• Sonuç bulunamadı

Kentsel Yoksulluğun Türkiye’deki Tarihi Süreci

1.2. Kentsel Yoksulluk

1.2.4. Türkiye’de Kentsel Yoksulluk

1.2.4.1. Kentsel Yoksulluğun Türkiye’deki Tarihi Süreci

1923-1950 tarihleri arasında planlama kapsamında kentlerin gelişimine yön verilmiş ve en çok önem verilen planlama deneyimi de Ankara’ya yönelik olmuştur. 1930’da çıkarılan 1580 sayılı yasayla belediyelerin vazifesi olarak nüfusu 2000’i aşan bütün yerleşim bölgelerinde imar planlarının hazırlanması zorunlu hale getirilmiştir. İmar planları sayesinde, siyasal merkezler kentsel mekânları düzenlemelerinin yanında kentler üzerinde de denetim yapabilecekti. Fakat Belediyeler Yasası’nda pek çok kentsel hizmetin yürütücü merciinde bulunan belediyeler, personel ve yetersiz mali kaynaklardan dolayı, asli vazifelerini bile gerçekleştirmekten geri kalmıştır (Şengül, 2009: 117-119). Nüfusun artmasıyla birlikte kentlere yönelik nüfus hareketlerinin hızlanması bu yönde çalışmalar yapılmasını gerekli kılmıştır.

1950’li yıllardan sonra Türkiye’de nüfus artışı, toprağın küçülmesi, tarımda mekanizasyon, şehrin cazibesi, göreli olarak sunduğu yüksek sağlık, istihdam

olanakları, eğitim benzeri fırsatlar dolayısıyla kırsal nüfusun kentlere göç etmesine kaynaklık etmiştir. Özellikle de Türkiye’nin çok partili siyasal hayata girmesiyle birlikte, kentleşmeyi teşvik edici politikalar yürüten Demokrat Parti kente doğru göçün yaşanmasını arttırmış, kırsaldaki toplumsal yapı aşamalı bir şekilde kentli toplumsal yapıya dönüşme aşamasına girmiştir (Aytaç ve Akdemir, 2003: 56). Bu yıllarda ortaya çıkmaya başlayan gecekondu mahallelerinin kullanım değerleri ön planda tutulan yerleşim alanlarını oluşturmaktaydı. 1960’larda ithal ikameci sanayileşmeyle ortaya çıkan gelişmeci devlet anlayışıyla beraber devlet, kentsel bölgelere yatırım seviyesini minimum düzeylerde tutma politikasını izlemiştir. Kentsel bölgeleri devlet müdahalesinin dışında tutmakla kentleşme sürecini yerel toplulukların himayesine bırakmıştır (Şengül, 2009: 123). Bunun sonucu olarak yerelin üzerine büyük yükler yüklenmiş ancak yerel birimlerin bunu karşılamaya yetecek mali gücü olmadığı için şehirlerde gecekondulaşma alanlarının arttığı söylenebilir.

1950’li yıllardan sonra Türkiye’deki kent yoksulluğu bariz bir şekilde görünürlük kazanmıştır. Çünkü 1950’li yıllarda Türkiye’deki sanayileşme girişimlerinde artış yaşanmış ve kırsal bölgelerde ortaya çıkan kapitalist dönüşümle beraber özellikle de Ankara ve İstanbul gibi sanayileşen kentler kırsal bölgelerden yoğun bir şekilde göç almaya başlamıştır. Bunun neticesinde kent yapılarında gecekondulaşma, çarpık kentleşme, altyapı problemleri ve benzeri sorunları ortaya çıkarmaktadır. Fakat bu dönemdeki mevcut yoksulluk, sosyal devlet tarafından giderilmesi hissedilmese de manevi değerler ve geleneksel kurumlar sayesinde giderilip çok fazla görünürlük kazanmamıştır (Açıkgöz ve Yusufoğlu, 2012: 82). Tarımda makineleşmeyle birlikte insan gücüne ihtiyacın azalması kırdan kente göç hareketlerinin yoğunlaşmasına yol açmıştır. Nüfus yoğunluğu ve iş imkânlarının az olması, kentlerin bu nüfus yoğunluğunu taşıyamamasına, sonucunda da yoksulluğun baş göstermesine neden olduğu söylenebilir.

