• Sonuç bulunamadı

Bir Bilet, Bir Ahlak

Belgede Refik Halid Karay. Ilk Adım (sayfa 135-144)

Yanınızda beş altı yaşlarında bir çocuğun uz varsa tren ve tramvay meselesi, binip inme, yer bulup ayakta kalma, aya­

ğa basıp başkasının üzerine yıkılına gibi malum dertlerden başka ayrıca bir üzüntüye sebep oluyor, rahatınızı büsbütün kaçıran helecanlı ve ehemmiyetli bir şekil alıyor.

Hatta bir ahlak ve terbiye hadisesi mahiyetine giriyor, insanı nefsiyle mücadeleye sürüklüyor.

Küçüğe bilet almalı mı, almamalı mı? Yani yaşını sakla­

malı mı, saklamamalı mı? Daha doğrusu ve açıkçası yalan söylemeli mi, söylememeli mi?

Tabii bileti almalı, yalandan sakınmalı . . . Fakat ya çocu­

ğun uz hamdolsun benimki gibi, yaşını fazla gösteren gür­

büz, yiğit yapılı, büyüksü yavrulardan ise? Nüfus cüzdanı yanınızda bulunmadığı takdirde yine parayı saymalı, müna­

kaşadan çekinmelidir. Biletçinin gözünde röntgen cihazı ve elinin altında bir laboratuvar dolabı yoktur; biletle beraber bir de bedavasından enstantane yaş raporu veremez.

Fakat herkes böyle düşünmüyor, büyüğü küçültüyor ve maruf tabir hilafına kubbeyi habbe yapıyor. Geçen gün bilet­

çinin "Kaç yaşında?" sualine "Beş buçuk! " diyen bir hanım ın hesabına köşemde yerin dibine geçtim. Bu, beş buçuğunda

dediği kızın göğsünde iki adil şahit, şahadet parmaklarını kaldırmış, "haşa! " diye adeta yemin vaziyetindeydiler.

Tramvay va tınanları ile biletçileri dert yanınayı severler.

O cevaba uğrayan, lakin şahitlerin belagatli ifadelerini hü­

küm mevzuu yapmaktan utanan biletçi de gelip beni bul­

du . . . Zahir dert dinlemeye müsait, babacan bir halim var.

"Şu kız hiç beş buçuğunda olur mu," dedi. "İnsaf1 " Teselli ettim: "Anası beş buçuk yaşında dediği zaman beş buçuk ku­

ruş vermekten kaçınmıyor, kendi yaşını küçültmek için böy­

le yalan söylüyor. Kadındır, bu balıiste alıngandır, kusura bakma! " dedim.

Biletçi gülümsedi. Ben de bir bunalmış işçiye tebessüm bahşedebildiğime memnun oldum.

Lakin bir gün daha tuhafına rast gelmiştim. Kadın, yaşı sorulan çocuğu için:

"Dün beşine bastı! " dedi. Bilet parası vermedikten baş­

ka, ayrıca mahdum bey için biletçiden uzun ömürler duası ve ailesi için de tebrik bekliyordu.

Fakat sonra aklıma geldi: Yukarıda anlattığım hanım, kızının yaşını, iki dik başlı şahide rağmen doğru söylediy­

se . . . Öyle ya, farz ediniz ki İstanbul'da değiliz de Peru hükü­

metinin merkezi Lima şehrindeki tramvaydayız. Bir madam, yanında da küçük bir kız oturuyor; kızcağızın kucağında da bir kundak; kundakta bir yeni doğmuş bebek; bu bebek o kızcağızın göğsüne başını dayamış, meme emiyor. Tam o sırada biletçi geliyor. Madam tek bir bilet istiyor. Biletçi hay­

retle kızı ve kucağındakini gösterip soruyor:

"Kaç yaşında?"

"Beşine yeni bastı ! "

Şimdi bu madam yalan mı söylemiştir?

Görüyorsunuz a, bilet ve yaş mevzuu hayli çetin bir me­

seledir ve ağzı süt kokanların süt vermeye başladıkları bir devirde gittikçe çetinleşmektedir.

