• Sonuç bulunamadı

Belki de bu arzu, insanın ölümsüzlüğe inanıp inanmamasının ötesinde, kendisinin gerçekten öleceğine kendisini ikna edememesiyle ilgilidir. Ölümsüzlük yolunda, Gılgameş’ten bu yana alabilmiş olduğumuz mesafe, tanrıların bahçesinden, bedensiz zihni arayışa doğru fantastik bir dönüşüm geçirmiştir. Fakat tek fark ölümsüzlük fantezilerinin tahayyülünde değil, modern dünya, yaşamı son derece radikal bir biçimde değiştirdiği için, çağlar boyu, insanın ölümle ilişkisi de son derece değişmiştir. İnsanın ölümle kurmuş olduğu ilişkinin böylesine değişmiş olmasının nedeni, “kültürümüzün

yaşam ve ölümü birbirinden ayırmak için harcanan muazzam bir enerjiden ibaret olması”

ndandır (Baudrilliard, 2016: 261). Foucault’a (1992) göre, modern toplumun öjenik yaklaşımlarına, deliler, hastalar ve çocuklara ilaveten ölüler de eklenmektedir. Baudrilliard’a göre, yukarıda özetlediğimiz ölümsüzlük düşüncelerinin böylesine gelişmesinin ve arzulanır bir şey hale gelmesinin sebebi de gene, “ölülerin toplumdan

tecrit edilmesi…”dir. (Baudrilliard, 2016: 223)

kamu vicdanını yaralıyor, birbirleriyle ölümüne dövüşen gladyatörlerin yaptıklarına, spor değil katliam gözüyle bakılıyor… Weber’in bahsettiği manada büyüsünü kaybetmiş

modern dünyada, geleneksel toplumlardan farklı olarak, kişi, kendi ölümüne

hazırlanamıyor (Helallik, miras paylaşımı, tevbe-istigfar, evde hane halkının bilhassa çocukların önünde, ölüm yatağı..) ölüm bireyin ve toplumun değil, devletin ve kurumların sorumluluğunda artık… (Hick, 2014)

Baudrilliard’ın dediği gibi, “hanelerden alınıp mezarlıklarda toplanan ölüler ilk

getto prototipidir…” (2016: 221) Manastır meczuplarının, Kabbalacı Yahudilerin, ehl-i

târikin bir tür ölüm provası olarak deneyimlediği çilehane, sufi dervişlerin bir tür şeb-i aruz olarak gördükleri ölüm, yaşamın bir parçası değildir artık…

Zira, ölümden bir önceki durak olan yaşlılık, deneyimli, kemale ermiş, bilge ve saygı değer insanı değil, hastalığı temsil etmektedir. Yaşlıları da kapsayan hastalar kümesi ise artık klinik toplumunun, öjenistlerden miras bir düşünceyle, defolu parçası… Ölüm ise insanın doğal sürecinin bir sonucu değil, yaşamın bir yan etkisi. (Rae&DeGray, 2000)

Modern insanın şu ya da bu biçimde ölümsüz olma fikri, Baudrilliard’a göre, (2016) ölümün modern dünyada4, bir tür ayıba, hataya ya da en azından bir tür tıbbi başarısızlığa indirgenerek toplumdan tümüyle tasfiye edilmesiyle yakından alakalıdır. Bauman’a(1998) göre ise ölüm bütün rasyonel mantığı iflas ettirdiği için, tam anlamıyla bir skandal ve tam da bu yüzden, ölüler modern dünyanın ötekileridir.

Modern dünyanın tüm bilimsel yetkinliğine karşı bir türlü baş edemediği ölüm meselesi, bütün diğer skandallar gibi sümen altı edilmesi gereken bir konu ve Gorer’e(1955) göre, ölüm ve seks artık tümüyle yer değiştirmiş durumdadır. IvanIllich, bu duruma şöyle bir gönderme yapar, Ortaçağ’ın sonunda yayınlanan “DanseMacabre

kitabını takiben iskelet bütün kitapların kapağındadır, tıpkı günümüzün çıplak kadınları gibi” (Illich, 204:109). Geçmişte bir tür hicap ile yaşanan sex artık aleni yaşanırken,

geçmişte tüm ailenin katıldığı bir süreç olan ölüm (Kellehar, 2015)ise artık bir hicap şeklinde yaşanmaya başlamıştır. Dolayısıyla, bir zamanlar “dava açılan/açabilen, şahit

