• Sonuç bulunamadı

Müslümanlara Mahsus Kurtulmak Yolu

Ahmet Nedim Servet Tör'ün mensur olarak yazdığı eserlerinden ilki

Müslümanlara Mahsus Kurtulmak Yolu'dur. 1913 yılında kaleme alınan bu eser,

kırk sekiz sayfalık bir bildiri mahiyetindedir. Bildiri olarak adlandırmamızın sebebi, devlet ve milletin kurtuluşu adına halkın aktüel zamanda yapmasını istediklerini, kendince doğru olanları doğrudan halka seslenerek bir hitabet edasıyla vermesidir. Amacına uygun olması dolayısıyla eser, risale şeklinde ücretsiz dağıtılmıştır. Nitekim eserin kapağında göze ilk çarpan nokta "Parasız dağıtılır" ibaresidir. Bu nokta ile ilgili Ahmet Nedim, Defter-i Hatırat'ta önemli açıklamalarda bulunmuştur. Bu açıklamalar Ahmet Nedim'in bu eseri yazmaktaki gayesini göstermesi açısından da oldukça önemlidir. 27 Teşrinisânî 1913 tarihli kaydına şu satırları düşmüştür:

"Bulgarlar ve Yunanlılarla akd-i musâlaha olundu. Harb münasebetiyle

memleketlerine giden birçok Bulgarlarla Yunanlılar peyderpey İstanbul'a gelmeye başladı. Zâten Müslümanları iktisâden pek kuvvetli bir çember içine almış olan milel-i gayr-i müslime ve hassaten Rumların ve Yunanlıların bizim topraklarımızda kazanmış oldukları paralarla Yunan hükümetine öteden beri vâki olan muavenât-ı nakdiyesiyle ihrâz edilen galibiyet, gönlümüze pek girân gelmişti. Câhil halkımızın, bunca felâketlerden sonra yine o mağazalardan ayrılmayacakları da pek tabîî görülüyordu. Belki kızım, siz, kendi emtia-yı dâhiliyemizi hakîr görmenin ne demek olacağını takdîr edemeyeceksiniz. Hâlbuki biz, yani şu zamanın adamları, başımızdaki festen, kurdeleden

ayaklarımızdaki çoraplara, kunduralara varıncaya kadar kâmilen Avrupa emtiası içinde bulunuyoruz ve bunları da bir Müslümandan değil, Hristiyandan ve hassaten Rumlardan alıyoruz. Onlar da, bizden kazandıkları paralarla Yunan hükümetine zırhlılar hediye ediyorlar!

Halkımızı artık biraz da yerli mallarına ve semere-i ticaretlerini yine bizim memlekette kullanacak Müslüman tüccar ve esnâflara tergîb için ikaz etmek lâzım idi. Gazetelerin üstü kapalı yazdıkları şeyler ve buna dair neşredilen eserler, hemen hiçbir te'sir yapamıyordu. Ben, ekseriyet-i uzması ve hassaten taife-i nisâsı gazete okumayan ve hele para ile satılır kitaplara metelik vermeyen bu koca şehir halkına, maksad-ı malûmu zor ile anlatacak bir çâre düşündüm. Felâketlerimizi ve esbâbını gayet açık bir lisân ile yazarak meccânen dağıtmaya karar verdim ve derhâl Müslümanlara Mahsûs diye küçük bir risalecik yazdım... İki bin nüsha bastırdım ve herkese dağıtmaya başladım. Az zamanda gördüğüm te'sir o kadar büyük oldu ki, bu risaleciğe biraz şey daha ilâvesiyle ve tahkik edebildiğim kadar Müslüman ticarethânelerinin dahi bir cetvelini tanzim ile yeniden bastırmaya karar verdim. Masârif-i tab'iyeye bazı ticarethânelerce de iştirâk olunarak şimdilik yirmi bin nüsha meydana çıkarabildik fakat bunun karîben birkaç yüz bin nüsha basılacağına ve bütün Anadolu'ya dağıtılacağına pek eminim. Çünkü vâki olan talep o kadar çok ki, bir milyon nüsha bile yetişmeyecek ve te'sirâtı o kadar şiddetle mahsûs ki, bütün ticarethâneler ister istemez yardım edecek. Zâten ben, bundan hiçbir istifâde-i maddîye aramıyorum, halka meccânen dağıtıyorum fakat tüccarlara para ile veriyorum" (Tör, 2000: 122-123).