İyisi ayakları üzerinde durabilip kendiliklerinden yürü­

yenierin hepsini bilete tabi tutmak . . . Kundaktakiler henüz evlat ve ayal sahibi olmaya başlamadılar; o zaman gelince yenisini düşünürüz.

Trenlerde disiplin daha serttir; biletçi ile münakaşaya imkan bulunamaz. Tramvaydaki gibi yakın durakta inip kur­

tulamazsınız da. . . İlk günleri, haklı olarak, trende ben de çocuğuma bilet almıyordum. Yaşı soruluyordu, doğrusunu söylüyordum; fakat anlıyordum ki karşımdakini ikna ede­

memişim, bakışı man alı. . . Birinci mevkide bulunmama rağ­

men yalancı mevkiine düştüğümü görüyor, utanıyor, üzü­

lüyordum. Nihayet, "Aman," dedim. "Bundan sonra ona da bilet alayım da haksız itharn dan, azaptan kurtulayıını "

Fakat kurtulamadım.

Zira bu sefer biletçi yumruk kadar çocuğa kocaman bir bilet almak suretiyle gösterdiğim aptallığa veya israfa karşı yine gözlerini manalı manalı yüzümde gezdirmeye başlamış­

tı. Eskiden, evvela çocuğa bakıyor, sonra beni süzüyordu.

Neler düşündüğünü şöylece okuyordum:

"Kadınlar hamamma götürülürse babanı da getir diye­

cekleri yaşta, yetişmiş bir çocuk. Ne yazık ki yirmi otuz ku­

ruş için yalana tenezzül eden ahlaksız bir babaya düşmüş.

Gel de böyle bir baba elinde kalan vatan yavrusundan hayır bekle! Fena dersler ala ala, kötü görenekler içinde onun da terbiyesi bozulacak. Vah zavallı çocuk! Hele şu hasis, yalancı 1 37

babaya da bakınız; utanmadan birinci mevkiye de kurulu­

yor, azarnet satıyor. Üçüncüde otur da aradaki farkla oğluna bilet al, fazilet göster, behey sahtekarl "

Evet, bilet alalı beri bu tarzdaki tenkitten kurtuldum; fa­

kat aldığım için de yeni çeşit bir itap başladı. Bu defa, evvela, beni acayip bir bakışla süzüyor, sonra merhametle çocuğa bakıyor. Anlıyorum, diyor ki:

"Hesabını kitabını bilmeyen bir baba . . . Böyle adam ıs­

lah olmaz, felah1 bulmaz. Kumarbaz mıdır, dalavereci mi, birinden mi vurmuş, nedir, paraları serpip geçiyor. İşte ev, bark kuramayacak bir aile reisi. . . Borç içinde, meteliksiz yu­

varlanıp gidecek. Gel de şu yanındaki mini mini, sevimli, zeki sübyana acıma; bu fena göreneklerle mahvoluşuna ke­

der etme! "

Bilet alsarn da, almasam da biletçilere kendimi beğendi­

remedim vesselam!

Kabahat bende: Karşımdakinin aklından geçirdiğini yü­

zünde, gözünde okumak huyundan vazgeçmeliyim; işi an­

lamazlığa vurmalıyım. Zekarnı böylece, aleyhime israf edip gidiyorum, rahatımı kaçırıyorum. Yani kısacası zeki görü­

nen budalalardanım. İstifade budala görünen zekilerdedir.

Zeka, meğerse bir kapan, bir tuzakmış, en iyi gizlenebileni en çok işe yararmış. Panl parıl yananından herkes kaçıyor;

kusurlarıının kuyruğu sıkışır diye . . .

Nasrettin Hoca'nın az bilinen bir hoş fıkrasını hatırla­

tıyorum:

Hoca değirmene buğday götürmüş; orada dizili duran

fclah: kurtuluş, selamet

çuvallardan avuç avuç alır, kendi çuvalına doldururmuş. De­

ğirmenci: "Ne yapıyorsun?" deyince:

"Ben budala bir adamım, aklıma geleni işlerim! " demiş.

