• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM

2.5. MEKÂNSAL YABANCILAŞMA

Mekân genel anlamda çevredir, yaşanılan, oturulan yer anlamındadır. Mekân, yaşam şeklinin bir ifadesidir. Bireyin kendisini ait hissettiği yerdir. Mekân hem fiziksel hem de toplumsal bir realitedir. Sosyal hayatın yaşandığı yer olması nedeniyle insanı etkileyen sosyolojik bir gerçekliktir.

Toplum kendini mekânlarda üretir. Mekân bu anlamda toplumsal göstergedir. Toplumsal yapı ve toplumsal değişmenin boyutlarını mekânlarda izlemek mümkündür (Alver, 2006b: 37). Mekânsal değişim doğrudan toplumsal değişimin göstergesi olduğu kadar bireysel değişimin de göstergesi olabilir. Mekân, bireyi ya da toplumu dönüştüren, değiştiren bir alandır aynı zamanda. Bu açıdan mekânın toplumsal ve bireysel devinimle birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir. Birey içinde yer aldığı mekân üzerinde kimi edimlerde bulunmakta ve onu dönüştürmektedir. Değişim süreci hem mekânı hem de bireyi etkilemektedir. Mekânın değişmesi, yaşam şeklinin değişmesini ifade eder. Mekânın değişimi bireyi, bireyin dâhil olduğu toplumsal yapıyı, toplumsal ilişkileri etkileyebilmektedir. Mekânın dönüşümü sonucunda insanın bulunduğu yere ait hissedememesi gibi sonuçlar doğabilir. Bu durum mekânsal yabancılaşmaya karşılık gelir.

Mekânsal yabancılaşma yer değiştirme olarak da ifade edilebilir. Yer değiştiren insan ait olduğu yerden kopar ve kopuşunu değişen mekânda davranışlarıyla sergiler. Yer değiştirme/ mekândan uzaklaşma ait olduğu yerlerden kopmayı, bu da yaban olmayı, yabancılaşmayı doğurur. Mekânsal yabancılaşma diğer yabancılaşma boyutlarını tetikleyici bir unsur olarak dikkat çeker.

III. BÖLÜM

TÜRK ROMANI VE YABANCILAŞMA

3.1. ROMAN VE YABANCILAŞMA İLİŞKİSİNE GENEL BİR BAKIŞ

Geleneğe bağlı olanın yerine konulan ve yeniyi niteleyen durum anlamına gelen "modern" kelimesinden türetilen modernleşme, geleneğe dayalı toplum yapısından modern toplum yapısına geçişi ifade eder. Bu sosyolojik durum üzerinde fikir beyan edenler, modernleşmeyi birkaç yönden ele alırlar. Bunlardan analitik yaklaşım, modernleşmeyi yer ve zaman boyutunda toplumun evrensel bir değişme süreci, bu süreçlerin bütünü olarak kabul eder. Tarihselci yaklaşım ise, modernleşmeyi Avrupa'da Rönesans ve Reform sonrası sekülerleşme ve kapitalizmin doğuşu olarak açıklarken, bir diğer yaklaşım ise modernleşmeyi, gelişmekte olan ülkelerin liderleri ve elit kesimince belirli açılardan daha gelişmiş kabul edilen toplumlar doğrultusunda bir toplumu değiştirmek için bilinçli uygulanan bir dizi plan ve politikaların bütününe verilen isim olarak değerlendirir (Smith, 1988: 66-67). Dikkat edilirse yorumların ilk ikisi Batı'yı temel alan, üçüncüsü ise Batı dışındaki toplumların Batı'ya ayak uydurma çabalarına yönelik açıklamalardır.

