• Sonuç bulunamadı

2.1. Kurumsal Sosyal Sorumluluk Kavramı ve Kapsamı

2.1.2. Kurumsal Sosyal Sorumluluğun Tarihçesi

Sosyal sorumluluk kavramının tarihine bakıldığında Sanayi Devrimi bir milat olarak kabul edilmektedir. Sanayi devrimi öncesinde işletmecilik faaliyetleri çok küçük ölçekli, bilimsel temellerden yoksun, bireysel ticarethanelerden oluşmaktaydı. Bu dönemin 16.yy’a kadar olan kısmında, hayatın birçok alanında olduğu gibi ticari iş ve ilişkileri de dinler şekillendirmekteydi (Aygün ve Alparslan, 2013, s.437).

Tarihin en eski dönemlerinden bu yana var olan sorumluluk kavramı, ilk olarak insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen dinlerin içinde kendini göstermektedir. Dinler, bireylerle beraber topluluk ve toplumlara birçok sorumluluk yüklemektedir. Bu dönemlerde insanların kendi ilkeleri, kişisel yargıları, inançları, değerleri ve ahlaki görüşleriyle bir sosyal sorumluluk anlayışı geliştirmiş oldukları belirtilmektedir. Daha sonra insanlar arasındaki yaşayış ve iş yapış şekillerini belirtmek için bir takım yasalar ve kurallar kabul edilmiştir. Bu yasalarla çalışana ödenecek en düşük ücret ve işverenin borcu ile sorumlulukları belirlenmektedir. Tarihte bu doğrultuda bilinen ilk yasalar Hammurabi’nin yasalarıdır (Bayrak, 2001, s,85). Bugünkü anlamda olmasa bile bu yasa ile (M. S. 1000) yöneticinin bazı konularda zorunlulukları vardı. Örneğin tarlada çalıştırılmak üzere görevlendirilen kişiye yılda 8 GUR hububat verilmesi zorunluluğu işvereni sınırlayıcı niteliktedir. Bu içinde bulunduğumuz çağda asgari ücret uygulaması ile benzerlik göstermektedir. “Bir ustanın inşa ettiği ev yıkılır ve içindekiler yaşamlarını yitirirse inşa eden idam edilir” ifadesi de o yıllardaki sorumluluk anlayışını yansıtmaktadır (Peltekoğlu, 1993, s.181).

16. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasında Ortaçağ ticaret yapısı değişmeye başlamıştır. Gelişen ve değişen ticari hayatla birlikte bir ülkenin zenginliğinin sahip olduğu madenlerle ölçüleceği görüşü döneme hakim olan görüş şekliydi. Bu dönemde fakirlere yardım etmek, işsizlere iş bulmak devletin görevi ve sorumluluğu olarak tanımlanmıştır. Bu düşünceyle o zamana kadar dinlerin şekillendirdiği sorumluluk kavramı, kilisenin yerini merkezi otoritelere yani devletlere bıraktığı gibi, bireylerin vicdanlarından çıkarılıp devlet görevi haline dönüştürülmüştür ve bu anlayış sanayi devrimine kadar süregelmiştir.

Sosyal sorumluluk kavramı ilk kez batıda 18. ve 19. yüzyılda gündeme gelmiş, ancak o dönemdeki toplumsal farkındalık düzeyinin düşük olmasından dolayı kapsamı sınırlı kalmıştır (Gürol, Büyükbalcı, Bal, Berkin, 2010, s.136). Sosyal sorumluluk kavramının

22

üzerinde durulan bir konu ve kurumlar için odak noktası haline gelmesi sanayi devrimi dönemine dayanmaktadır. 19. yüzyılın ikinci yarısı sanayi devriminin başlangıcı olarak kabul edilir. Sanayi devrimi ile birlikte kurumların üretim politikaları geliştirmeleri ve fabrikasyon çalışmalara girişmeleri yeni istihdam alanları yaratmıştır. Dönemin başlarında sadece kar amacı güden kurumlar için “her şey mubahtır” anlayışı hakim olmuştur (Vural ve Coşkun, 2011, s.64-65). Bu dönemde hakim görüş Adam Smith’in “görünmez el” teorisi olmuştur. Adam Smith üretim ve karlılığın maksimize edilmesiyle, başka hiçbir şeye gerek olmaksızın, toplumun gelişeceğini ve refahın kendiliğinden artacağını vurgulamıştır (Aygün ve Alparslan, 2013, s.437). Bu görüş ile hareket eden kurumlar tüketici haklarını, sosyal yönde oluşturması gereken toplumsal faydayı ve çevreye verdikleri zararı göz ardı etmişlerdir. Bu kurumlar zaman içerisinde tüketicilerin, çalışanların ve toplumun bilinçlenmesi ile birlikte kitlelerin değişen beklentilerini karşılayamaz bir duruma gelmiştir. Bu dönemde hiçbir toplumsal fayda gözetilmeksizin gerçekleştirilen üretim bir süre sonra topluma çeşitli yönlerden olumsuz olarak dönmeye başlamıştır. Buna paralel olarak toplum; üzerinde büyük işletmelerin kurulduğu bölgelerdeki doğal dengenin bozulmaya başlaması, kurumların üretim faaliyetleri sonucunda gürültü, hava, su ve katı atıklar gibi çevre kirliliği oluşturması, ucuz iş gücü için çocukların istihdam edilmesi, sağlıksız üretim koşulları, çalışanların haklarının göz ardı edilmesi ve insan hakları ihlalleri ile birlikte işletmelere karşı olumsuz tepkiler geliştirmeye başlamıştır (Vural ve Coşkun, 2011, s.64-65).