Değirmenci:

"Budala isen neye kendi çuvalındaki buğdayları halkın çuvalına doldurmuyorsun?" diye itiraz edince hoşa şu cevabı vermiş:

"Yo . . . Ben o kadar da budala değilim! "

Ben, başkasının çuvalından kendi çuvalımı doldurmak istemiyorum; lakin kendi buğdayımı da başkasının çuvalına dolduracak derecede ahmak olmak istemem! . . . Daha yaşına girmemiş olan çocuğuma bilet almakla, yazık ki, başım hak­

kında istemediğime uğramış oluyorum.

Çocuğa bilet alıp almamak meselesinin kitaptaki yerine gelelim:

Geçende bir ecnebi mecmuası "Namuslu musunuz?" baş­

lığı alunda, bunu bilmiyorsak anlamamız için birtakım sual­

ler tertip etmişti ve on alu sualin ikisi bilet işiyle ilgiliydi:

1- Biletçi vakit bulup size yetişmeden tramvaydan iner misiniz?

2- Çocuğunuzun yaşını biletçiden saklar mısınız?

Bir tane de ben ilave edeceğim:

3-Bir kıta evvel binip de biletçinin geç gelmesinden isti­

fade ederek tek kıta bileti alır mısınız?

Tramvay, görüyorsunuz a, ecel arabası, işkence maki­

nesi, filan derken ayrıca bir de ahlak terazisi şeklini alıyor.

Hem de en ufak bir kar gözetmek için yapılan münasebet­

sizlikleri, şerefsizlikleri meydana çıkaran bir ölçü, bir miyar, bir mihenk taşı!

Yukarıdaki iki sualden istifademiz azami yedişer buçuk­

tur, üçüncüsünden ise ancak iki kuruş!

Namus ve şeref bu kadar hiçten şeylerle ölçülür mü?

Ölçülür. Hatta Frenk mecmuası bizden şunu bile soruyor:

Birinin kibrit kutusunu ve gazetesini bilerek saklar, kullanır mısınız?

Zira namusun tarifine miktar girmez; o bir kemiyet de­

ğildir, keyfıyettir. Bizi kendi gözüroüzden ve başkalarının gözünden düşürmeye sevk eden yüksek his! İnsan yalnız başkasına zarar vermeyen işler için açıkgöz olabilir. Biletçiyi aldatmak ne bir tuhaflıktır, ne de marifet . . . Sadece şerefsiz­

liktir.

Gişede kendinden evvel gelmiş olanın önüne yılan gibi kayarak sinsi veya nobran çehre takınarak aksi, yahut da omuz kabartarak afıli, herhangi bir şekilde geçmek de bah­

settiğim mecmuanın sualleri arasında yer almıştır. Geçen gün tünelde biri öyle yaptı, suratma bir aznavurluk taktı, göğsünü kabarttı, koltuklarını şişirdi, hülasa bir sürü sahte eda ve tavırlarla kendisine hayli zahmet verdi, nihayet bizi arkada bıraktı . . . Aklınca o bu gösterişle, "İtiraz ederseniz şakam yoktur; görüyorsunuz, sert, kuvvetli, nalet bir heri­

fım, hır çıkarırım! " diyordu. Bileti alıp geçtikten sonra yü­

zünü yumuşattı, omuzları indirdi, size, bana, hepimize ben­

zedi. Dört adım önce vapura veya vagona girmek, bu sahte Chicago haydudu rolünü takınmaya değer miydi? Boksör olamadığıma acıdığım kısa dakikalar, işte böyle açıkgözle­

rin çenesine yumruğumu indirip gözlerini kapayamadığım demlerdir. Fakat boksör olmakla da iş bitmez ki. . . Meşhur cürümler mahkemesine düştün mü o hayrat ve düzenbaz

adam -gazeteler lisanıyla- kendi halinde, karıncaya basmaz, sineğe ilişmez, hak, hukuk tanır bir vatandaş olurdu; ben ise alikıran, baş kesen! Ayrıca, gişe önünde haklarını müdafaa ettiğim şahitler, hep birden ve bir dilden, ellerini gözüme dikerek ''Vuran bu idi ! " derlerdi; adalet yerini bul urdu; fa­

kat ben de!

