• Sonuç bulunamadı

4. BULGULAR VE YORUMLAR

4.6. Tarikatlerin Yapısı

4.6.1. Mürşit

4.6.1.2. Mürşidin Özellikleri

Mürşit, insan-ı kâmil olması nedeniyle Allah'ın mazhar-ı tammı olan kişidir.

Allah'ın mazharı tammı demek "Allah'ın boyasıyla boyanan" yani ahlakıyla ahlaklanan kişi demektir. Bu açıdan mürşit ahlakıyla, bilgisiyle, davranışlarıyla insanlara örnek olan kişidir. Nitekim "ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim" diyen bir peygamberin varisi olduğu için bu dünyada insanlık kervanın en önünde giden kişidir. Mürşidin bu yüksek ahlakı elde etmesinde şüphesiz peygamberin hakikatiyle kurduğu irtibat neticesindedir. Bu irtibat kurma sürecinde yaşamış olduğu seyr-i sülûk onu bu mertebeye ulaştırmıştır.

Lütfi Filiz'e göre, mürşidin bu denli yüksek ahlaklı olmasının sebebi, ne dünya ne ahiret ile ilgili istek ve arzusunun olmamasıdır. Onun tek isteği yüzünü Allah'a döndürerek zat mertebesinde yaşamasıdır. Bundan dolayı mal, mülk, geçim derdi gibi Allah'ın sıfatlarını içinde barındıran şeylerle zihnen ve kalben alakası yoktur. "Ahiret ehline dünya, dünya ehline ahiret, tevhit ehline ikisi de haramdır"

sözünü yaşayan gerçek tevhit ehlidir ve Allah'ın veli ismi şerifine layık olmuştur (Filiz. 2016, s. 185).

Allah'ın veli ismine mazhar olmak için O'nun sıfatlarında fani olmak gerekir.

Fena mertebesi kısaca kulun kötü düşünce ve fiilde bulunmamasının yanın da kalbinde dünyada ki eşyalara ait istek ve arzularının kalmamasıdır. Başka bir ifadeyle gözünün önünde olan şeylerin mahiyet ifade etmediği için görmemesidir. Bu durumun asıl nedeni kişinin kendi yok olduğu için onun dışındâkilerin de yok olmasından ibarettir. Yusuf kıssasında Hz. Yusuf"u gören kadınların ellerini kestikleri halde farkında olmamasıyla açıklana bilinir (Bice, 2020, s. 222-223).

Lütfi Filiz, mürşidin özelliklerinin arkasındaki ana düşencesi fena mertebesidir. Ona göre mürşit, bu mertebede kötü düşüncelerden fani olduğu için daima iyidir. Bundan dolayı bir olay ile karşılaştığında aklına kötü düşünce gelmez.

Ancak mürşitlerin tesadüfen kötülük işlerlerse Allah tarafından cezalandırılacaklarını söyler. Ona göre, kötülük alt mertebede yaşayan insanlar için varlıkların üzerinde etiketten başka bir şey değildir (Filiz, 2016, s. 187).

Fena mertebesinde mürşit, mal, mülk, para gibi dünyaya ait şeylerden de fani olduğu için hırs ve haz yarışına girmez. Aksine bunların Allah'ın Kâbe'si olan insanın kalbini kıracağı için onlardan uzak durur. Bundan dolayı zühdü tercih eder. Çünkü züht dünyaya ait şeylere arkanı dönmenin yanı sıra onlardan da bir şey beklememenin bir diğer adıdır. Bundan dolayı onların Allah'tan başkasına ihtiyacı yoktur (Okuyucu, 2019, s. 122-123).

Tasavvufta bu durum züht kavramının yanında fakr kavramıyla da açıklanmaktadır. Tanım olarak fakr; insanın zaruri ihtiyaçlarını karşılayamamasının yanında sadece Allah'a ihtiyacı olduğunun farkında olmasıdır. "Allah zengindir sizler fakirsiniz" (Muhammed, 47\38) ayetinin hakikatini mürşit bilebilir. Bundan dolayı mürşit her zaman fakir olduğunun bilinciyle yaşar (Özalp, 2020, s. 80-81).

Lütfi Filiz'de, mürşitlerin hayatında fakr kavramının çok önemli bir yere sahip olduğunu ifade eder. Ona göre mürşit, Allah'ın tecelli ettiği kişi olması hasebiyle hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Dışarıdan insanların mürşitlere getirdiği hediyeleri ihtiyacı olduğu için değil, her zaman başkasına daha fazlasını verirlerdi.

Onlar hiçbir kimseden bir şey istemediği halde Allah onların ihtiyaçlarını hediyelerle karşılardı.

Burada hediye verme fikrini mürşidin aklına sokan Allah'tır. Zaten onun aklı Allah'ın aklı demek olduğu için verende alan da Allah'tır. Bu şekilde Allah istediği kişi üzerinden iradesini gerçekleştirmiş olur. İbn Ârabi'ye, birisi saygısından dolayı ev hediye etmiştir. Aradan kısa bir zaman sonra bir başkası ondan yardım isteyince elindeki evin anahtarını ona vermiştir. Bunu öğrenen ev sahibi nedenini öğrenmek için sorunca şu cevabı almış, burası dünyadır. Ev de dünya malı olduğu için elden ele dolaşır (Filiz, 2016, s. 190).

