• Sonuç bulunamadı

1.4. TÜRKİYE EKONOMİSİNDE KRİZLER

1.4.1.3. Krizin Türkiye Ekonomisine Yansımaları

1998 yılında Rusya ekonomisinde yaşanan kriz, dış finansman iklimini olumsuz etkileyerek Türkiye ekonomisi için çeşitli sıkıntılara yol açmıştır (Özbilen, 1999:174).

Bu krizin Türkiye’ye en önemli yansımaları, 1998 başından itibaren mal ve hizmet ihracat gelirlerinin azalması ve borsaya giren portföy yatırımların olumsuz yönde etkilenmesi şeklinde kendini göstermiştir (Kazgan, 2005). Özellikle 1998 yılının ikinci çeyreğinden sonra, Türkiye’den 4,5 milyar dolara yakın sermaye çıkmış ve bu durum başta ülkedeki bankacılık sektörünü olumsuz şekilde etkilemiştir (Özbilen, 1999:177).

Aynı zamanda Rusya’da yaşanan kriz, ülkemizde hükümetin enflasyonu düşürmek için harcamaları kıstığı bir döneme isabet etmiş ve o tarihlerde kriz nedeniyle yaşanan sıcak para çıkışı krizin etkilerinin büyük ölçüde derinleşmesine neden olmuştur (Kazgan, 2005). Bu çerçevede krizin ilk etkileri İMKB’de yaşanmış ve hisse senetlerinin piyasa değerlerinin GSYİH’ya oranı 1998 yılında bir önceki yıla oranla yarı yarıya düşmüştür (Karluk, 1999:423). 25 Ağustos 1998’de 3253 puan olan İMKB endeksi o tarihe kadarki en büyük düşüşlerinden birini kaydederek 27 Ağustos 1998’de 2603 puana gerilemiştir (TCMB, 1999). Hükümet borsadaki düşüşü önleyecek tedbirler almış bu tedbirlerin yeterli olmaması üzerine Eylül ayı başında yeni tedbirler almak zorunda kalmıştır (Karluk, 1999:425).

Son olarak Rusya krizinin Türkiye’nin dış ticaretinde neden olduğu kayıplara bakıldığında ise, 1998 yılında Türkiye’nin toplam ihracatı %2,4 oranında arttığı, ancak Rusya’ya olan ihracatın %45,7 ve %34.5 oranlarında azaldığı görülmektedir (Özbilen, 1999:174). Bu azalmayla birlikte ülkemizden 4,5 milyar dolara yakın sermaye çıkışı olduğu Merkez Bankası tarafından ifade edilmektedir (TCMB, 1999).

Ayrıca ülkemizden sermaye çıkışına paralel olarak Merkez Bankası döviz rezervlerinde belirgin bir azalma da kaydedilmiştir. Örneğin Ağustos ayı başında 26 milyar

305 milyon dolar olan döviz rezervleri, 28 Ağustos 1998 itibariyle 21 milyar 965 milyon dolara kadar gerilemiştir (TCMB, 1999).

1.4.2. 2000 Yılı Kasım Krizi

Rusya’da meydana gelen krizin henüz yaralarını sarmaya çalışan ve o yönde tedbirler almaya çalışan Türkiye ekonomisinde, 17 Ağustos 1999 depreminden birkaç ay önce kriz emareleri görülmeye başlanmıştır (Kazgan, 2005).

Ülkede 1999-2000 yıllarında yaşanan krizlerin başlıca nedenleri; sürdürülemez bir iç borç dinamiğinin oluşması ve başta kamu bankaları olmak üzere mali sistemdeki sağlıksız yapının ve diğer yapısal sorunların kalıcı bir çözüme kavuşturulamamış olmasıdır (Alper ve Öniş, 2003:4). Bunlara ilaveten küreselleşme, ekonomide belirgin bir kriz olmadığında da bulaşıcı krizler aracılığı ile Türkiye’de istikrarsızlık doğurmuş, Asya ve Rusya krizleri gibi dışsal etkenler ekonominin dayanıklılığını azaltarak durgunluğa veya daralmaya neden olmuştur (DTM, 2002).