Hayat dahi bir bilet gişesine benziyor: Bazısı sıradakile­

ri atiatıp öne geçmek sanatını iyi biliyor. Benim senelerce evvel ikbal ve refah gişesi önünde bıraktığım sayılı tanıdık­

lanından bir kısmını, hala biletlerini alamamış vaziyette bul­

dum. Bir kısmı ise o zaman meydanda yoktu; şimdi, içeriye kurulmuş, bekleyenlere gülümsüyor.

Burada bir lisan inceliği vardır: Oğluma açıkgöz değil, gözü açık olmasını tavsiye ederim. Açıkgöz, fırsattan başkası­

nın zararına herhangi şekilde olursa olsun behemehal istifa­

de edici manasma gelir. Gözü açık ise hakkı olandan usul ve kaide dahilinde menfaatini koruyan demektir. Açıkgözden korkmalıdır. Fakat işin acayibi, açıkgözlerin gözleri çoğu defa kapalı değilse bile yarı örtülüdür, yere bakar. Dikkat ettim: Hile göz göz gelerek yapılan bir marifet değil. Bir kıta eksik bilet alan veya çocuğunun yaşını küçülten tramvay yol­

cusu bilelçinin yüzüne bakarak konuşamıyor. Baksa bile o gözlerde örtücü bir buğulanma seziliyor.

Tevekkeli, yalan söyleyen çocuğa, analar, "Bakalım gö­

zünde ne yazıyor?" demezler. Biletçi de müşterilere bu suali sorabilseydi, hayli açıkgözlerin foyası meydana çıkardı.

İşte, bütün bu ahlak meselelerine, şeref ve haysiyet dü­

şüncelerine, hatta gönül ve vicdan azaplarına hafıfınden te­

mas ettiği içindir ki, nakil vasıtalarında biletin ehemmiyeti

vardır. Bereket ki mecmuanın kaydettiği ve benim bahsini yaptığım münasebetsizliklere pek az rast geliniyor.

Alelade dilencilik bilet kaçakçılığından ve sıra atlama­

cılığından şer itibarıyla, zannederim ehvendir.1 Zira dilenci sanatını, mahiyetini, içtimai mevkiini açıkça meydana koy­

muş bir adamdır; ona inanınakla mükellef değiliz; aramızda daima bir mesafe bırakır, haddini bilir. Kendine göre bir dilenci terbiyesi bile mevcuttur.

Dilenci, işini açık gören bir sanat ehlidir; inanıp aldan­

mamak elinizdedir; aza da kanaat eder. Bu itibarla fena sa­

natların en az zararlısıdır.

Mademki söz gelişi dilenciden bahsettik, bilet meselesi­

nin aldığı ciddi, ahlaki, ağır şekli giderip sizi de, kendimi de moral dersinden kurtarmak için musahabemi2 bir dilenci fıkrası ile bitireyim:

Adamın birisi bakmış ki dilencilik karlı bir iş, dilencile­

rin üstadına başvurarak kendisine ders vermesini rica etmiş.

Hoca demiş ki:

"Oğlum, dilencilikte üç şart vardır: Kim olursa olsun;

nerede olursa olsun; ne olursa olsun!

Aradan birkaç gün geçmiş, dilenciler üstadı bir hamam halvetinde yıkanırken içeriye yeni talebesi girmiş, avuç aç­

mış. Adamcağız hayretle demiş ki:

"Yahu, ben senin hocanım . . . Benden de mi sadaka isti­

yorsun?"

"Kim olursan ol! "

"Peki ama hamamdayım."

1 ehven: zararı az, az zararlı 2 musa ha be: konuşma, söyleşi

"Nerede olursan ol! "

"Üzerimde bir şey yok, ne vereyim?"

"Ne olursa olsun! "

Hoca bu parlak istidada hayran olarak talebesinin alnın­

dan öpmüş. Aynı dilenciler hocası, içtimai mevki sahibi ne dilenciler vardır ki, onların sade alnından değil, aczini tes­

lim ederek muhakkak, dayanamaz, ellerinden de öperdi!

Lostracı Dökkanmda

Belgede Refik Halid Karay. Ilk Adım (sayfa 135-144)