Bu cümleler yazarımızın eserini neden herkes okusun diye ücretsiz dağıttığını çok net gösterir.

Müslümanlara Mahsus Kurtulmak Yolu'nu iki bölüme ayırabiliriz. İlk bölümünü

halka sesleniş oluşturur. Eserin hemen başında "Rica" başlığı altında bir paragraflık bölüm yer alır. Bu bölümde Ahmet Nedim, "Memlekete, millete

küçük bir faydası olur ümidiyle yazıp masraf ederek bastırdığımız ve parasız olarak dağıttığımız şu risaleciği alanlar okuduktan sonra yırtıp atmasın... Kendisi gibi bir Müslüman'a versin. Okumak bilenler de bilmeyenlere okuyup anlatarak şu suretle, kendi de memleketin hayrına küçük bir hizmet etsin."

her Müslüman'ın haberdar olmasını istemiştir. Çünkü ona göre anlatacakları, kan kaybeden Osmanlı'nın kurtuluş yollarından biridir.

Rica bölümünden sonra "Ey Müslümanlar! Hanımlar... Efendiler!" nidasıyla halka seslenerek, onlarla konuşmak istediğini söyleyerek ve Türk milletinin uzun zamanlar üzerinden etkisini atamayacağı Balkan Harbi ve yaşananları hatırlatmaya başlayarak asıl konuya adım atar. Felaketlerle dolu günlerin sebebi olan Balkan Harbi'nde dört düşman birlik olarak saldırışa geçmiş, koca Rumeli'yi yakıp yıkarak, Çatalca önlerine kadar dayanmıştı. Ahmet Nedim'in ilahi adalet olarak nitelendirdiği bir sebeple dört düşman birbirine düşmüş ve Türk milleti bundan istifade ederek Kırkkilise tarafını kurtarabilmişti; fakat Türk milletinin bir an için yaşadığı bu sevinç aslında bir zafer değildir. Kaybedilen şeyler o kadar çok ki kazanılan bir vilayet kadar yerin sevinci Türk milletinin gönlünde okyanusta bir zerrenin tuttuğu yer kadar bile olmayacaktır. Nitekim "telef olan yüz binlerce canlardan başka, bugün milyonlarca

Müslümanlar, Türkler düşmanın ayakları altında eğiliyor... O her birisi kapılarında baş olan hizmetçi, baş olan yanaşma kullanan dünkü zengin beylerin, ağaların kızlarından, çocuklarından bugün kimisi, sokaklarda dileniyor... Kimisi, meyhanelerde düşman askerlerine rakı dağıtıyor... Kimisi, kundura boyacılığı ediyor. Hulâsa, bir lokma ekmek bulabilmek için her birisi bir yolda sürdürüp duruyor" (Ahmet Nedim, 1913: 4). Yüz binlerce insanla

birlikte koca koca ülkeler de kaybedildi. Hâl böyle olunca, Ahmet Nedim için sadece bir vilayet yeri kurtarmış olmanın yaşanılan onca acıdan, işitilen onca hakaretten sonra hiçbir manası yoktur. Peki, Balkanlarda yaşanan bu felaketlerin yaşanıyor; Selanik'te, Yanya'da ve diğer Balkan şehirlerinde Yunan bayrağının sallanıyor olmasının sorumlusu kimdir? Ahmet Nedim'e göre Türk milletinin kendi elidir. Neden mi? Çünkü "Çanakkale Boğazı'ndan dışarıya çıkmadık,