Özellikle ülke ekonomisini oldukça sarsan, ülkenin sanayi ve üretim merkezi olan Marmara bölgesinde 17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen depremle birlikte ülke ekonomisini çok ciddi sarsılmıştır. Bu çerçevede aşağıdaki başlıklar altında Türkiye ekonomisinde 1999 ve 2000 yılında yaşanan krizlerin nedenlerini ve sonuçlarını incelemek yerinde olacaktır.

1.4.2.1. 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi

Türkiye’de 1997 ve 1998 yıllarında yaşanan Asya ve Rusya krizlerin etkisinin azalacağı beklentileri 1999 yılında yaşanan Büyük Marmara Depremi ve 2000 yılında yaşanan Kasım bunalımı ile adeta boşa çıkmıştır (Kazgan, 2005).

Özellikle bu dönemde Avrasya bölgesinden Rusya krizini izleyerek borsalardan kaçan sermaye Türkiye’yi de kapsamına almış, borsa tarihsel bir dibe vuruşu yaşamıştır (Akyüz ve Boratav, 2002). 23 Haziran 1999 tarihinde BDDK’nın kurulması olumlu yönde bir gelişme olarak görülürken, hemen arkasından 17 Ağustos 1999 tarihinde depreminin yaşanması ülke ekonomisini çok ciddi sarsmıştır.

Bu nedenle ülke ekonomisini ayakta tutmak amacıyla 21 Aralık 1999 günü yeni bir ekonomik kısıtlama programı ortaya konmak zorunda kalınmıştır (Akyüz ve Boratav, 2002). Söz konusu program ülke ekonomisine faizi yüksek ve vadesi kısa borç yükü getirmiş, 1999 yılının sonunda Hazine’yi iç borçları ödeyemeyeceği bir noktaya götürmüştür.

Ekonominin kamu kesimi finansman açığının zirveye çıkması ve kronikleşmiş yüksek enflasyonu aşağıya çekme hedefinden uzaklaşılması nedenleriyle Türkiye 1999 yılının Aralık ayında IMF’le döviz kuru temelli bir istikrar programı antlaşması yapmasına neden olmuştur (Akyüz vd., 2003).

IMF desteğiyle uygulamaya konulan enflasyonla mücadele programı etkilerini ise ilk olarak faizlerin düşmesiyle göstermiş, bu dönemde DİBS’nin ortalama bileşik faiz oranları 1999 yılının son çeyreğinde %103 iken, 2000 yılında sürekli azalarak Kasım krizine kadar %40’a kadar gerilemiştir (Akyüz vd., 2003). Bu program sayesinde faizlerdeki düşüşün en önemli nedeni döviz kurunun belirli bir rakama bağlanması nedeniyle düşük faizle yapılan dış borçlanmanın artması olduğu ifade edilmektedir (TCMB, 1999).

Öte yandan dönemin bazı makroekonomik göstergelerine bakıldığında, 1999 yılında Türkiye’de enflasyon (TÜFE) %65’e, büyüme oranı -%6’ya, iç borç stokunun GSMH’ya oranının %29’a, cari işlemler açığının ise 1,36 milyar dolara (GSMH’ların yaklaşık %0,7’sine) ulaştığı görülmektedir (TCMB, 1999). Ayrıca Türkiye’nin 1990 yılında yaklaşık 134 milyar dolar olan GSYİH büyüklüğü 1999 yılının dördüncü çeyreğinde 1998’e göre önemli ölçüde azalmış ve 142 milyar dolara kadar düşmüştür (DPT, 1999).

1999’un son çeyreğinde 17 Ağustos Depreminin de etkisiyle ülkede yeniden negatif büyüme yaşanmış ve böylece Türkiye 1999 yılını -%7,3 büyüme oranı ve %53,2’lik enflasyon oranıyla kapatmıştır (TCMB, 1999).