1973’lü yıllardan sonra yoksullara yönelik uygulamalar yerel yönetim birimlerin de katılımıyla uygulama alanı bulmuştur. Ancak 1980 darbesi sonrasında gelişen süreçle birlikte toplumcu anlayış henüz başlamadan bitmiştir. Bu sürecin 1961 Anayasasıyla yürürlüğe konulmaya başlayan sosyal devlet ilkesi için bir milat olduğu söylenebilir. Çözülen geleneksel yapı ve değerler ile piyasaların oluşturmuş olduğu olumsuz etki yoksulluk politikaların uygulanmasını zorlaştırmıştır (Bilgin, 2005:

238). Küreselleşme süreci ile birlikte ekonomik yapıların özerkliği ve bağımsızlığı artmış ve bu durum ulus-devletin işlevini kaybetmesine ve çözülmesine neden olmuştur. Küreselleşme süreci ile birlikte ulus-devletler büyük bir değişim ve dönüşüm geçirmişlerdir (Alağaş, 2018: 1). Bunun sonucunda, eski yardımlaşma ve dayanışma ile sosyal yapı ve gruplar etkilerini yitirmişlerdir.

1980’lere kadar Türkiye’de meydana gelen yoksulluk genelde ekonomideki gelir eşitsizliğini azaltan politikalarla geleneksel dayanışma ve yardımlaşmayla giderilmekteydi. Tarımsal alandaki destekleme politikaları, ücretsiz sağlık ve eğitim hizmetleri, sendikal hareketlerin gelişmişliği, kentlerdeki gecekondulaşma, içe yönelik bir büyüme politikasının kaynaklık ettiği yüksek ücret politikası aracılığıyla gelir dağılımındaki eşitsizliklerin büyümesi engellenmişti. 1980’li yıllardan sonra hissedilmeye başlayan ve 1990’lı yıllarda hız kazanan makroekonomik istikrarsızlıklar dolayısı ile reel gelirin artmaması ve ayrıca enflasyon sebebiyle takip edilen yüksek reel faiz politikaları, faiz gelirlerinde eşitsizliği arttırdığı gibi faiz gelirlerinin toplam gelirlerdeki payının artarak gelir dağılımında önemli derecede dengesizliklerin meydana gelmesine sebebiyet vermiştir. Türkiye’deki gelir dağılımı konusunun iktisadi rasyonellikten ziyade genellikle siyasi kıstaslarla bir çeşit rant aktarımı halinde oluştuğu iddia edilebilir. Sübvansiyon ve teşvikler, bürokratik-siyasi ilişki ağına dönüşerek bir rant mekanizmasına bürünmüştür. Kamu müdahaleleri neticesinde finansal piyasaların etkin bir şekilde işletilememesi tarım alanından sanayi alanına gerçekleştirilecek dönüşümün önündeki engel olma niteliğine sahip olmuştur. Buna ilaveten ekonomideki yetersiz yatırım ve girişimler de söz konusu sürece olumsuz yönde etki eden diğer faktörler olarak nitelendirilmektedir (Altay, 2005: 172). Ekonomideki istikrarsızlıklar ve gelir dağılımındaki eşitsizliklerle beraber devletin birtakım desteklemeler ile yoksulluğu azaltma çabaları kesintiye uğramıştır.

