Bu yaz mevsimini yıllardan beri imar yüzü görmemiş olan kendi köşkümüzde ve münzevi parkında geçiriyoruz.
Elektrik henüz alınmamış; havagazı ve kumpanya suyu da çoktan kesilmiş . . . Tam bir köy konforsuzluğunda yaşamak
tayız: Petrol lambası ve mum yakıyoruz, kömür ateşinde yemek pişiriyoruz, tulumba ile kuyudan su çekiyoruz. Bina ahşaptır: Merdivenler gıcırdıyor; yukarı katta gezinilirken aşağıya zangırtısı vuruyor ve her birine dört katlı birer apart
rnan sığabilecek olan sofalar, salonlar esneyip sallanıyor.
Gülüyoruz, eğlenip oyalanıyoruz, "Adam sen de," diyoruz.
''Yazdır, ne zararı var? . . . "
Çoğumuz için bunlar, çocukluğumuzda ve gençliğimiz
de alıştığımız şeylerdir; hatta eski hatıraları uyandırması itibarıyla acı ve tatlı, bir hayli düşündürücü, avutucu, hoş vesileler. . . Fakat yedi yaşındaki oğlumu şaşkına çeviren, heyecandan heyecana düşüren de yine bunlardır. Çocuk, henüz mum ve petrol lambası görmediğinden, ilk akşamı bahar kırlarına ve ağaçlıklı yerlere mahsus külçe ağırlığın
daki o koyu karanlık üstümüze, yağmur yemiş bir siyah çuha g-ibi ıslak ve yapışkan çökünce, gözleri elektrik düğmelerini, faıı usları , ampulleri aradı, sonra yüzümüze çevrildi. Hizmet
ı,· iye:
"Lambaları, şamdanları getir! " dedik; ortaya kimisi ayak
lı, kimisi küp karınlı, kimisi de kulplu birkaç çeşit lamba, bir deste mum ve iki bakır şamdan koydular. Oğlum, dikkat kesildi; bilhassa belli ki lambanın tırtıllı anahtarları ve cam hacaları tuhafına gidiyor. Huni ile gazı daldurduktan sonra, kırmamaya çalışarak lamba şişesinin birini yerinden kaldır
dım, itina ile yere yatırdım; sonra fitilini azıcık meydana çı
kardım, yaktığım kibriti, sürme çeker gibi, mini mini delik
lerle süslü şapkasının altından, şöyle bir gezdirdim. Makine ve sürat asrının yavrusu, sandı ki bir anda lambarlan keskin, parlak, elektrikten daha geniş bir ışık demeti yükselecek, bir şimşek çakacak! Ne gezer? Evvela isli, kızıl, şevksiz bir alev titredi; yine titreyerek, ağır ağır, bu alev fitili, zor bela dolaş
tı, bir yanar halka oldu. O zaman, şişesini nikel parmaklıklı çerçeveye ustalıkla geçirdim, "tık! " yerine oturdu ve cam ın üzerinden bir buğu dalgası aştı. Bekledİm ki, şişe ısınsın . . . Nihayet anahtarı yavaş yavaş büktüm, alev kararını bulunca, lambayı uzattım:
"Yandı, işte ! "
Oğlum, bu derece gayret, dikkat, bir sürü hareket ve faaliyetten sonra, aldığımız neticenin hiçliğine şaşıp kaldı.
Sofada gölgelerimiz beşer karış uzamış, çıplak duvarları tit
rek heyulalar kaplamıştı; henüz göz gözü ancak görüyorrlu ve çehrelerimizde karaltılar dans ediyordu. Yaptığımdan bir mahcubiyet duydum, çocuğumdan utandım. Derken sıra şamdana gelmişti; kibriti çaktım, başına dolanmış fitili ye
rinden kaldırdım, dikleştirdim ve tutuşturdum. Yavru, belki de zannetti ki, bu uzun ve beyaz nesne, şenliklerde yaktığı
mız bazı mehtaplar ve fişekler gibi, göz kamaştırıcı bir nur
püskürecek yahut tutturulduğu zıvanadan bir anda fırlaya
cak, tavana varacak, çarpacak, sonra kandil kandil, allı yeşilli ışık balonları dökecek! Hiç de öyle olmadı: Mumun ucunda
"öh" desen, konuşsan, hızlı nefes alsan lodosa tutulmuş ada vapuru gibi, yalpa vuran paslı bakır renginde bir dil peyda oldu. Ancak bir el ayası kadar yer aydınlatıyorrlu ve ikide bir, tüter isten başına bir acayip sorguç takıyordu.