Batı'da geleneksel hayattan modern hayata geçiş yaklaşık dört yüz beş yüz yıllık gibi uzun bir sürede kendi doğal akışı içerisinde iç dinamiklerine dayalı bir şekilde gerçekleşirken, Batı dışındaki toplumlarda bu süreç, daha kısa bir zamanda kendiliğinden olmayan yapay etkilerle ortaya çıkartılmıştır. Bunda, Levent Köker’e göre (1990: 28) yabancı, aristokratik bir seçkinler zümresinin veya Batılı modern kabul edilen kültürün düşünce vasıtalarıyla donatılmış yerli bir aydınlar grubunun ya da her ikisinin birlikte oluşturacağı bir gücün yol göstericiliğine ihtiyaç duyulmuştur (Balcı, 2003: 87). Fakat bu tarz modernleşme, asıl kaynağı olan Batılı

toplumlardaki gelişme sürecinin aksine bir duruma sebebiyet verir. Batı'da toplumun iç dinamiklerinin etkisiyle aşağıdan yukarıya doğru bir gelişme şeklinde görülen modernleşme Batı dışı toplumlarda yukarıdan aşağıya bir zorlama şeklinde belirince, üst ve alt tabaka arasında bir ikiliğe, aydın halk farklılaşmasına ve bir yabancılaşmaya yol açar. Bu durumda yabancılaşma, bir modernleşme stili olarak karşımıza çıkar.

Modernleşmenin tanımlarından Batı dışı toplumların modernleşmesine bağlı bir yabancılaşmadan söz etmek gerekirse, bunun sosyal ve kültürel değişmeyle gelen farklı ve yabancı unsurlardan dolayı toplumla uyum sağlayamamaktan kaynaklandığı söylenebilir (Balcı, 2003: 88) . Bu temelden dönüşümde fert, birkaç yüzyıllık bir ekonomik, sosyal ve kültürel mesafeyi bazen bir nesillik bir dönemde almak ve sindirmek mecburiyetinde bırakılır ve çoğu alanda hem geleneğe dayalı, hem de modern toplum değerlerinin aynı anda geçerli olduğundan hangi norm ve değerleri davranışlarına yansıtacağını bilemez hale gelir. Bu durumda geleneğe dayalı değerler anlamını yitirirken, modern toplum değerleri ise henüz tam olarak özümsenememiştir (Tolan, 1981: 248-249)

Türk kültür hayatı düşünüldüğünde yabancılaşmanın daha çok Tanzimat'tan sonra hızlanan süreç içerisinde Batılılaşma meselesi ile ortaya çıkan sosyal bir durum olduğu görülür. Batı tarzındaki okullar, Batılı edebî türler, Batı ile olan kültürel ilişkiler sonucunda toplumdan uzaklaşan, kültürüne ve içinden çıktığı topluma yabancılaşan; diğer taraftan Batılılaşma adına taşıyıcı, aktarıcı, yönlendirici bir görev icra eden insan tipleri ortaya çıkar. Bu tipin yeni değerleri, tutum ve davranışları geleneğe bağlı toplumun temelleriyle uyuşmayınca, ortaya bir yabancılaşma, içinde bulunulan toplumla bir çatışma meydana gelir.

Batılı olmak ya da geleneğe bağlı olmak sorunu sosyolojik, ontolojik, psikolojik problemler şeklinde tezahür eder. Fakat batının modernleşmeyle getirdiği yenidünya anlayışı karşısında Osmanlı aydını bu yeni değerler karşısında yeni bir hayat anlayışı, yeni bir insan tipini mutlak model kabul ettiği için geleneksel olan modernleşme karşısında yavaş yavaş yenilgiye uğramasına neden olur.

Gazete, tiyatro, hikâye, roman gibi yeni türler, beraberinde Batılı bir insan ve hayat tecrübesini de kültür hayatımıza taşır. Bilhassa da roman yeni değerlerinin inşası ve yaygınlaşması, okura da daha rahat ulaşması açısından Tanzimat romancıları tarafından iletişim aracı olarak seçilmiştir. Tanzimat romancılarının asıl amacı Şinasi’nin belirttiği gibi "Garb'ın fikr-i bikri ile Şark'ın akl-ı piranesi"ni birleştirerek bir senteze ulaşmak ise de bu sentezin iki kanadının farklı değerler üzerine dayanıyor olması, modernleşmeyi bir çeşit yabancılaşma olarak karşımıza çıkarır (Balcı, 2003: 88)

Roman, batı edebiyatlarında Ortaçağ’dan beri görüle gelen ve bütün hayatı kucaklayabilen bir türdür. Batılı roman kuramcılarına göre bu tür, batıda yeni bir ideoloji olarak kabul edilen liberalizmin ve yeni epistemoloji olarak ortaya çıkan ampirik pozitivizmin temel ilkelerini taşımaktadır. Bir devrin bütün psikolojik, ahlaki, felsefi, dini, sosyal , estetik, siyasi ve hatta ekonomik özelliklerini vermek, tanıtmak; insanı, toplumu, tarihi yargılamak; öğüt vermek, yönlendirmek gibi daha da artırılabilecek pek çok özellikleriyle roman Tanzimat yazarlarının dikkatini çeker ( Balcı, 2002:282).