Selanik'e adalara imdâd edemedik, Yunan'a karşı koyamadık, karşımızda düşmanın Averof zırhlısı vardı" (Ahmet Nedim, 1913: 7). Bütün bu nedenlerin

arasında İmroz ve Mondros Deniz muharebelerinde Yunan deniz kuvvetlerine hizmet eden Averof zırhlısının mevcudiyeti önemlidir. Çünkü yazının neredeyse tamamı bu zırhlının varlığı üzerine şekillenmiştir. Nitekim Ahmet Nedim'e göre, toplam nüfusu Rumeli'deki vilayetlerindeki nüfusun yarısı kadar bile olmayan Yunan ordusu, bu zırhlı ile savaştan galip çıkmıştır. İşte, bu bir tek gemi, Türk

milletinin elini kolunu bağlamış, Yunanlıların diğer düşmanlarla birleşerek Balkanlarda felaket rüzgârları estirmelerine sebep olmuştur. Bizim bu rüzgârda savrulup gitmemizin nedeni ise, Averof gibi bir zırhlımızın olmamasıdır. Yani teknolojik yetersizliktir. Üzerinde uzun uzadıya durulan bütün bu konulardan sonra Ahmet Nedim, halkın soracağını düşünerek, asıl kilit soruyu sorar: "Nasıl

oluyor da, bizim ancak bir iki vilayetimiz büyüklüğünde olan küçük bir Yunan hükümeti, böyle bizimkilerden güzel, kuvvetli bir gemi alabiliyor?" (Ahmet

Nedim, 1913: 8). Bunu da şöyle açıklar:

"Evet, o küçücük, o miskin Yunan Hükümeti, kendine kalsa böyle zırhlılar alamaz. Çünkü almak için para bulamaz. Fakat zırhlıyı alan hükümet değil, millet!" (Ahmet Nedim, 1913: 8).

Ahmet Nedim'in burada işaret ettiği kaynak dikkate değerdir. Çünkü gerek şiirlerinde, gerek günlüğünde, gerekse mensur eserlerinde millet olma bilincine ve sorumluluğuna daima vurgu yapmış ve bu iki kavramı her şeyin üstünde tutmuştur. Nitekim cümlenin devamında da Averof adlı bir Rum'un Yunan Hükümeti'ne yaptığı bağış sonucu hükümetinin koca bir savaşı kazandığını ve bunun yanında hem Yunanistan'ı hem de birçok milleti büyüttüğünü söyler. Ancak Ahmet Nedim'in içini acıtan bir durum var ki o da, Averof adlı bu Rum'un Osmanlı topraklarında yaşayan sıradan bir vatandaş olmasıdır. Yani ona göre; bir nevi yılanı kendi içimizde, kendi ellerimizle besledik. Nitekim döneminin İstanbul'undan, İstanbul çarşılarında bulunan mağazalardan ve bu mağazaların sahiplerinden uzun uzadıya bahsedince bu anlaşılmaktadır. Dönemin İstanbul çarşılarına ait panoramayı o kadar canlı vermiştir ki, nedenler ve sonuçlar arasındaki bağlantıyı Ahmet Nedim gibi kurmamak mümkün değildir. Ne demek istediğimizi daha iyi anlatabilmek adına alıntıyı olduğu gibi vermek istiyoruz:

"Çarşıya çıktığımız zaman, şöyle bir etrafımıza bakalım... Dükkânları, mağazaları bir gözden geçirelim... Ne görürüz?

Mahalle bakkallarından tutunuz da, en sapa yerlerde veya bir aylık kirası kırk- elli lira ve belki daha fazla eden işlek, en büyük caddelerde, büyük büyük mağazalar içinde alış verişte meşgul yüzlerce, binlerce Rum vatandaş!

Süslü, yaldızlı camekânların, içine dizilmiş her türlü malların, rafları dolduran çeşit çeşit kumaşların arasında, yine mağazalar kadar süslü ve açık başlı birçok şık Rum vatandaşlar!

