• Sonuç bulunamadı

1.3. YABANCILAŞMANIN NEDENLERİ

1.3.4. Kentleşme ve Yabancılaşma

Avcılık ve toplayacılıktan sonraki dönem olarak başlangıç kabul edilebilecek kentleşme kavramı, özellikle sanayi devrimi ile birlikte hız kazanmış ve bu dönemde daha iyi bir yaşam umuduyla kırlardan, sanayileşmenin yoğun olduğu alanlara doğru bir göç dalgası başlamış ve kentler giderek genişleyerek nüfusun yoğun olarak yaşadığı alanlar haline gelmiştir.

“En geniş anlamıyla kentleşme, gelişmiş-gelişmemiş, Batılı-Doğulu, sosyalist- kapitalist tüm çağdaş toplumlarda izlenen belki de en kapsamlı ve önemli bir toplumsal olgu olarak belirmektedir. Ancak bu olgunun az gelişmiş ülkelerdeki görünümü diğerlerinden temelde farklılaşmaktadır. Çünkü kırdan kente göç eden kişiler hem bir bütün olarak toplumun yaşadığı yabancılaşma ve anominin etkisi altında bulunmakta hem de bizzat kendisi kapsamlı ve derin bir anomi ve yabancılaşma ortamı içerisinde bulunan ve bu doğrultuda hızla dönüşen büyük kentin yeni üyesi olmaktadırlar. Gerçekte birbirinin içinde, doğrudan ve karşılıklı ilişkili olan bu süreç, yeni kentliyi

36

çoğu kez uyum bunalımı olarak adlandırılan ve psişik hatta giderek psikiyatrik bir nitelik kazanan bir bunalım içine sürüklemektedir.” (Tolan, 1980, s. 256-257)

“Batı’da yeniden uyanış ile birlikte meydana gelen en büyük değişimlerin başında kırdan kente doğru meydana gelen akın ve bununla birlikte ön plana çıkan kentleşme olgusudur. Bu değişim çatışma ve bireyin uyumsuzluğunu da beraberinde getirmiştir. 19.yüzyılda artan sanayileşme hamlesi, iş imkȃnlarının artması, 20.yüzyılda ise; görünürde sağlık, eğitim, barınma ve geçinme ihtiyacından, temelde ise artan ırkçılık, sınıflaşmadan dolayı bu göçler hız kazanmıştır ve hazırlıksız yakalanan kentler büyüklükleri açısından devasa köylere, iletişimleri ve paylaşımları açısından ise bağımsız, kopuk ve ilişkisiz bir yapıya bürünmüşlerdir, bir nevi robot fabrikasına dönüşmüşlerdir. Kırdan kente göç etmekle sınıf atlayacağına inanan, kentleşmeden ve onun getirdiği yeni yaşam biçiminden habersiz köylü de ne köyüne geri dönebilme cesareti gösterebilmiştir ne de şehre adapte olabilmiştir.” (Taş, 2007, s. 116-117)

“Kentin çok sayıda fertlerden meydana gelmiş büyük bir topluluk olması, fertler arasındaki münasebetleri geniş ölçüde etkilemiştir. Fertlerin sayısı arttıkça, fertler arasındaki farklılaşma da artmış, ekonomik ve sosyal statüye, zevklere ve değerlere vs.ye göre birbirinden ayrılmış olan gruplar ortaya çıkmıştır. Diğer yandan sayı bakımından artış sosyal münasebetlerin karakterini değiştirmiştir. Dolayısıyla, bir köy topluluğundaki birinci dereceden temasların yerini, ikinci dereceden temaslar almış, fertler arasındaki ilişkiler gitgide gayri şahsi, yüzeysel, geçici, kısa süreli ve parçalı olmaya başlamıştır. Ayrıca, kentin kalabalık topluluğu içinde yaşamış olma, ferdin bir yandan aile, komşuluk grupları, köy cemaati gibi birinci dereceden grupların baskı ve kontrolünden kurtulmasına, böylece ferdiliğini ve şahsiyetini kazanmasına yol açarken, diğer yandan anomik duruma ve kararsızlık hali içerisinde kalması gibi bir sonuç doğurmuştur. Bu bağlamda Erdoğmuş’un ifadesiyle, 1950 yılından itibaren köylülüğün çözülmeye başlaması, yani şehir hayatının köy hayatına tercih edilmesi; dolayısıyla ‘biz’ duygusunun hȃkim olduğu gemeinschaft-cemaat tipi toplum düzeninden ferdiyetçiliğin hȃkim olduğu gesellschaft-cemiyet tipi toplum düzenine geçişin, anominin ortaya çıkmasını kolaylaştırdığı görüşü bazı sosyologlar tarafından benimsenmiştir. Bu görüşün Türkiye için de geçerli olduğu söylenebilir.” (Bayhan, 1997, s. 113-114)