Değişen dünya şartları ve XIX. Yüzyıldaki batılılaşma hareketleri, batı edebiyatları içinde ortaya çıkan roman türünün Türk edebiyatına da girmesine yol açar. Bunda romanın sosyal bir fonksiyonunun olması, birinci derecede etkilidir. Bu durum Tanzimat’ın batılılaşma zihniyetiyle paralellik gösterir. Çünkü Tanzimat devrinin hem idarecileri hem de edebiyatçılar gibi düşünen insanları medeni olmanın ancak halkı aydınlatmakla, batılı bir toplum olmakla mümkün olacağına inanmaktadırlar. Halka ulaşmayı sağlayacak her türlü aracıda bu amaçla kullanmayı istemektedirler. Etkileyiciliğinin fazla olması sebebiyle edebiyat eserlerini; bunlar içinde de düşünceleri rahatlıkla ifade etmeye imkân veren nesre dayalı türleri tercih ederler. Böylece Tanzimat’tan sonra edebiyatımıza roman, tiyatro, makale gibi yeni türler ve gazete girer (Finn, 1984: 9-10). Roman bu yeni türler içinde öncelikli bir yere sahiptir. Gazete ve tiyatronun belirli sınırlar içinde kalması romanı ön plana çıkarır. Çünkü romanda kişiyi ve toplumu ilgilendiren her şey yazılabilmekte, toplum ve fert için yeni roller belirlenmektedir. Zaten ilk yerli romanlarımızın çoğunlukla toplumsal içerikli oluşları bunu gösterir (Balcı, 2002: 281).

Çevirilerle edebiyat dünyamıza giren ve bunlara benzetilerek yazılan yerli romanlar batıdaki örneklerine gerçek anlamda ulaşamasa da edebiyatımızın çehresini değiştirmede, toplumda batılı değerlerin yer etmesinde, Tanzimat’ın esasını oluşturan yeni bir insan tipi ve yeni bir toplum anlayışının temellerinin atılmasında önemli bir rol oynamıştır.

Yeni bir toplum kurma isteği beraberinde bu topluma liderlik yapacak ona yol gösterecek tercihler sunacak yeni düşünceleri anlatacak bir kahramana ihtiyacı da beraberinde getirir. Doğal olarak batılılaştırılmak istenen toplumda bu rolü, batı

aydınına benzeyen özellikler taşıyan aydınlar yüklenir. Bu kahraman artık eğitimi, kültürü ve dünyaya bakış açısı bakımından batı kaynaklıdır. Bu noktada aydın kader birliği yapmış olur. Yazar bir taraftan roman vasıtasıyla toplumu bilgilendirmeye çalışırken, diğer taraftan batılılaşmış bir aydın olarak yine romanı kullanarak kendi tipinin devamını sağlamak ister. Çünkü, romanın hayatın realitesini yansıttığı kabul edilmekle beraber kimi zaman fiktif dünyanın gerçek dünyaya yön verdiği de inkar edilemez. Diğer anlamda sokağa tutulan ayna, bir noktadan sonra sokak için alternatif bir model olmaya, hayatı yeniden kurmaya başlar (Balcı, 2002: 5). Bu noktada bir modernleşme tarzı olarak karşımıza yabancılaşma çıkar. Romanlarda Batılı insan gibi davranan ve düşünen insan tipleri, gerçek hayattaki okuyucu için bir model olmaya; roman ve kahraman gerçek hayatı yeniden kurmaya başlarlar. Yani romanda, gerçek hayatta henüz daha canlılık kazanmamış insan ve tecrübesi yapılmamış bir hayat boy gösterir (Balcı, 2003: 87). Bu hayatlar olumlu ve olumsuz örnekleri sunan kahramanların hayatlarıdır.