Derken erimeye de başladı. Oğlum, damla damla, pıtır pıtır yan taraflarına durmamacasına habbecikler salıverme
sini, belki de sıcaktan terlerliğine atfetmişti ve bu ışık ale
tinin kafeste bir kuş gibi, olduğu yeri mütemadiyen, fıske fıske kirletmesine de pek kızmıştı.
O gece çarçabuk uykusu geldi ve zannederim, rüyasında ne yapsan, ne eziyetlere katlansan, bir türlü ışık vermeyen alelacayip, sürü sürü, kargacık burgacık vidalarla, anahtar
lada dolu, biçim biçim aletler gördü; karanlıklarda dolaşıp kabuslar geçirdi.
Ertesi gün mutfağa inmişti; hizmetçi, mangala kömür koymuş, ateşi yakıyordu. Önce siyah siyah, eğri büğrü, bir
birine dakunurken maden sesi çıkaran, sert parçaları tetkik etti; sonra gaza bulanıp tutuşturulan paçavra, bilhassa en üste yerleştirilen ve tepesinden alev, toz, kıvılcım, duman, çeşit çeşit şeyler fırlatan kulplu boruya şaştı. Sac kaptan çı
tırdamalar işitiliyordu ve kara parçalar, yavaş yavaş kızıla boyanıyor, keyfe geliyor, sesleniyordu. Kömür ne güç, ne emekler verdikten sonra yanabiliyordu. . . Halbuki havaga
z ı ocağına uzaktan bir kibrit gösterince "pafl ", al sana mavi alevden bir sıra inci gerdanlık!
Ya tulumbadan su çekmekle, Terkos musluğundan su almanın farkı?
Çocuk yaklaştı, çukurun etrafında, çevirince şakır şakır akan bir musluk aradı, bulamadı. O zaman ben, tulumbanın koluna yapıştım; bir aşağı, bir yukarı, bütün kuwetimle ası
larak ve beraberce yükselip alçalarak başladım çekmeye . . . Biraz sonra, gıcırtılar, hohlamalar, iniltili nefeslerden, hatta horlama ve ahlamalardan sonra, borunun ağzı nemlendi, beklemediğimiz bir zamanda, midesi bozulmuşların irade
sizliğini hatırlatan bir yığın su üstümüzü başımızı lüzumsuz damlalarıyla ıslatarak yalağa döküldü. Döküldü değil, bir ka
sırga şiddetiyle çarptı; değil çocuk, ben bile ürktüm!
Oğlum başka bir sürü eşyaya daha şaştı: Leylek boyun
lu bakır ibriklere, kocaman nalınlara, yere gömülü, tahta kapaklı küplere, bahçeye astığımız iri tunç fenere ve Kozya
tağı kahvesindeki lüks lambalarının ispirto dökülerek, uzun uzun beklenilerek, iğne vurulup pompalanarak yanmasına ve bu yorucu ameliyat esnasında, gömleklerinin üzerinde ewela kızıl, sonra mavi, daha sonra sarı, nihayet beyaz renk
lerin uçuşup yalazlanmasına . . . Bunların makaralı iple ağaca çekilişini ve ikide bir islenip alevlenince, indirilip yeniden uğraşılmasını da meraklı buluyor, muhakkak hepimize acı
yordu. Belki de şöyle düşünüyordu: "Bizim devirden ewel hayat ne azaplıymış, insanlar boş yere ne emekler sarf eder, neler çekermiş! "
Doğru . . . Petrol lam basının, arızaya uğramamak şartıyla her gün şişesini silmek, gazını koymak, fitilini kesrnek gibi, yarım saatlik işi vardı. Fakat yarın, daimi ışık, daimi hara
ret ve hatta daimi hareket keşfedilince, bu asırda oğlumun 1 23
havagazına kibrit uzatmak, elektrik düğmesini çevirmek, su musluğunu açmak gibi zahmetlerini düşünerek, onun oğlu da böyle demeyecek mi:
"Babamın zamanında insanlar bir değirmi ışık, bir avuç h araret ve bir damla su için ne çilelere katlanırlarmışi "
Her asır, kendinden ewelki asra acıyor; demek ki beşer, daima acınacak vaziyette!