1990’lı yıllara geçildiğindeyse yürütülen araştırmalar Türkiye’deki yoksulluğun yalnızca yoksulu bağlamayan, topluma politik ve siyasi manada etki eden boyutları hakkında önemli bilgiler sağlamaktadır. Vergi sistemindeki adaletsizlikler dolayısı ile kayıt dışı ekonominin yükseklere çıktığı bu dönem, gelişmiş ülkeler bakımından tersi bir duruma işaret etmekle beraber devletin politik ve siyasal olarak zor bir duruma girmesine sebebiyet vermiştir. Bu döneme istihdam üzerinden bakıldığında yalnızca işgücünün % 48’i kayıt altındayken geriye kalan % 52’lik dilimin ise kayıt dışı olduğu görülmektedir. Yoksulluğu giderecek politikalar

açısından ele alındığında ise ulusal refahın gerçekleştirilmesi yönünden kayıt dışı ekonominin minimum düzeye düşürülmesini gerekli kılmaktadır. Fakat kayıt dışı ekonomiyi tetikleyen unsurun aynı zamanda yoksulluk olduğunu da ifade etmek gerekir (Dansuk, 1997: 27).

1990’lı yıllardan sonra geçmiş döneme nazaran azda olsa bazı belediyelerin gelirlerinin arttığı görülmüştür. Bir yandan eğitim, kültür, çeşitlenen nüfus ile birlikte kentsel ve sosyal hizmet talebi artmış bir yandan da ülkenin yaşadığı ekonomik krizler ve göç dalgaları ile birlikte sosyal politikalar daha önemli hale gelmiştir. Belediyelerin artan gelirleri ile birlikte kentli yoksul kitlesinin artan taleplerini karşılamak için sosyal hizmet ve sosyal yardımlaşma politikalarına daha fazla pay ayırmaya başlanmıştır. Sosyal yardımlar, 1990’lı yıllardan önce yoksul, yaşlı, özürlü ve kimsesizlere aşevlerinde sıcak yemek ve giyecek verilmesi biçiminde yapılıyordu. Ancak 1990’lı yılların başında verilen sosyal hizmetler kapsam, tür ve nitelik olarak artmıştır. Sosyal politikalar, sunulan hizmet alanına göre belediyelerin farklı kurumları tarafından sağlanır hale gelmiştir (Uçaktürk vd.,2011: 7). Gelişen şartlara bağlı olarak belediyelerin kentsel yoksullukla mücadelede sunduğu hizmetlerde de bir artış olduğu söylenebilir.

Sağlık, sosyal koruma, konut, eğitim, alt yapı, güvenlik gibi yoklukları içeren, potansiyel ve dinamik boyutlara sahip olan kentsel yoksulluk, daha önceki dönemlerde nüfusun azınlık kısmı için sabit bir tartışma konusu olarak yer almaktaydı. Fakat küreselleşme ile beraber meydana gelen yeni yoksulluk süreciyle yeni boyut kazanan kentsel yoksulluk, sosyal ve siyasal değişimler, kalkınmanın meydana getirdiği istihdam problemleri ve ekonomik krizlerin ve kentlere yönelik gerçekleşen yoğun göçlerle kendini açıkça hissettirerek yeni yoksulluk olgusunun türetilmesine neden olmuştur (Öz ve Yıldırımalp, 2009: 458). Yeni kentsel yoksulluk, hızlı kentleşme ve düşük sanayileşme ile ilişkili bir olgu şeklinde ifade edilen kentsel yoksulluğun, neo-liberal politikalar neticesinde taşeronluk, enformel sektör benzeri istihdam şekillerinin, esnek üretim adıyla ekonomideki ağırlığının artması ile daha da yaygınlık kazanması ve kronik hale gelmesini temel alarak çerçevesini genişletmiştir. Bu bağlamda yeni kentsel yoksulluk, azgelişmiş ülkelerle birlikte gelişmiş ülkelerde, yalnızca toplumsal bir grup olan emekçi sınıfı meydana getiren kent yoksullarını kapsamayıp, son zamanlarda göreli olarak yoksul hale gelen daha geniş toplum gruplarının yaşam şartlarını da ifade eden bir kavrama dönüşmüştür (Kaygalak, 2001:

127).