Son olarak, 1999 yılının sonlarına doğru ülkedeki sermaye hareketlerinin içeriğine bakıldığında ise, portföy yatırımlarının ve kısa vadeli sermaye hareketlerinin ağırlıkta olduğu görülmektedir (DPT, 1999).

1.4.2.2. 2000 Yılı Kasım Krizi

Türkiye, Asya ve Rusya krizlerinin ve 17 Ağustos depreminin ardından, Aralık 1999’da IMF ile yeni bir stand-by antlaşması imzalamış ve böylece 2000 yılında Enflasyonla Mücadele Programını yürürlüğe koymuştur (Güloğlu ve Altınoğlu, 2002).

Ülkemizde yapılan kriz araştırmalarında, 2000 yılında yaşanan Kasım krizinin, IMF ile imzalanan bu stand-by anlaşması ve yanlış belirlenen enflasyonla mücadele programından kaynaklandığı ifade edilmektedir. (Eğilmez ve Kumcu, 2001; Güloğlu ve Altınoğlu, 2002; Akyüz vd., 2003).

22 Aralık 1999 tarihinde IMF İcra Direktörleri Kurulu’nca onaylanarak yürürlüğe giren stand-by anlaşması kapsamında kamuoyuna duyurulan “Enflasyonu Düşürme Programı”, 2002 yılı sonunda enflasyonu tek haneli rakamlara indirmeyi amaçlamaktaydı (Akyüz vd., 2003). Aslında IMF’ye verilen niyet mektubunda 2000 enflasyonu düşürme programının genel çerçevesi belirlenerek, IMF ve Dünya Bankasından sağlanacak uzun vadeli ve düşük maliyetli kredilerle, yüksek reel faizli ve kısa vadeli iç borçlanmanın azaltılması ve faiz dışı bütçe fazlasının 7,5 milyar dolar mertebesinde olması hedeflenmiştir (Çolak, 2001).

Böylece Türkiye’de enflasyonu düşürmek ve ekonomide büyüme ortamını yeniden sağlamak amacıyla en kapsamlı ekonomik istikrar programının 2000 yılı başında uygulanmasına karar verilmiş ve ülke 2000 yılına IMF stand-by desteğinde yeni bir ekonomik programla girmiştir (Eğilmez ve Kumcu, 2001).

Bu programın üç temel ayağı vardı: Bütçe ve bütçe dışındaki kamu kesiminde mali disiplinin sağlanması, önceden belirlenmiş bir sürünen sabit kur (crawling peg) uygulamasıyla döviz kurlarının belirlenmesi, yapısal reformların yapılması ve özelleştirmenin hızlandırılmasıdır (Güloğlu ve Altınoğlu, 2002).

Söz konusu enflasyonla mücadele programına göre, Merkez Bankası 2000 yılı başından sonuna kadar uygulayacağı kurları günlük olarak açıklamış ve bu kurlardan Merkez Bankası döviz alım satımı yapacağını kamuoyuna duyurmuştu (Akyüz vd., 2003).

Böylece 1998 yılı son çeyreğinde başlayan ve 1999 yılında devam eden yüksek reel faizlerin etkisiyle hızla bozulan kamu maliyesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmasını hedeflemekteydi. Programın temel amacı olan enflasyonu düşürme hedefi ise 2000 yılında

%25, 2001 yılı sonunda %12, 2002 yılında ise tek haneli rakamlara düşmesi şeklinde belirlenmişti (Eğilmez ve Kumcu, 2001:8).

Programın son ayağını yapısal reformlar ve özelleştirme programları oluşturmuş, 2000 yılında 5 milyar doları Telekom’dan olmak üzere 7,6 milyar dolar ve 2001 yılında 6 milyar dolarlık özelleştirme yapılması planlanmış, ancak siyasi nedenlerle ve uluslararası piyasalardan beklenen talebin gelmemesi gibi nedenlerle büyük özelleştirmeler (THY, Türk Telekom) yapılamamıştır (Güloğlu ve Altınoğlu, 2002).

