosyal baskılar sonucu oluştuğu üzerinde durmaktadır. Aileye yönelik feminist teori, ailenin bugünkü yapısına nasıl geldiğini ve bu yapılanmanın farklı şekillerde olup olamayacağını tartışmaktadır.

Feminizmi sadece kadın mücadelesi olarak değerlendirmek doğru bir bakış açısı olmayacaktır. Tarihsel süreci ve kadının toplumun temel kurumu olan aileye de temel teşkil etmesi feminizmi ve feminist yaklaşımları önemli kılmaktadır. 18. yüzyılda evlilikle birlikte eşlerin tek kişi haline geldiğini belirten Donovan (2014: 26-27), bunu kadının yasa açısından varoluşunun kalmadığı ve erkeğin himayesine bırakıldığı şeklinde yorumlamaktadır. Feminizmin gelişimini de tetikleyen bu hukuki düzenlemeler zamanla farklı yaklaşımların ortaya çıkmasına da zemin hazırlamıştır. Aileyi ataerkil bir kurum olarak ele alan feminizmde tarihsel süreç içindeki gelişimi ve değişimi temelde reformist Liberal feminizm, devrimci Radikal ve Marksist feminizm olmak üzere üç yaklaşımı öne çıkarmaktadır. Kasapoğlu ve Karkıner (2012: 19), iki temel savı olan liberal feminizmin kamusal alanı da önemseyerek çalışma ve aile hayatında erkekle eşitlik ve kadının özgürlüğünün sağlanmasına yönelik çalışmaları olduğunu belirtmektedir. Marksist ve radikal feminizme eleştirel bakan liberal feminizm, kapitalizmin gelişmesiyle ailenin dönüşüme uğrayacağına inanır. Donovan (2014: 35- 45) hayatı akıl ve duygu şeklinde kadınla erkek arasında bölen ve akla ihtiyaç olmayan duygusal bölümün kadının payına düşmesinin liberal feminist teorinin temelini oluşturan eleştirilerin de başında geldiğini belirtmektedir. Radikal ve marksist feminizmin aileyi dönüştürmeye yönelik politikalarına karşılık liberal feminizm, aileyi, kadınların kendi öz kimliklerini muhafaza edebilecekleri bir imkan olarak görür (Dikici, 2016: 525).

1960’lı yılların sonlarında ortaya çıkan en sert feminist hareketlerden biri olan radikal feminist teori, ataerkil yapılanma ile kurulan toplumsal düzenle mücadele etme amacı taşımaktadır. Ataerkilliği kültürün bir sonucu olarak gören radikal feminizm, kültür değiştiğinde ataerkilliğin de değişeceğini savunmaktadır. Radikal feminizm kapitalizme değil erkek egemenliğine karşı başlatılan bir harekettir ve devrimci bir değişim amacı güdülür. Kadınların şikayetleri kökü derinlerde aranması gereken toplumsal bir rahatsızlıktan kaynaklanmaktadır (Donovan, 2014: 265-267; Kasapoğlu ve Karkıner, 2012: 18). Ataerkil sistem nedeniyle erkekler kadınlar üzerinde güç

oluşturmakta ve kökü derinlerde olan bu güç ilişkisinin, küçük düzenlemelerle değil, eşitsizliği tamamen ortadan kaldıracak köklü bir kültürel değişimle gerçekleşeceği savunulmaktadır.