Bunların kuytu, sapa yerlerdeki dükkânlarda birtakım yağ içinde pisleri de vardır... Fakat hiçbirisi de boş duramaz... Kimisi, büyük yağ fıçılarının zeytinyağı tulumlarının arasında didinir. Kimisi süslü mağazaların içerisine günde bin bir dil dökerek sizi sokmaya çalışır... Kimisi, içeriye giren müşterilere mutlaka bir şey satabilmek için uğraşıyor.

Haydi biz de, bir şey almak için değil, şöyle bir gezip görmek için, daha doğrusu kapıdaki çelebinin kırıla döküle yaptığı davetlerine karşı bir kabalık etmiş olmamak için içeriye girelim... Derhâl birkaçı birden etrafımızı alır ve (Ne arzu buyurur hanım efendimiz?) yahut (Ne emredersiniz bey efendimiz?) gibi parlak lakırdılarla yanımıza sokulur... Siz meselâ, asılı bir mendille veya kenarı meydana çıkarılmış bir kumaşa biraz fazlaca baktınız mı, hemen; o cins malların kendilerinde en güzel ve son modası bulunduğunu söyleyerek o renklerini önünüze düzmeye başlar. Siz, isterseniz, lüzumu olmadığını almayacağınızı söyleyiniz; o sıkılmaz, yorulmaz ve hele hiç üşenmez, muttasıl mendil veya kumaş paketlerini aça aça önünüze yığar. Bir derecede ki, nihayet bu kadar uğraşmaktan, bu kadar didinmekten, o heriften ziyade, siz sıkılırsınız ve ihtiyacınız olmadığı hâlde utandığınız için birkaç mendil alır veya pek hoşunuza giden bir kumaştan bir çarşaflık kestirirsiniz. Ve ekseriya başkalarına fiyat kesilmiş ise de, sizi müşteri etmek için bir miktar ikram da yaptığını söyleyerek bin teşekkürler, bin mersilerle bedelini sizden alır(...)" (Ahmet

Nedim, 1913: 9-11).

Geri kalan satırlarda ise bu anlattıklarına, Ahmet Nedim, bin bir hoş muamele ile malını satan Rum tüccarların; Ahmet Efendi'nin aldığı altmış parçalık mendilin yirmi lirasını, Fatma Hanım'ın kelepir olarak iki liraya kestirdiği bir çarşaflığın yarım lirasını Yunan hükümeti namına ayrı ve hususî bir hesaba geçirdiğini ekler. İşte, küçücük hükümetin kaynağı; İstanbul'da, Konya'da, İzmir'de, Çin'de, Amerika'da ve bunlara benzer birçok yerde geceli gündüzlü durmadan çalışan, on paralık bir müşteriyi kaçırmamak için on saat uğraşan bu Rumlardır. Ve Ahmet Nedim'e göre Müslümanlar, Rumlardan alış veriş yaparak kendi elleriyle Yunan'ın aldığı o zırhlıların, topların, tüfeklerin parasını temin

ediyor. Bu düşüncesini defalarca tekrarladıktan sonra son kez "Tekrar ediyoruz:

Yunan'ın gemilerinden, silahlarından birçoğunu biz aldık ve yukarıda dediğimiz gibi, kendi memleketlerimizin üzerine düşman bayraklarını, biz kendi ellerimizle dikmiş olduk!" (Ahmet Nedim, 1913: 15) diyerek bu düşüncesini âdeta halkın

zihnine kazımak istemektedir.