Tanzimat döneminde "sentez" düşüncesinin bir modernleşme daha doğrusu mutlak bir Batılılaşma politikası kabul edilmesine bağlı olarak romanlarda olumlu anlamdaki kahraman bu fikrin etrafında teşekkül ettirilir; geleneğe bağlı bir hayatın temsilcisi ön plana çıkarılmaksızın sentez anlayışının dışında kalanlar yerilir ve hatta komik durumlarda gösterilerek küçük düşürülürler. Gerek modernleşmenin prototipi sentez kahraman ve gerek yanlış Batılılaşma örneği alafranga kahraman, yazarlarının fikirleri doğrultusunda modernleşmenin doğru veya yanlış modellerini sunarlarken aynı zamanda bir yabancılaşmayı da yaşarlar (Balcı, 2003: 88). Yani yabancılaşma, bazı kahramanlarda olumlu, bazılarında ise olumsuz bir modernleşme tarzı olarak karşımıza çıkar.

Tanzimat dönemi romancıları bu dönemde oluşan düalizmin etkisini hem kendi hayatlarında yaşamaktan hem de romanlarında kahramanlarına yaşatmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu durum Tanpınar’ın ifadesiyle bu düalite bir tarafıyla geleneğe, kendi toplumuna bağlı oluş, diğer tarafıyla ise yabancılaşmış olmaktan; yani bir tarafıyla ilahi merkezli olmaya çalışan bir algı kalıbına dayanmaktadır (Balcı,2003: 87). Tanzimat romanında daha ileri bir yabancılaşma örneği olan alafranga kahraman ise bütünüyle toplum dışına itilir ve bunlar

yabancılaşmanın psikolojik boyutu olarak sunulan normsuzluk, güçsüzlük, anlamsızlık (Tolan, 1981: 127-133) gibi özelliklerini de sergilemeye başlarlar.

Toplumumuzda modernleşme, doğal mecrası içinde, iç dinamiklerin harekete getirdiği bir gelişmeler zinciri olmayıp dışarıdan alınan ve yukarıdan aşağıya doğru bir seyir takip eden bir durum olduğundan olumlu anlamda romanda yer alsa dahi iyi bir modernleşme örneği kahraman, aynı zamanda yabancılaşmaya da uğramış bir kahramandır. Bu açıdan yaklaşıldığında, Tanzimat romanında sentez tiplerden alafranga tiplere kadar modernleşme tarzı olarak yabancılaşmanın çeşitli görünüşlerine rastlamaktayız.

Tanzimat döneminde modernleşmenin bu tarzda algılanışı, romanlardaki sentez tiplerde sosyal ve kültürel yabancılaşmayı, alafranga tiplerde ise normsuzluk, güçsüzlük, uyumsuzluk diye bilinen yabancılaşmayı ortaya çıkarmıştır. Roman yazarları, yabancılaşmanın bir tarafı anomiye varan normsuzluk, uyumsuzluk, güçsüzlük içeriğini reddetmiş, sosyal ve kültürel değerlerle ilgili olanına ise sıcak bakmışlardır.

Tanzimat’tan sonra yazılan diğer romanlarda sadece kültürel değerlere yabancılaşma incelenmemiş normsuzluk, güçsüzlük ve uyumsuzluktan doğan kendine yabancılaşma ve mekânsal yabancılaşma da incelenmiştir.

İlk dönem Türk romanlarında temel sorunsal batılılaşmadır. Batılılaşma bazı olgular çerçevesinde çözümlenmeye çalışılır. Alafranga züppe tipi en rağbet gören olgudur. Alafranga züppe tipinden hareketle Türk toplumunun Batı karşısındaki tutumu ve Batılılaşma deneyimine dair ilk tepkiler açıklığa kavuşturulmaya çalışılır (Alver, 2006a: 168). İlk dönem Türk romanında çok sayıda züppe tipi bulunmaktadır. Felatun Bey, Bihruz Bey, Şöhret, Efruz Bey, Seniha, Leyla gibi tipleri öyküleştiren yazarların ana problemi Batılılaşmanın Türk toplumunda algılanışı ve ona karşı alınan tavırlardır.

Züppe belirtilen temel sorunun çözümlenmesi için ‘araçsal ‘bir olgudur. Burada temel soruna eğilmeden önce züppeliğin analizini yapmak çalışmamız için daha verimli olacaktır.