Öncelikle bankaların 2000 yılı sonunda döviz pozisyonlarını kapatmaya gitmeleri ile ülkede ciddi bir döviz likiditesi sıkıntısı oluşmaya başlamıştır. Oysa anlaşma gereği döviz kuru belli bir bant içinde sabitlendiğinden döviz fiyatı arttırılmamıştır (Eğilmez ve Kumcu, 2001).

Dolayısıyla ülkedeki finansal piyasalar tarafından, TL için çok büyük faiz verileceği vaat edilmiş ve böylece likidite sağlanmaya çalışılmıştır. Ancak para kurulu rejimine benzer bir rejim uygulayan ülkemizde Merkez Bankasının herhangi bir sterilizasyon yapmaması bu krizin boyutlarını büyütmüştür (Akyüz vd., 2003). Özellikle bu zaman zarfında repo ihalelerindeki faiz değişimi (ortalama bileşik faiz) Kasım sonu ve Aralık başı %1.000’lerin üzerine çıkan faiz oranları Aralık başında %20.000’lere dayanmıştır (Güloğlu ve Altınoğlu, 2002).

Ayrıca bu dönemde kurun savunulması pahasına faizlerin yükselmesine hükümet tarafından göz yumulmuş ve program taviz verilmeden devam ettirilmeye çalışılmıştır. Programın tarım ve sanayi alanında yeni yatırım ve teşviklere ilişkin öngördüğü düzenlemeler de uygulanamayınca, piyasalarda likidite ihtiyacı baş göstermeye başlamıştır. Merkez Bankası ise IMF programı ve hedefleri uyarınca piyasaya likidite vermemiş, döviz talebindeki artışın faiz oranlarını arttırılması suretiyle frenlenmesi istenmiştir (Güloğlu ve Altınoğlu, 2002).

Böylece Türkiye ekonomisi 2000 yılı sonbaharında, cari işlemler açığının GSYİH’nın %4’ünü aştığı, ithalat giderleri ve dış borçların arttığı, buna karşılık ihracat gelirlerinin azaldığı ve yabancı sermaye girişinin sağlanamadığı oldukça kötü bir konuma düşmüştür (Eğilmez ve Kumcu, 2001; Akyüz vd., 2003). Devalüasyon beklentisinin iyice arttığı bu olumsuz ortamda yaklaşık 4 milyar 800 milyon dolarlık portföy yatırımı ülkeden çıkmış ve bankaların açık pozisyonlarını kapatma telaşıyla döviz talepleri daha da artmış, piyasada likidite sıkıntısı kriz boyutuna gelmiştir (Güloğlu ve Altınoğlu, 2002).

Sonuç olarak, 1999 yılında 1 milyar 364 milyon dolar olan cari işlemler açığı Eylül 2000 itibariyle 6 milyar 823 milyon dolara çıkmış, ülke ekonomisi cari işlemler açığı, artan ithalat giderleri ve dış borçlarla, azalan ihracat gelirlerine karşılık yabancı sermaye girişinin sağlanamadığı bir konuma gelmiş, piyasalarda devalüasyon beklentisi artmıştır (Uygur, 2003:47).

Öte yandan faizlerin aşırı derecede yükselmesi sonucunda bünyesinde çok fazla DIBS bulunduran Demirbank’a el konulmuş ve TMSF’ye devredilmiştir. Diğer bankalara el konulacağı kaygısı paniğe yol açmış ve 22 Kasım’da bankalar arası piyasalarda ortalama gecelik faiz %110,8’e çıkmış ve en yüksek değer olarak da %210’a ulaşmıştır (TCMB, 2000). Panik havasını dağıtmak isteyen Merkez Bankası sonuçta piyasaya döviz sürmek zorunda kalmış, böylece 17 Kasım 2000 tarihinde 24 milyar 433 milyon dolar olan Merkez Bankası brüt döviz rezervi 1 Aralık 2000 tarihinde 18 milyar 942 milyon dolara inmiştir (TCMB, 2000).