37

“11. yy. sonlarında Batı’da sık sık duyulur olan ‘Allah köyü, insanlar şehirleri yarattı.’ sözü bize tarihi bakımdan cemaatin önceliğini gösterir. Cemaat bir yere bağlı yerleşme ve organizasyon şeklidir. Cemiyet ise geçici ve zahiri şekilde bir birliğin ortaya çıktığı yaşamanın ifadesidir. Schimdth et-al’e göre cemaat kendi başına yaşayan bir organizmadır. Cemiyet ise mekanik olarak bir araya gelen bir topluluk mahiyetindedir.” (Gezgin, 1988, s. 183-184)

“Sonuç olarak İsimsizlik, homojenlik ve kurumsal devasalık gibi boğucu özelliklere sahip kentleşme, insanlar arasındaki yakınlığı, benzersiz nitelikteki mahalleleri ve insani ölçekli bir politikayı içinde barındıran kentsel alanı yuttuğu gibi, doğaya yakınlığı, kutsal bir yardımlaşma anlayışını ve sıkı aile ilişkilerini barındıran kırsal alanı da ortadan kaldırmaktadır. Kentleşme ‘kent’ ve ‘kır’ sözcüklerinin toplumsal, kültürel ve politik açıdan artık kullanılmadığı kimliksiz bir dünyanın içine çekmeye çalışır. Çoğu zaman kentleşme ve kent olmak ölçütleri arasında hiç fark gözetmeyiz… Kent olgusunu aşan kentleşme, fastfood (hazır ve hızlı tüketme) tarzı bir iletişim ve paylaşım yapısı üzerine kurulmaktadır, geleneksel yapıyı tanımaz, bunu taşımak ısrarını sürdürenleri de ayıklar, bünyesinde barındırmaz, ‘uyumsuzlar’ tanımlaması ile zorla kendisinden olmaya zorlar, aksi durumlarda onları dışarı iter. Sevgi paylaşımı bile sahte, anlık ve geçicidir. Acının dışa yansıması ayıplanır, alaya alınır. Bunun yerine, ‘daha fazla tercih var.’ , ‘daha iyisini bulursun’ düşüncesini yeğler ve günlük tüketim gibi, günlük aşk ve sevgi paylaşımını vurgular. Bu durum medya, müzik ve film üretimiyle oyuncak sanayisiyle yüksek sesle vurgulanmaktadır. Bu durum, kır ve önceki kent yapısından gelen birey üzerinde şiddetli bir baskı oluşturmakta, hangisini tercih edeceğine dair karar vermesini güçleştirmekte ve bireyin her iki ortama da yabancılaşmasını getirmektedir.” (Taş, 2007, s. 121)

1.3.4.1. Gecekondulaşma Sürecinde Yabancılaşma

Sanayileşme ve tarım alanlarının azalmasıyla birlikte özellikle kırlardan kentlere doğru yoğun bir göç dalgası başlamıştır. Şehirdeki imkânlar ve şehrin çekiciliği de eklenince bu göç dalgası daha da yoğunlaşarak devam etmiş. Göç eden bu bireyler kentlerde kendilerine yeni bir yaşam alanı yaratma çabasına girmişlerdir. Kentlerin kenarlarında kurulan, sosyal ve organik açıdan kentlere bağlı olan ama yaşam tarzı

38

açısından kentlerden tamamen uzak olan bu yaşam alanlarına “gecekondu” adı verilir. Gecekondu, bir gecede inşa edilip yapılan ev anlamına gelir. Gecekondu bölgelerinde yaşayan bireylerin, her ne kadar kent sınırları içinde görünse de yaşam tarzı ve yararlanılan imkânlar açısından kentlerden çok uzak bir konumda olduklarını görürüz. Kent ve kırsal arasında sıkışıp kalan bu bireyler, ne tam anlamıyla kentlere adapte olabilmiş, kentlerin genel geçer kurallarını özümseyebilmiş ne de kırdan kentlere göç ederken beraberinde getirdiği gelenek ve göreneklerinden kopabilmiştir. İşte bu ikilem arasında sıkışıp kalan birey zamanla birtakım sorunlar yaşamıştır. (Bayhan, 1997, s. 118)

“Yörükan’a göre ise, gecekondulu vatandaş büyük şehirlerin diğer vatandaşları gibi, kalabalık içinde yalnız kalmış bir vatandaştır. Tıpkı apartman sakinlerinin birbirlerini tanımamaları gibi, o da beş-on gecekondu ilerisindekini tanımayabilir. Bu sebeple bilhassa yoğun ve karmaşık gecekondu bölgelerinde, kanaat birliğine, zihniyet birliğine, inanç birliğine rastlamaya pek imkân yoktur. Normsuzluk hali, hâkim fikirlerden yoksunluk, şuurlu ve kararlı grup hareketlerinin yokluğu ve ferdi davranış çokluğu, bir şehir davranışı, hatta aşırı bir şehir davranışı olarak bu bölgelerde de görülür.” (Tolan, 1980, s. 278)