4 Modern dünyada ölümün gelmiş olduğu noktayı tartışırken, ölüm ve insan arasındaki ilişkiselliği kuran

bir başka açı da, endüstriyel kapitalizm ve global kapitalizm çağında modern insanın devlet ile kurmuş olduğu ilişkidir. Bu ilişki de son derece katmanlı ve karmaşık bir yapı arz eder. Dolayısıyla, modern insan derken belirli bir devlet sistemi tarafından terbiye edilmiş, belirli bir sosyo-kültürel iktisadi sistem için eğitilmiş bir insandan bahsettiğimizi ve bunlar arasında mesafe değil çok yoğun geçişgenlikler olduğunun farkındayız. Bununla birlikte, bu kısımda, bilhassa modern insanın ölüm ile ilişkisini başka bir dolayım ile değil, bizzat ölüm olayının kendisiyle ilişkilendirmeye çalışacağız. Sonraki bölümlerde, özellikle hastane ve kadavrayı tartışırken, ölüm, ve devletin biyo-politikasını meseleye dahil etmeye çalışacağız.

olan ve cezalandırılan ölü”, (Illich, 2004:111) artık, bir an önce def edilmesi gereken bir

şeydir (Baudrilliard, 2016).

Oysa,Katolik Batı merkezli, ciddi bir ölüm historiyografisine imza atan PhilippeAries’e göre, ölüm giderek bireyselleşmiş bir şey olsa bile tarihsel süreçte ölüm, daima toplumsal insanla, iç içe geçmiş bir şey olagelmiştir.

Aries’e (1991) göre ölüm, Ortaçağ öncesi, Ortaçağ ve Modern olarak üç temel kategoriye ayrılır. Ortaçağ öncesi dönem 2.yüzyıl ile 1200’ler arasını kapsar ve bu döneme Aries “evcilleştirilmiş ölüm” adını verir. Bu dönemde ölüm mutlaktır ama son derece domestik bir şeydir. Ölüler, Baudrilliard’ın deyimiyle, toplumla simgesel değiş tokuşunu sürdürdüklerinden, rahat ettirilmesi gereken atalardır ve bu yüzden toplumla iç içedirler. Bütün ölü festivallerinin kökeninde bu fikir yatar, zira, bu dönemde ölüye karşı toplumun görevi, ölünün gitttiği yerden dönmesini engellemek, ölüyü ve toplumu lanetlenmekten korumaktır. (Aries, 1991)

Orta çağ ise gene görece ölümün toplumsal olduğu bir dönemdir, bu dönemde, bireysel gömütler, zenginler ve ruhbanlar arasında, yavaş yavaş ortaya çıksa da sıradan insanlar, “yoksul çukuru” denilen (Aries, 1991: 22) ve ekseriyetle, kiliselerin bahçelerinde bulunan toplu mezarlara gömülürlerdi. Aries, bu dönemi “kendi

ölümüm”(Aries, 1991: 23) dönemi olarak ele alır ve nisbi bir bireyselleşme olsa da,

toplumla ölüm hala barışıktır. Öyle ki, kiliselerin toplu mezarlarının etrafında ahali içki içip kumar oynamakta, kilise cemaati ise bunu engellemek için düzenli olarak duyurularda bulunmaktadır.

Aries’e göre üçüncü ölüm ise modern ölümdür. 19. yüzyılın başında, bütün edebiyatta ve sanatta hala ölü yatağı evin bir parçası ve ailenin bütün üyelerinin şahit oldukları bir sahne olarak bulunsa da, bu dönemde artık ölüm tümden bireyselleşmeye başlamış, mezar taşına bir isim yazılır olmuştur. Bir yandan da endişe verici ölüm imal edilmeye başlanmıştır. (Aries, 1991)

Aries’e göre, “19. yüzyılda başkasının ölümü kişinin kendi ölümü haline gelmiştir.” (Aries, 1991: 67-68). Toplum artık hayata tapıyor ve ölümden kaçıyor bu yüzden hastaya öleceği bile söylenmiyor. Çünkü “kişi kendi ölümünü ölmüyor, bir kişi ölünce, topluma

ölümlü olduğunu hatırlatıyor”. (Aries, 1991:86) Ölüm utanılacak bir şey olarak yasaktır

ve “bu yasak ABD’den dünyaya yayılmıştır”. (Aries, 1991: 85)

Uygarlığımızın bu yazılı olmayan yasasını ilk kez tanımlama şerefi İngiliz sosyolog GeoffreyGorer’e aittir. Gorer ölümün nasıl bir tabu haline geldiğini ve 20.yüzyılda en baş yasak konusu olmada seksin yerine nasıl geçtiğini göstermiştir. Eksiden çocuklara leylek

tarafından getirildikleri söylenmekte, ama ölmekte olan kişinin yatağı çevresinde düzenlenen büyük veda sahnesinde de kabul edilmekteydiler. Bugün ise çocuklar, erken yaşlarından itibaren aşk fizyolojisi konusunda bilgiler edinmeye başlamakta, fakat dedelerini uzun zaman görmeyip de, şaşkınlıklarını belirttiklerinde, onlara dedenin güzel bir bahçede çiçeklerin arasında olduğu söylenmektedir. Gorer’in 1955’te yayınladığı “ThePornography of Death” de belirtildiği üzere, birçok toplum sekse ilişkin Victoria dönemi zorlamalarından kurtulmuş ama, ölüme ilişkin şeyleri gizler hale gelmiştir. Yasaklamayla birlikte ihmal da ortaya çıkmıştır: Erotizm ve ölümün birbirlerine karışmaları 16. ve 18. Yüzyıllar arasında başlayana bir olgu olup, çağımızın sadist edebiyatı ile gündelik hayatımızdaki şiddetli ölümde yeniden ortaya çıkmıştır. (Aries, 1991: 91-92)