Ahmet Nedim'in dikkat çekmek istediği bir başka konu daha var ki o da, İstanbul'daki mağazaların çoğunun Rumlar tarafından işletilen dükkânlarda, mağazalarda çalışan işçilerin sadece kendi milletinden insanlar olmasıdır. Ona göre, Rumlar kendi kazançlarından başkalarını değil, ancak kendi hemcinslerini kazandırmak ister. Yine, aynı nedenle hiçbir Rum zorda kalmadıkça bir Müslüman'dan alış veriş yapmaz. Çünkü onlar, "keselerindeki parayı bir

yabancıya kısmet etmekten pek sakınır. On parasını bile yabancılardan sakınır"

(Ahmet Nedim, 1913: 16). Ona göre, bu hususta, bizim kadar kayıtsız hiçbir millet yoktur. Yaşanan bunca sıkıntıya rağmen gözler mağaza sahibinin milletini değil, mağazadaki malları görüyor. Bu körlüğün sonu ise yok olmaktır. O yüzden, Ahmet Nedim, halkına ilerisini düşünmeleri, paralarının kıymetini bilmeleri ve tüccar olmaya, zengin olmaya gayret edip milletine, dinine sarılmaları için seslenir. Bu seslenişten sonra söylediklerinin haklılık payını ortaya koymak amacıyla yaşanmış bir vakayı anlatmaya başlar. Bu vaka, 1880'lerden 1907'ye kadar Mısır'da yüksek komiserlik görevinde bulunan Lord Cromer'in eşi ve bir Müslüman hizmetçi arasında geçmektedir. Bu anekdotu Ahmet Nedim'in aralarda yaptığı yorumların daha iyi anlaşılması için kendi ağzından birebir vereceğiz:

"Hâlâ İngiliz Hükümeti'nin idaresi altında bulunan Mısır'da, bundan beş on sene evvel, İngiltere Hükümeti'nin en büyük memuru olarak Lord Cromer isminde bir adam vardı ve Mısır'da âdeta bir padişah gibi hüküm sürerdi. Bu adam; esasen bir İngiliz lordu olduğundan pek zengindi. Kendi hükümeti de ayda bilmem kaç bin lira maaş veriyordu. Bankalardaki parası, kürekle karıştırılacak kadar zengin olan bu adamın, karısı da kendisi gibi ayrıca bir servet sahibi olduğu hâlde -bütün İngiliz karılarının âdetlerinden olduğu üzere- evinin masrafını Lord'un karısı idare ediyormuş. İğneden ipliğe tekmil masrafı, muntazam defterlere kaydederek kendisi görür ve pek çok zaman, meselâ mutfak

için lazım gelen eti, sebzeyi -âdî bir hizmetçi kadın gibi- kendisi gider çarşıdan alırmış.

Bir gün bu kadına bir top Amerikan bezi lazım olmuş. Beş altı senedir kendi hizmetinde kullandığı ve gayretiyle sadakatinden pek memnun olduğu bir Müslüman hizmetçiyi çağırmış ve eline bir İngiliz lirası vererek:

-Filân sokakta, şu isimde bir mağaza vardır. Oraya git... Bu lirayı ver, bekle, bir top Amerikan bezi al da getir.

demiş. Hizmetçi gitmiş. O mağazayı bulmuş, fakat mağaza sahibi Amerikan bezi topunun İngiliz lirasına olduğunu ve aşağı verilemeyeceğini söyleyince, aynı malın daha ucuz bir fiyatıyla başka yerlerde bulunabileceğini düşünen açık göz ve sadık hizmetçi, mahza hanımın menfaatine olarak, başka mağazalara da giderek hakikaten ötekinden daha iyi cins bir malı bir mecidiyeden aşağı bir fiyatla almış ve paranın üstüyle beraber götürüp Lord'un karısına vermiş.

Kadın bir topa, bir de geriye getirilen paraya bakmış. Bir mecidiye kârından dolayı hanımdan iltifat bekleyen zavallı hizmetçi, birdenbire:

- Niçin benim dediğim yerden almadın?

tekdirine muhatap olunca şaşırmış...