Feminist yaklaşımlar içinde en tartışmalı yaklaşımlardan biri olan Marksist feminizm erkek egemenliğinin özel mülkiyeti getiren ve koruyan kapitalist sistemden kaynaklandığını öne sürmektedir. Marksist feministlere göre ev kadını rolündeki kadınlar, eşlerinin ücretli işçi olarak rollerini en iyi şekilde yerine getirmeleri için ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlar (Kasapoğlu ve Karkıner, 2012: 17-18). Temelde amaç bir bütün olarak ailenin sisteme daha iyi hizmet etmesini sağlamaktır ve burada en büyük rol kadına düşmektedir. Markisist feminizmde Marx’ın “bir sınıf ancak sınıf olma bilincine sahip olduğunda varolur ve bu her zaman başka bir toplumsal gruba düşmanlığı gerektirir” savından hareketle kapitalizmi tek düşman görmektedir. Marksist feminizmin Radikal feminizmle ayrıldığı noktalardan biri de mücadelesini erkek egemenliğine değil erkeğin de köle haline getirildiği kapitalizme karşı vermesidir. Haraway (2010: 62) ise Radikal feminizm ve Marksist feminizm arasındaki farkı şu şekilde yapmaktadır: “Üreme/yeniden üretim, iki eğilim içinde farklı anlam tınıları taşır; birinde emek içinde, öbüründe cinsiyet içinde köklenmiştir ve her ikisinde de tahakküm ile toplumsal ve kişisel gerçekliğe dair bilgisizliğin sonuçları “yanlış bilinç” olarak adlandırılır.” Haraway gibi Özbudun da (2015: 15-16) Marx’ın üzerinde durduğu ancak Marksist literatürün üzerinde durmadığı yeniden üretimin önemine değinmektedir. Neoliberal dönemin yalnızca kadın emeğinin ucuzlaması, niteliksizleşmesi anlamına gelmediğini aynı zamanda devletin kamusal yüklerden kurtularak bu yeni yükün özel olarak kadına yüklenmesi anlamına da geldiğini belirtmektedir. Sonuç olarak kapitalizm ve ataerki birbirini üreten ve besleyen iki sistemdir ve Marksist yaklaşımın eleştirilerinin temel dayanağıdır.

Günümüzde kadınlar yoğun şekilde üretimin içinde bulunurken diğer yandan kendine biçilmiş aile içi rollere yönelik vurgular gittikçe artmaktadır. Akal (1998: 283) kadını her dönemde ve her toplumda kadın yapan özelliklere eleştirel gözle bakanların, kadınları savunmak adına bunları aşağıladıklarını, kadının doğal olarak saf, duygulu, doğurgan yapısını değiştirmek istediklerine değinir. Saflık, duygusallık ve doğurganlık özelliklerinin erkek toplumun kadında bulmak istediği ve onu mükemmel bir biçimde yönetilebilir kılan özellikler olduğunu belirtmektedir. Akal’ın da belirttiği gibi kadını yönetilir kılan duygusallık ve doğurganlık özelliğine yapılan vurgu kadar son yıllarda

21

popüler bir çağrı olarak aile olmaya özendirme çabaları da dikkat çekmektedir. Aktaş (1992: 182-183) büyük ailelerden koparılarak kurulan çekirdek ailelerin, bölünen ihtiyaç birimleriyle birlikte daha fazla sayıda ev ve eşya tüketimini haber verdiğini belirtir. Kapitalizmin yücelttiği çekirdek aile, kadına da yuvasının mutluluğunu sağlamak için hangi malı ne kadar tüketmesi gerektiğini buyurur. Erkeğin ne kadar çalışması ve kazanması gerektiği de bu doğrultuda belirlenir.