Toplumsal bir figür, tip ve birim olarak züppe modern dönemlerin ruhunda kendini bulur. Modernite züppenin doğumunu işaretler. 19.yüzyılla birlikte züppe hem sanat ve edebiyatta hem de gerçek hayatta bir üslup, hayat tarzı ve düşünme biçiminin adı haline gelir (Alver, 2008: 72). Pine’a göre (1998: 13) züppelik çoğunlukla öykünme/taklit, tüketim, giyim-kuşam, tarz gibi kavramlar bağlamında değerlendirilir. Ancak daha temelde kimlik, siyaset, düşünce, duruş ile de ilgisini kurmak gereklidir. Çünkü züppe sadece bir görüntü değil aynı zamanda bir düşünce, davranış, üslup ve tutumun tezahürüdür (Aktaran: Alver, 2008: 74). Züppenin taklit etme biçimi kendini kendine dayayarak değil kendinden üstün gördüğü ‘başka’ sını taklit ederek olur. ‘Başka’sı onun giyim- kuşam, davranış, düşünüş tarzını şekillendirir. ‘Başka’ sı onun için aynadır. O varsa züppe de varoluşsal anlamda vardır.

Züppenin aykırı bir tutum içinde oluşu onun belli bir duruş ve düşünce tarzı geliştirmesi meselesi ile ilgilidir. Züppe kendini belli etmek için aykırı davranır. Bu aykırılık entelektüel gibi olabileceği gibi yalnızlık şeklinde de kendini belli eder. Çoğu zaman kibirli, soğuk, düşünceli yapmacık bir tutum içinde olması aykırılığı ile ilgilidir. Toplumun züppeye bakışı olumsuzdur. Çünkü kendi yapısal özelliklerine aykırı davranışlar sergilemektedir. Züppenin topluma aykırılığı yüzeysel bir mesafeden kaynaklanmaktadır ve aykırılığı sürdürmek için bu mesafeyi ısrarla korumaya çalışmaktadır (Alver, 2008: 74). Züppenin aykırılığı, düşünsel anlamda bir aykırılık değil, dış görünüş olarak taklit ettiği ‘başka’sına benzemek, onu taklit etmekten kaynaklanmaktadır.

Züppenin temel niteliklerinden birisi görünüşe düşkünlüğüdür. Gürbilek’e göre (2004: 58-63), züppe bir görüntüdür, kendi bedenini kamusal alanda sergileyerek dolaşan bir gezgindir. Züppenin şık görünmekten mesela beyaz eldiven gibi çeşitli aksesuarlar taşımaktan zevk duymasının nedeni budur. Gününün önemli bir bölümünü giyinmekle geçirir. Giyim- kuşam onun için bir takıntı haline gelmiştir. Nasıl giyinmesi gerektiği, hangi elbiselerle, kunduralarla gezintiye çıkacağı züppeyi fazlasıyla ilgilendirir. Buradan da anlaşılacağı gibi ayna karşısında saatlerini harcar ve bir ayna bağımlısı haline gelir. Tıpkı kadınlar gibi kıyafete ve

süslenmeye fazlasıyla dikkat eden züppe, bir tür efemine halini yaşamaktadır. Kadınsılık onun ayırt edici özellikleri haline gelmiştir.

Züppeliğin diğer bir özelliği öykünme/taklittir. Züppe kendini ‘üstün- öteki’ne bakarak onu izleyerek gerçekleştirme peşindedir. Kendinden üstün olana bakarak kendine bir duruş, biçim ve üslup kazanma amacı güder. Kimi üstün görüyorsa onu taklit etmeye yönelmektedir. Öykünme/taklit çizgisinde züppe bir ‘mış gibi’, ‘gibi’ bir tavır benimser. Züppe tuhaf giysileri, savurganlıklarıyla ve paraya, aşka karşı tutkusuz yaklaşımlarıyla onları araçsallaştırarak modern zamanın aristokrat vekili olarak ilan etmektedir (Alver, 2002: 253).