Tarihin kaydettiği en önemli ekonomik bunalımlardan biri olan ve 1929 yılında New York Borsası’nın çökmesiyle patlak veren “büyük depresyon” (Great Depression) başta Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa’nın sanayileşmiş ülkeleri olmak üzere pek çok ülkede büyük oranda işsizliğe ve üretim kayıplarına yol açmıştır (Aydede, 2007, s.18; Vural ve Coşkun, 2011, s.65). Bu dönemle birlikte sosyal sorumluluk kavramındaki gelişmelerin hız kazandığı görülmektedir. Özellikle ekonomik bunalımın beraberinde getirdiği panik ortamının ülkeler arasında hızla yayılmaya başlaması ile birlikte kurumlar kendilerini sorgulamaya başlamışlardır. 1936 yılında Sears şirketi tarafından ilk olarak, sosyal sorumlulukları ve davranış şekillerini tartışmak için üst düzey yöneticilerin katıldığı toplantılar düzenlenmiştir (Bakirov, 2005:64).

Bugün değerlendirdiğimiz kavramsal çerçeveye en yakın anlamıyla sosyal sorumluluk kavramı ilk kez 1953 yılında basılan Howard Bowen imzalı “Social Responsibilities of the

23

Businessman” isimli kitapta kullanılmış ve işletmelerin gündemine girmiştir. Bowen’a göre iş adamının sosyal sorumlulukları bazı yükümlülüklerinin toplamından oluşmaktadır. Bu yükümlülükler arasında toplum için toplumun istekleri yönünde kararlar alarak, bunlara uygun politikaları ve eylemleri takip etmek bulunmaktadır (Gürol, Büyükbalcı, Bal, Berkin, 2010, s.136).

1960’larda sivil örgütler, kadın hakları ve çevrecilik gibi sosyal hareketler, şirketlerin sosyal sorumluluklarına verdiği değerlerin gelişmesine ışık tutmuştur. 1960- 1970’li yıllarda ambalajların doğru bilgi ihtiva etmesi, reklamların mamulün gerçek özelliklerini yansıtması, gıda maddelerinin sağlığa uygunluğu, işçi sağlığı ve iş güvenliği, eşit işe eşit ücret, çevre sağlığı ve korunması gibi işletme içi ve işletme dışı pek çok konuda yasalar gündeme getirilmiştir. Bu konuların öncelik sırası, kontrolü ve yasalara uyulmaması halinde uygulanacak yaptırımlar her ülkenin sosyo-ekonomik yapısı tarafından belirlenmekle birlikte, bu yapı içinde devletin, işletmenin, özel baskı gruplarının ve sendikaların sistem dengesindeki ağırlıkları ve iletişim imkânlarının yaygınlığının sosyal sorumluluk çerçevesinin genişletilmesinde etkisi büyük rol oynamıştır. Ürün emniyeti, fırsat eşitliği, işçi güvenliği ve çevreye verilen önemin sosyal hareketlerle arttığı 60’lı 70’li yıllarda sorumluluk kavramı klasik görüşten modern görüşe doğru değişim göstermektedir (Bakirov, 2005, s.64).

Çevre kirliliği, açlık ve yoksulluk gibi sorunların daha da ön plâna çıktığı 1980’li ve 90’lı yıllarda, iş dünyası kar etmenin ve sosyal konularda hassas davranmanın birbiriyle çatışan hedefler olmadıklarını gözlemlemiş ve sosyal konulara daha fazla dahil olmaya başlamıştır (Alnıaçık, Develi, Giray ve Alnıaçık,2011, s.84).

1980’lerde sosyal sorumluluğa yönelik tanımlamalar azalmış daha çok bu dönemdeki çalışmalar sosyal sorumluluğu ölçmeye ve yönetmeye yönelik olmuştur. Bu dönemde paydaş yaklaşımı ortaya çıkmıştır.

1990’lardan günümüze paydaş teorisi ve paydaş yönetimi üzerine önemli çalışmalar yapılmış ve yapılmaya da devam edilmektedir (Sarıkaya, 2009, s.72). Sosyal sorumluluk kavramı işletmeler için stratejik bir alan haline gelmiş ve rekabet avantajı elde etmede önemli bir kaynak olarak görülmeye başlanmıştır (Alnıaçık vd., 2011, s.84).

24

Tüm bu tarihsel gelişim sonrasında sosyal sorumluluk kavramının ortaya çıkmasının birçok nedeni olduğunu söylemek mümkündür. Bunlar kısaca şu şekilde sıralanabilir (Vural ve Coşkun, 2011, s.66):

•Devletin ekonomik yaşama müdahalesi artmış ve bu müdahalelerin sonucu olarak, iş adamının karşısına bazı sınırlamalar çıkmıştır.

•Bireyin çeşitli örgütlerin üyesi olması, örgütsel gücü arttırmıştır.

•Nüfusun ve nüfus yoğunluğunun artması, insanlar arasındaki ilişkileri sıklaştırmış ve işsizlik önemli bir sorun haline gelmiştir.

•İnsan Hakları Beyannamesi ile bireyin siyasal ve toplumsal gücü artmıştır, demokratikleşme ve hümanizm eğilimlerinin güçlenmesiyle birlikte birey daha güçlü bir varlık haline gelmiştir.

•Hızlı küreselleşme ve bölgesel uyum nedeniyle uluslararası ekonomik ve siyasi rekabetin artması, ulusların ve kurumların yönetiminde bir takım değişiklikler yaratmıştır.

Benzer Belgeler