Mürşid-i kâmil, her şeyi Hak olarak gördüğünden dolayı nefis isteklerinden fani olup Allah ile kaim olmuş kişidir. "Her nereye bakarsanız bakın Allah'ın yüzü

oradadır" (Bakara, 2\28) ayetini hakikat makamında yaşadığı için sıfat mertebesinden zat mertebesine ulaşmış kişidir. Mevlevilerin kalemi dahi öperek vermeleri her şeyin canlı bir varlık olduğunu gösterir. Can veren Allah olduğu için O'nun yarattığı her şeye saygı göstermek gerekir.

Nitekim Hz. Peygamber, ashabıyla otururken yanlarından bir cenaze geçmiştir. Hz. Peygamber ayağa kalkınca sahabeler "ölen kişi bir Yahûdi'dir, niçin ayağa kalktınız" diye sorunca şu cevabı vermiştir "evet o ölmeden önce kâfirdi ancak şimdi beden Allah'ın yarattığı beden olduğundan ona saygı göstermek için ayağa kalktım" demiştir. Burada da Hz. Peygamber bir mürşit olduğu için o bedende Hakk'ı görmüştür.

Filiz, mürşidin yaratılan her şeyi Hak görme vasfını biraz daha alt mertebeden ele alarak huzura gelen kişiler yaptığı uygunsuz hareketleri hoş gördüğünü belirtir. O insanları değerlendirirken fiziki özelliklerine göre değil içlerindeki taşıdıkları yüce hakikatin farkında olarak Hak gördüğünü belirtir. Bu ilim ile "O her şeyi ihatası altına almıştır" (Fussilet, 41/54) ayeti gereği basiret gözüyle bu olayların hakikatine varılabileceğini söyler. Bundan dolayı karşısına çıkan herkesi dinler, saygı duyar ve hangi görüşte olursa olsun münakaşaya girmez. "Cahil insanları görünce tebessüm edip başını eğerek vakar bir şekilde oradan geçer" (Furkan, 25\63-66) ayetini yaşayan kişi mürşittir. O her zaman kendi mertebesinin bilincinde olarak "çiftçinin öküzünü yiyip yatan aslan" gibi kendini görür (Filiz, 2016, s. 186).

Mürşit, kendini kısmi görüşlere kapatan kişi değil hakikatin aydınlattığı kişidir. Bundan dolayı mürşit karşısındaki ister kâfir olsun ister münafık olsun o kişinin düşüncelerine karşı her hangi bir müdahelesi bulunamaz. Onlara ve bütün varlıklara tevazu sahibi olduğu için mürşidin şefkat kanatları her zaman açıktır ve bütün varlıklara yumuşak davranır. Çünkü ona göre bu hayatın belirli bir yönde akmasını isteyen Allah'tır. Mürşit, Allah'ın bu iradesine engel olmamak için insanların hayatlarına pek fazla karışmadığı için Allah'ın koyduğu hükme itiraz etmezler (Erkaya, 2015, s. 197-198).

Tevazu ehli mürşit "yaradılanı hoş gör yaratandan ötürü" sözünü şiar edinerek âleme hoş bir nazar ile bakıp Allah'a teslim olur. Mürşit, tevazu sayesinde kalbini iyi niyet, şefkat ve Sâmimiyet ile yumuşatan kişidir. Bundan dolayı tevazu insanı Allah'a daha çok yaklaştırır (Sayın, 2015, s.136-137). AbdurRahman Sâmi

Efendi, tevazu duygusunun kişiyi mertebe-i ilahide yükselten bir duygu olarak görür.

Buna dayanak olarak ise "tevazu göstereni Allah yükseltir, kibirleneni ise alçaltır"

hadisini göstererek tevazuyu senet makamında kutsi haller olarak gördüğü için evliyaları ait bir hal olduğunu söyler (Sâmi, 2016, s. 99-100).

Filiz'e göre, Allah âlemde kendini herkesin göremeyeceği bir şekilde gizlenmiştir. Bu manada herkeste mevcuttur. Bundan dolayı mürşit, tevazu elbisesini giyerek her şeyin iç yüzüne bakar ve saygı gösterir. Zâhirde kul olarak görünenin bâtında sultan olduğunun idrakindedirler. Allah görünmez ancak her suretin arkasında O vardır. Eğer her surete Hak gözüyle bâkilırsa o kişinin basiret gözü açılır. Bunun aksi şeklinde görülürse "bu dünyada kör olanlar ahirette de kördür"

(İsrâ, 17/72) ayeti gereği iki cihanda da sultanı göremez (Filiz, 2016, s. 186).

İlim iltifata tabi olduğu için mürşitler iltifat gördüğü yere doğru giderler.