Toplumsal eşitsizliğin kökeninde kadının aile içindeki konumu olduğunu belirten feminist görüş evlilikle bu eşitsizliğin ve bağımlılığının kurumsallaştığını savunmaktadır. Evliliğin kadını iki bakımdan nesne konumuna getiren bir kurum olduğunu belirten Badinter (1992: 109) kadının önce kendisini değiştokuş eden babanın elinde bir nesne olduğunu ve sonra onu elde eden koca için bir nesne olmayı sürdürdüğünü ifade etmektedir. Caraco ise (2007: 30), köleliğin kaynağının aile olduğunu ve zorbaların bu nedenle geleneksel aileleri sevdiğini belirtir. Bu ailelerde kadın köledir ve çocuklar teba, ama baba her ne özellikte olursa olsun kendi evinde hakimdir. Ataerkil sisteme dayanan aile kurumunu reddeden Firestone’a göre (1993: 264), ataerkil sistemin evrilmesiyle birlikte kadın özgürlüğünü tamamen kaybetmiştir, bu nedenle aile kurumunun çökmesi kadının zincirlerinden kurtulması anlamına gelmektedir. Zira ataerkil toplumda kadın ve çocuklar kontrol edilmesi gereken sınıf olarak nitelendirilmektedir. Oysa aile kurumunun olmadığı, her hangi bir sosyal anlaşma ile hukukiliğin doğmadığı toplumlarda bile kadınlar kamusal hayat dışına itilmiştir. Dolayısıyla aile kurumunun yok edilmesi toplumsal cinsiyet rollerinin ortadan kaldırılması anlamına gelmeyecektir (Yapar, 2017: 66). İktidar alanlarına dikkat çeken Firestone, önceleri evde eğitim alan çocukların okul kurumuna bağlı hale gelmesi ile birlikte çekirdek ailenin, toplumdaki yerini daha da sağlamlaştırdığını belirtmektedir. Fireston’un değindiği iktidar alanını ele alan Cooper’a göre (akt. Koyuncuoğlu, 2014: 497-498) aile, ideolojik koşullandırma aracıdır, her şeye kadir soyutlamadır, yöneticinin iktidar alanıdır, içinde yer alan insanların adlarını yitirme nedenidir. Kişiye aile içinde koşullanması sırasında verilen ilk ders, dünyada kendi başına var olamayacağıdır. Kadının kendi başına varolmasına engel olan siyasi iktidarlar Lee Comer’a göre sözde özgür kadına, seçilecek iki yol bırakmaktadır. Ona göre kadını özgürleştirmeyen, ama evcilleştiren yollardan biri, kadının meslek sahibi bir iktidarlı olarak erkekler dünyasına katılmasıdır ve diğeri cinsel açıdan nesneleştirilmeyi kendi çıkarına kullanıp, cinsel

özgürlüğünü kazandığını ileri süren ve uçan bir erkek gibi yaşamayı seçen kadının kendine çizdiği yoldur.

Marksizm, çekirdek ailenin kadını bir nesne haline getirdiğini iddia ederken feminist görüş tam aksine geniş aileyi sorumlu tutmakta ve kadının aile ve evlikteki konumunu sadece ekonomiye indirgememektedir. Beauvoir (1993: 13-14) toplumda evliliğin, kadın için geçim yolu ve varoluşunu doğrulayan bir kurum olduğunu ileri sürmektedir. Kadının varoluşu topluluğa çocuk doğurması ve erkeğin arzularını doyurup yuvaya bakmakla mümkün olduğu gibi topluluğa katılmanın tek yolu da yine evlilikle gerçekleşmektedir.

Marks ve Engels’in ilkel toplumlarda toplumun kolektiflik ilkesi olan akrabalığın, kapitalist sistemlerdeki üretim ilişkileriyle karşıtlık gösterdiğine değinen Bloch (2001: 23), bu durumun kadınların erkeklerden üstün ve cinsel yönden kısıtlamasız olduğu kapitalizm öncesi toplumlara özgü olduğunu belirtir. Bu dönemde geniş aileler ve bölünmemiş topluluklar sözkonusudur. Kadının toplumdaki konumunu ve yenilgisini başlatan etken de tam olarak toplulukların bölünmesi ve özel mülkiyetin ortaya çıkmasıdır. Kadınların ikincilliğinin temellerini tartışan feminist olan ve olmayan açıklamaları eleştiren Sacks (1975), kadının ikincil konumunun anne rolleriyle ilgili olduğunu söyler ve bunun Batı’nın aile ve sosyo-cinsel ilişkilerle ilgili kavramlarının diğer kültürlere yansıması olduğunu, bu nedenle de etno-merkezci olduğunu vurgular (akt. Aydemir, 2013: 112).