Aries’in genel hatlarını çizdiği ölüm historiyografisi elbette pek çok bakımdan arttırılıp zenginleştirilebilir. Örneğin, Roma İmparatorluğu zamanında ölüm bir yandan şölen bir yandan eğlencedir, gladyatör dövüşleri ise bu şölenin en eğlenceli halidir(Meijer, 208). Barok zamanlarda güzellik ve ölüm ya da güzelin ölümü ile ölüm güzelleştirilmiş melankolik bir hale getirilmiştir… Sade’ınzamanında ölüm ve cinsellik eşitlenmiş, bu eşitlenme sonraları, Fransızların le petitemorte5 düşüncesini takiple

Bataille erotizmiyle buluşup sürrealizme aktarılmıştır (Roche, 2006)… Ya da Aries’in, Katolik Batının kültürünü, önce bütün Avrupa’ya oradan da bütün insanlığa genellemesi eleştirilebilir. Örneğin hala sürmekte olan Meksika Ölüler Bayramı ve Iğdırlı Caferilerin

Ölüler GünüŞöleni (140journos, 2017), bize ölümle barışık komüniteleri hatırlatır… Ama

maalesef ana hatlar değişmez, Aries’in söyledikleri doğrudur.

Aries, Gorer, Bauman ve Foucault’un söylediklerini cesaretle bir adım öteye taşıyan gene Baudrilliard’dır:

Vahşi toplumlardan modern toplumlara doğru gerçekleşen bu gelişmeyi tersine çevirebilmek, yani ölülerin yavaş yavaş yaşamdan kopmasını engelleyebilmek olanaksızdır. Modern toplumlarda ölüler gruba özgü simgesel dolanım düzenini dışına itilmektedir. Onlar birer gerçek varlık, kendileriyle değiş tokuş da bulunmaya değmeyecek varlıklar olarak görüldükleri için yaşayanlardan uzakta yer alan mezarlara gömülmektedir. Köyde ya da kentte evin sıcak ortamından alınarak merkezde yer alan ve insanların ir araya geldikleri ilk mekan olan mezarlığa götürülen ölüler, zaman içinde oluşacak tüm gettolara örnek olacak ilk gettoyu oluşturmuş ve giderekmerkezden uzağa doğru itilmişlerdir… Modern bir topluma özge rasyonel yapılanma içinde deliler, suçlular ve anormaller için kalacak bir yer öngörülürken, ölüm için herhangi bir program ya da yer öngörülmemektedir. Doğrusunu söylemek gerekirse bu insanlar ölüleri ne yapacakların bilememektedirler; çünkü günümüzde ölmek normal bir şey değildir. Zaten yeni olan da bu yaklaşımdır. Ölmek akla bile getirilmeyecek anormal bir şeydir. Bunun yanında tüm diğer anormallikler zararsız

addedilmektedir. Ölüm tedavisi olmayan bir suç, anormal davranış türünden bir şeydir… (Baudrilliard,2016:220-221)

Buraya kadar söylediklerimizi toparlarsak, modern insan, bilimsel ve endüstriyel gelişmeler sonucunda, ömrünü uzatmayı başarmış, bu başarılar ve gelişmelerin sonucunda mümkün mertebe ölümle arasını açmaya çalışmış, ölümsüzlüğü ya da en azından uzun yaşamayı arzulamış, bunu yapabildiği oranda da, ölümü modern dünyanın ilk gettoları denilen mezarlıklara hapsetmeye çalışmıştır.

Modern insanın ölüsünün bir mesele haline gelmesi bir süreçtir ve bu süreçte, yukarıda anahatlarını verdiğimiz mefhumların hepsi önemlidir. Fakat, tüm bunlarla birlikte ve bunlarda öte, ölüm ile insanın karşılaşmasındaki asıl yapısal değişiklikler,modern ölümündinsel bir dilemmaya, tıbbi bir meseleye ve etik bir soruna dönüşmesi, 1960’larda ölümün tarifinin, kardiyovasküler sistemden beyine doğru makas değiştirmesi üzerinden olmuştur.Şimdi buna bakalım.