Bununla birlikte Kasım 2000’de yaşanan likidite krizinin nedeninin, sadece finansal piyasaların nakit talebine cevap veremeyişi ile değil, aynı zamanda bu dönemdeki likidite talebinde olağanüstü nitelikteki artışlar olduğu ileri sürülmektedir. Bu değerlendirmeyi daha anlamlı kılmak amacıyla 2000 yılı Kasım ve Aralık ayında yaşanan önemli olayları kronolojik olarak incelemek yerinde olacaktır:

İlk olarak resesyonun başladığı 20 Kasım 2000 tarihinde İMKB %7,1 düşmüş, yabancı yatırıcımlar borsa ve bonodaki portföylerini boşaltmaya başlamışlardır. Kısa sürede 7 milyar dolarlık çıkış yaşanırken, ülkedeki kredi faizleri hızla yükselmiştir. Demirbank’a el konulacağına ilişkin söylentiler yayılmaya başlamış ve piyasalardaki artan döviz talebi ve yükselen faizler özellikle kamu bankalarında likidite sıkışıklığı yaratmıştır.

22 Kasım 2000’de piyasada bazı bankalara el konulacağı söylentileri, paniğe yol açmış ve ortalama gecelik faizler %100’ün üzerine çıkmıştır. 28 Kasım 2000’de İMKB %9 düşerken gecelik faizler %240 civarına yükselmiş ve TCMB 17 Kasım-5 Aralık 2000 arasında 7,4 milyar dolar döviz satmıştır.

30 Kasım 2000 tarihinde TCMB artan likidite ihtiyacına karşılık, IMF programı çerçevesinde piyasaya fon sağlamayacağını duyurduğundan faizler yeniden yükselmiş ve dövize talep düşmüş ve 4 Aralık 2000 itibariyle 15 Kasımdan itibaren İMKB-100 endeksindeki düşüş oranı %45’i bulmuştur (Varlık, 2009:161).

6 Aralık 2000 tarihinde Demirbank’ın yönetim ve denetimi TMSF’ye devredilmiştir. IMF’den 10,4 milyar dolar geleceğinin açıklanması piyasaları rahatlatmıştır. Ayrıca 7 Aralık 2000’de TMSF bünyesindeki 10 bankaya, Hazine tarafından arz edilen DİBS ile sermaye yeterlilik oranları asgari düzeye ulaşacak şekilde kaynak sağlanmıştır. Böylece mali piyasalardaki tedirginlik kısmen giderilmiş, kısa vadeli günlük çözümler üretilmiş ve krizin derinleşmesi bu sayede önlenmiştir.

13 Aralık 2000’de ise Hükümet’in kamu bankalarının yeniden yapılandırılarak özelleştirilmesi hususunda Bakanlar Kurulu kararı yayımlanmış ve böylece 28 Aralık 2000 tarihinde IMF tarafından yapılacak yardımın 2,8 milyar doları Hazine hesaplarına geçmiştir. Böylece ülkemizde Kasım krizinin derinleşmemesinin önüne geçilmiştir. Serbest bırakılan bu kredi dilimiyle birlikte ülkeye IMF toplam 7,5 milyar dolar tutarında ek kredi vermiştir.

Bu dönemde özellikle portföy yatırımlarında yaşanan tüm spekülatif saldırılara rağmen döviz fiyatlarındaki dengesiz değişimlerden ürken halkın her şeye rağmen TL’den dövize geçmemesi Kasım krizinin bir sonraki yılda yaşanan krizler gibi derinleşmesini önlemiştir (Güloğlu ve Altınoğlu, 2002).

Sonuç olarak, Türkiye’de Aralık ayının sonlarından Ocak 2001’in başlarına doğru kriz ortamından çıkılmaya başlanmış, 5 Ocak 2001 tarihinde Merkez Bankası döviz rezervlerinin yeniden 25 milyar doların üzerine çıkmasıyla kısa süreli bir rahatlama yaşanmıştır (Varlık, 2009:165).

Benzer Belgeler