Muhyiddin-i Ârabi, Mısır'a gittiğinde taşlanması sonucu Şam'a gitmiştir. Oradan rüyasında ilahi bir emir ile Anadolu'ya gelmiştir. Anadolu'ya Konya'dan giriş yapacak olan İbn Ârabi'yi sultan elinde at ile karşılamıştır. Selçuklu sultanı "gerçek sultan siz siniz" demek suretiyle atın ipini tutsa da İbn Ârabi hazretleri bu iltifat karşısında ata binmemiş ve at boş bir şekilde gelmiştir. Aynı şekilde Moğol baskınından kaçan Mevlânâ iltifat gördüğü için başka bir yere gitmeyip irfan merkezi olan Anadolu"ya gelmiştir (Kılıç, 2016b, s. 124-125).

Şeyh Lütfi, aynı düşünceyi destekleyerek büyük fütuhatlar büyük şehirlerde meydana gelir. Onun şeyhi Osman Dede, Tire’ye gelinceye kadar zat mertebesini geçen kimse olamadığını söyleyen Filiz, Osman Dede'nin "evladın ben Tire'ye senin için geldim" demiş. Filiz'e göre bir ağacın, meyvenin oluşup gelişmesi için ısı, nem, sıcaklık gibi belirli şartlar gerekiyorsa bir mürşidin açılması içinde gerekli ortamın sağlanması gerekir (Filiz, 2016, s. 189).

Tasavvufta, mürşit için gerekli ortamın hazırlanmasının yanı sıra mürşidinde o ortama uyması gerekir. Mürşit demek zâhir- bâtın uyumunun en yüksek şekilde yaşanması demektir. Eğer mürşit cahil, sıradan halka üst mertebelerden konuşursa bunun sonucu mürşidin ölümüne kadar gitmektedir. Bundan dolayı mürşide yapılan iltifatlar zâhiri yönde dünyaya ait çıkarlara itibar değil de toplumsal dengenin şartlarına göre uyumdan geçer. Ancak bazı mürşitlerin devlet adamlarına yakın olmaları zâhir ehlinin çıkarlarıyla çatışmasından dolayı ilmi olarak ele aldıkları

eserlerindeki görüşler çarpıtılarak bazı suçlamalar yöneltilmiştir. Bu gibi sorunlara mahal vermemek için mürşitlerin dünyevi makamlarına itibar etmeyip ileri görüşlü olması bulunduğu insan-ı kâmil mertebesinin bir gerekliliğidir.

Cumhuriyet sonrasında dergâhların kapatılmasının ardından birçok merdiven altı dergâhlar sahte mürşitler üretti. Cumhuriyet adamlarının reform adı altında yaptığı bu devrim "iyi niyetli hata" olarak tekkelerin kapatılmasını meşru görerek bu sahte mürşitlerin çoğalmasına neden olmuştur (Kılıç, 2016b, s. 225).

Sahte mürşitler taca, posta, makama ve zâhiri menfaatlere meylederek bâtın unutuldu. Oysa tasavvufta asıl olan bâtındır. Bunun sonucu olarak Hak yolundan sapmış birçok tarikatler ortaya çıkarak asırlarca hürmet gören mürşitler sahteleri yüzünden itibar kaybetmişlerdir. Günümüzde iyi niyetli Müslümanlar gerçek mürşit ile sahte mürşidin nasıl birbirinden ayırt edilebileceği sorusunu sormaktadır. Zira Filibeli Bakkal Arif Efendi bu durumun zorluğunu şöyle ifade eder;

"Cihanda bulamadım bir yar-ı sadık

Ki derdi derdime ola mutabık Eğer buldum ise bir yar-ı sadık Ki sadık sandığım çıktı münafık"

Birçok tasavvufi eserlerde gerçek mürşidin özellikleri ele alınmıştır. Lütfi Filiz'de, gerçek mürşidin taca, hırkaya ve dünyevi menfaatlere önem vermeyip en alt mertebede olması gerektiğini söylemektedir. Ona göre mürşit, her şeyi Hak olarak gördüğü için bütün canlıları baş tacı yapar. Sun'ullah-ı Gaybî, bu durumu zıttıyla kaim çerçevesinde şöyle dile getiri; "Taç marifet tacıdır sanma gayrı taç ola \ Taklit ile tok olan hakikate aç ola". Mevlevi şeyhi olan Nasrettin Hoca, hakikatleri mizah yoluyla anlatmıştır. Bu durumu da şu fıkra ile açıklık getirmektedir;

“Birisi Nasrettin Hoca’ya okuması için mektup getirir. Yazı okunamayacak derecede çirkin olduğu için mektubu sahibine geri verir. Mektup sahibi Nasrettin Hoca"nın büyük ilim sahibi olması hasebiyle "başındaki sarıktan da mı utanmıyorsun" deyince pratik âkillı Nasrettin Hoca hemen sarığı çıkarır ve adamın kafasına giydirir. Sonra da Nasrettin Hoca "hadi sarık senin başında şimdide sen oku" deyince adam donar kalır. Bu mizahta Nasrettin Hoca ne varsa içte olacağını söylemek istemiştir. Yunus Emre'de aynı hakikati "dervişlik olsa idi taç ile hırka \ Alınırdı otuza kırka" diyerek dile getirmiştir” (Filiz, 2016, s. 191).