- Efendim; o malın daha iyisini ve daha ucuzunu başka bir yerde buldum da...

diyecek olmuş. Fakat kadın, lakırdının alt tarafını dinlememiş ve hiddetle: - Evet, daha iyi malları, daha ucuz veren başka mağazalar bulunduğunu ben de biliyorum. Fakat ne o mal bir İngiliz malıdır, ne de o mağazalar bir İngiliz mağazasıdır. Ben, bu alış verişte bir mecidiye kazanmak değil, tamam bir İngiliz lirası kaybettim, çünkü benim istediğim mal bir İngiliz fabrikasının malı, satıcısı da bir İngiliz idi. Benim verdiğim lira da yine bir İngiliz elinde kalacak idi. Hâlbuki senin bana getirdiğin bu mal, bir Fransız fabrikasının malıdır. Satıcısı da şüphesiz bir İngiliz değildir. Bu hâlde, benim altınım kaybolmuş demektir. Milletimin servetinden, böyle bir ziyana sebep olan bir adamı, artık ben hizmetimde kullanamam. Bu günden itibaren hizmetine nihayet veriyorum. diyerek o sadık ve emekdâr adamı kovmuş" (Ahmet Nedim, 1913: 17-18-19).

Ahmet Nedim'in bu vakayı naklederken kullandığı ifadelere baktığımızda İngiliz Lord'unun eşini eleştiriyor gibi hissedilse de aslında Türk milletinin bundan ibret almasını istemektedir. Ardından gelen cümleden de olayın aktarılmasının nedeninin ders vermek olduğunu anlıyoruz:

"İhtimal içinizde, Rumların muamelelerine öfkelenen ve Lord Cromer'in karısının, böyle bir liralık işten dolayı sadık ve emekdâr hizmetçisini kovmasını fazla gören vardır. Fakat hayır! Onlara hiddetlenmeye... böyle muameleleri fazla bulmaya lüzum yok... Biz de onları taklide çalışmalıyız... Biz de, Cenab-ı Hakk'dan, hükümeti ve milleti için her türlü fedakarlığı seve seve icradan çekinmeyecek Averof ve diğer birçok emsali gibi evlatlar temini etmeliyiz. Çünkü ancak bu sayede devlet ve memleketi kurtarabiliriz" (Ahmet Nedim,

1913: 19).

Tabii ki, Ahmet Nedim'e göre bu noktada taklit edilmesi ve ekonomik olarak güçlenebilmek adına yapılması gereken asıl iş, bir kere dahi olsa, parayı başka milletlerden kıskanmak fikrinin bütün Müslümanlarda, bütün Türklerde uyanmasıdır. Hemen bu konuda okuyucu algısıyla devreye giren Ahmet Nedim, "Ama siz; bizim fabrikalarımız yok... bizim ticarethanelerimiz yok, istediğimiz

şeyleri bizden bulup da alalım? diyeceksiniz." (Ahmet Nedim, 1913: 20) diye

sorduktan sonra peşi sıra cevabını verir. Makara, iğne, kâğıt gibi ürünleri yapacak fabrikaların olmaması, Müslüman tüccarın da olmayacağı anlamına gelmez. Nitekim Rumların sattıkları mallarda kendi fabrikalarının ürünleri değil, Avrupa malıdır. Buradaki mesele yapacağımız alış verişin kârının Müslüman bir Türk'ün kesesine girmesidir. Çünkü Ahmet Nedim'e göre, para en büyük kuvvettir ve millet ne kadar zengin olursa hükümet de o kadar mesut ve kuvvetli olur. Bunun içinde ilk olarak yapılması gereken yerli malı kullanmaya ve Müslüman'dan alış veriş yapmaya yönelmektir. Herkes üzerine düşen vazifeyi layıkıyla yerine getirirse Hacopulo gibi büyük ve zengin mağazalar iflas edebilir; İzmir, İstanbul, Tranbzon kısacası bütün şehirlerin ticareti Müslümanların eline geçer ve pek çok fabrika açılabilir; ancak bütün bunlar kısa zamanda olacak şeyler değildir. Bunun için sabra ve kararlılığa ihtiyaç vardır. Bu nedenle, Ahmet Nedim, halktan üzerine düşeni kararlılıkla yaptıktan sonra sabırla beklemesini istemektedir. Atılacak her adım, yapılacak her girişim ilk senelerde fazla bir değişiklik meydana getirmese de ikinci, üçüncü senelerde kar