Bir ‘kültürel görüngü ’ olarak züppelik, kentsel bir olgudur. Avrupa metropol hayatının özel nitelikleri ile sıkı bir şekilde irtibatlıdır. Metropol hayatı züppeliğin ortaya çıkışını etkileyen en önemli faktörlerdendir. Kaldırımlar, pasajlar, kapalı çarşılar, sergiler, vitrinler 19. yüzyılda kamusal alanın görünen tipleri olan züppeler, flaneurler ve dikkate değer diğer karakterler için bir tür sahne olmuştur. Cadde ve vitrinler, pasajlar kapalı çarşılar züppeyi çeker. Cadde başta olmak üzere söz konusu bu alanlar züppe için kültürel mekânlar halini alır. Aynı zamanda bir aylak/flaneur olarak züppe bu mekânlarda gezip yurtlanır (Alver, 2004: 327). Bu tür mekânları kendisine yaşam alanı olarak seçen züppe moderniteye çok şey borçlu olduğunu belgeler (Alver, 2008: 76).

Züppe tüketimde gösterdiği titizlikle tapınma vecdini temsil eder gibidir. Onda tüketim ve markalara düşkünlük ibadet aşkı seviyesindedir. Tüketim arzusu öyle yoğun ve etkilidir ki, züppe onsuz kendini gerçekleştirme imkânını bulamayacağını sanır. Titizliği, her yerden değil belli başlı mağazalardan satın aldığı belli markaları tercih etmesi şeklinde tezahür eder. Nereden ne satın aldığı önemlidir. Çünkü satın aldığı ve sahip olduğu mallarla bütünleşir, titizlikle seçtiği mallar aracılığıyla olmak istediği kişiliğe bürünür. Günün modası züppenin temel meselesi ve varoluş alanıdır. Tüketim çarklarının devamlılığını sağlayan temel unsurlardan biri olan moda, züppece hayatın can suyudur. Modasız züppe kupkuru cansız bir iskelettir (Alver, 2008: 77).

Züppe, Türk toplumuna Batılılaşmanın armağanıdır, bu süreçte doğmuş, yaygınlaşmış ve günümüze kadar gelebilmiştir. Züppe, baba nezdinde (Batıcı zihin ve siyaset) kendisinin özürlü çocuğudur. Asidir, istenilen kalıba girmemiştir, yönü (Batılılaşma) doğrudur ancak gittiği yollar başkadır. Baba ile yönü aynıdır fakat onunla aynı yolu yürümez. Patika yolu tercih eder, maceracıdır, heyecan ve beğenilerin peşinde koşar, garantici değildir. Evin (toplumun) imarı, geliştirilmesi gibi yüce idealleri yoktur. Bu tip idealleri baba ve evin gürbüz çocukları (batılılaşmanın prototipleri) gerçekleştirir. Züppe kendi arzusunu gerçekleştirmek için uğraşır. Dolayısıyla yenilgisi ve yıkımı daha çok kendi sınırları içinde kalır. Baba için bu özürlü çocuk külfettir (Alver,2006 a:169).

Züppe, Batılılaşma sorunun tam ortasında yer alır. İlk romanlarda yer alan züppeler genelde olması arzulanmayan tipleri anlatır. Yazarlar, ‘istenildiği gibi Batılılaşmayan’ züppeye öfkelidir, ona kan kustururlar, ona olmadık budalalıklar komiklikler yaptırırlar. Okura züppenin düşük, bayağı, budala olduğunu telkin ederler. Gerçekte alafranga züppe bir gösteriş budalasıdır. Kötü bir taklitçidir, özenti tutkunudur, gösterişçi tüketim içinde çırpınmaktadır, kendi toplumuna yabancılaşmıştır. Ancak sorun Batılılaşma ideali ile züppe arasındaki ilişkiyi tahlil edememede tezahür eder (Alver, 2006a: 169). Evin’e göre (2004: 218) asıl sorun Türk toplumunda züppenin ortaya çıkmasının, Batılılaşma sürecinin bir parçası olarak görülmemesinden kaynaklanmaktadır (Aktaran: Alver, 2006: 169). Aslında hem züppe hem de doğru Batılılaşmanın prototipi aynı ortamdan beslenmektedirler ve züppelerden fazlaca ayrılmamaktadır. Sadece bunlar yazarların olmasını

3.2. FELATUN BEYLE RAKIM EFENDİ, ARABA SEVDASI, ŞIK,

Benzer Belgeler