Feminizmin ve feminist teorinin aile açısından literatüre ve kadının tarihsel süreçteki görünümüne temel karşıtlığı salt doğurganlık üzerinden ele alınması ve ataerkil toplumda sadece ana olarak değer atfedilmesine yönelik olduğu söylenebilir. Marksizm’i, aileyi ve kadını sadece sınıflı toplum ve ekonomik ilişkiler açısından ele alıp kültürel yönü ihmal etmesiyle eleştiren feminist yaklaşım, antropolojinin evlilik sisteminde kadının değiş-tokuş aracı olmasına ve ekonomik düzendeki başat rolünü öne çıkarmadan erkekten kalan işleri tamamlama rolüne önem vermesi yönüyle eleştirmektedir. Feminizmin kendi içinde farklı görüşlere ayrılması birbirine karşıt olma durumundan değil tarih boyunca kadınların ve ailenin toplumsal düzen içinde karşılaştığı sorunların değişmesiyle ve farklı yönleriyle ele alınmasına duyulan ihtiyaçla ilgilidir. Cinsiyete dayalı sınıfların ortadan kaldırılarak kadınların üretimde söz sahibi olması ve bedenlerine sahip olmaları gerektiği üzerinde duran feminist yaklaşım bu açıdan Marksist yaklaşımla örtüşmektedir. Toplumsal yapıdaki kadının konumuna dair

23

sorunların kültürel, dini ve hukuki düzenlemeler sonucu meydana geldiğini ve bu sorunların ancak gerçekleştirilecek köklü değişimlerle giderileceği savunulmaktadır. Günümüz feminist teorisyenler ise üretim süreçlerinin aileye ve kadına verdiği zararların giderilmesi için bilinç düzeyinde gerçekleşecek bir değişimin şart olduğuna inanmaktadırlar. “Feministlere göre aile sadece kapitalizmin ihtiyacı olan emeği üreterek onu destekleyen birim olmanın ötesinde ataerkilliği de yeniden üreten birimdir. Yani aile hem kapitalizmin hem de ataerkilliğin sürdürülebilme garantisidir. Aynı işi yapan kadına erkeğe göre daha az ücret ödenmesi, kapitalist sistemin yedek ve ucuz iş gücü kaynağını üretir.” (Gökçe, 2017: 54). Marksist feminizmin ekonomi temelli görüşlerini reddeden Firestone (1993: 263), cinsel sınıfın doğuşunun tamamıyla biyolojik bir gereklilikten oluştuğunu, cinsel sınıfın tarihsel maddeciliğe bağlı ekonomik sınıftan çok daha önce ortaya çıktığını belirtmektedir. Ataerkil aile sistemi de Oedipus kompleksinden kaynaklanmaktadır. Erkek çocuğun önce annesine duyduğu hayranlık babayı düşman olarak görmesine neden olurken, büyüdükçe bastırdığı duygu anneye ve tüm kadınlara karşı bir aşağılamaya dönüşmektedir. Nitekim Tuna (1996: 30) eşini yetersiz görerek ona kötü davranan ve baskı uygulayan bir erkeğin gerçekte eşinin istediği yönde değişmesini arzulamadığını belirtmektedir. Zira kendi hatalarını ve suçluluk duygusunu bir manevrayla hafifletme yolunu tercih eden erkek Oidipal benlik tasarımını da eşine yansıtarak onu yetersiz konumda tutmaya, böylece kadınlar karşısında yaşadığı derin yetersizlik duygularını bastırmaya, bu sadistik manevralarla düşük benlik saygısını yükseltmeye çalışmaktadır. Feminist yaklaşım kadının aile içindeki konumunu, erkeğin ve toplumun ona bakışını psikanalizin temeli olan Oedipus karmaşası üzerinden de irdelemektedir. Psikanalitik yaklaşım bu açıdan önem taşımaktadır.