kümesi gibi gittikçe büyüyecek ve en nihayetinde sadece İstanbul'da değil yurdun pek çok yerinde fabrikalar açılacak, millî ekonomide ihtiyaç duyulan noktada istihdam sağlanacaktır. Bu istihdamı sağlamak için yapılacak iş, atılacak adım, yürünecek yol sanıldığı kadar meşakkatli değildir. Ahmet Nedim, bu konuda istediklerini basit bir dille ve doğrudan şu şekilde anlatmıştır:

"İbtidâsından biraz zahmetli gibi görünüyorsa da pek çabuk alışılacak tır. Asıl

iş, bir kere tekmîl size lazım olacak şeyleri satan Müslüman mağazalarının, Türk dükkânlarının yerlerini öğrenmekten ve sonra da meselâ on paralık bir kibrit için bile üşenmeyerek oraya gitmekten ibarettir. Uzakça dükkânlardan alınacak eşya için, her zaman yorulmak üzere, biraz tedârikli bulunmak da mümkündür.

En büyük ve en mühim iş ise mümkün olduğu kadar yerli malı kullanmaktır"

(Ahmet Nedim, 1913: 27).

Yerli malı kullanmak hususunda gösterilmesi gereken önemin ve dikkatin altını her fırsatta çizen Ahmet Nedim, insanlardan biraz dahi olsa gereken fedakârlığı göstermelerini rica eder. Öyle ki, Avrupa mallarına bakılınca yerli malları hem pahalı, hem de kaba görülebilir; ancak Ahmet Nedim'e göre o kabalık, bizim şerefimiz, bizim iftiharımızdır. O nedenle, pahalılık bize ucuz ve faydalı görünmelidir. Ahmet Nedim bu noktada hem sorumluluğu, hem de suçu kadınlara yüklemektedir:

"Arkasındaki elbisenin, başındaki kurdalenin şıklığı, zarafeti ile iftihar eden boş kadınlar; yerli fakat daha kaba, daha renksiz bir elbise içinde, ruhumuzun duyacağı zevki bir kere anlasalar... Bir kere 'Bunlar bizim yerli malımız... Bizim kendi tezgâhımızın mahsülü...' diyebilmekten hissedebilecek millî gururu takdir edebilseler... Türklük, Müslümanlık mahvedilmek istenirken şıklık yapacağız diye eldeki paraları da Frenklere, Yunanlılara kaptırmaktan ve bu suretle kendi ellerimizle kendi mezarımızı kazmaktan korksalar..." (Ahmet Nedim, 1913: 28).

İnsanların Müslüman mağazalarından alış veriş yapmamasında sadece şıklık yarışı etken değil, aynı zamanda Müslüman tüccarların muameleleri de onları bu mağazalara itmektedir. Bilhassa kadınları. Çünkü halk yıllardır Rum tüccarların "pek efendimiz... hanım efendimiz" gibi süslü laflarına alışmıştır. Müslüman tüccarların ise "istersen al!" gibi muameleleri insanların canını sıkacak raddeye

gelebilmektedir; ancak Ahmet Nedim bu konuda da Müslüman tüccarların arkasında durarak, bu davranışların sebebini ticaret âlemindeki acemiliklere bağlamış; halktan bu acemiliklere göz yummalarını, gerekirse tatlı nasihatlerde bulunmalarını ve böylece -sinirlenip bir daha o dükkâna adım atmamak yerine- tüccarların davranışlarını düzeltmelerini ister. Halkın, ne olursa olsun, Balkan Harbi'nde Anadolu'dan giderek düşmanlar safında kurşun attıktan sonra bin