• Sonuç bulunamadı

1. GRAMSCİ VE FELSEFİ SERÜVENİ/GELİŞİMİ

1.7. Kendine Has Bir Düşünür Olarak Gramsci

20. yüzyılın en başarılı ve en özgün politik düşünürlerinden biri olan Antonio Gramsci yaşamını, düşünceleri ile aynı doğrultuda şekillendirebilmiş, kişisel ve toplumsal yıkım ve acılara karşı mücadele etmiş ve ölünceye dek çizgisinden sapmamış bir düşünürdür. Düşüncesini yaşadığı dönem ve coğrafyanın koşullarıyla zenginleştiren,

‘Güney İtalya Problemi’ üzerinden bir düşünüş gerçekleştiren ve hatta bu yüzden çeşitli çevrelerce ulusal bir filozof olmakla eleştirilen Gramsci, esasında bölgesel ve dönemsel problemler üzerinden tüm kesimleri/bölgeleri kuşatan bir öğreti yaratmasını bilmiş, düşünsel anlamda dinamik ve analitik bir düşünürdür. Düşüncesinin belki de çıkış noktası

109 Gramsci, Hapishane Defterleri, 2. Cilt, 4. Defter, s. 156

76

olarak kabul edilebilecek olan Kuzey-Güney İtalya sorunu ve sömürüsünü iliklerine kadar hisseden ve yaşayan Gramsci, bu sömürünün analizini gerçekleştirirken, analizini marksizm ile zenginleştirmiş, meselenin bölgesel değil, sınıfsal olduğuna vurgu yapmıştır. Marksist dünyaya girişi sonrasında asla körü körüne bir bağlılık ve tutum sergilemeyen, eleştirel bakış açısını her zaman diri tutan Gramsci bu yönüyle çağdaşları arasında özgün bir yer edinmeyi başarmış ve analitik ve yenilikçi tavrı ile II.

Enternasyol’in devrimi kavrayış ve Batı devrimi stratejisine karşı bir tavır sergileyerek, Batı sosyalist dünyası için yeni bir devrim stratejisi ortaya koymuştur.

Avrupa’da gerçekleşebilecek bir devrim için sosyalist cephenin yeni bir stratejiye ihtiyaç duyduğunu belirten Gramsci Batı ve Rusya arasındaki en temel farkın politik toplum ve sivil toplum yapıları arasındaki ayrışmalar olduğunu belirtir. Batı’da gerçekleşebilecek bir devrim için Batı kapitalist devlet yapısının iyi incelenmesi gerekmektedir. Çünkü Batı liberal kapitalist devletlerinin iş görme biçimi Rus devlet yapısının iş görme biçiminden olabildiğince farklıdır. Batı kapitalist liberal devlet yapılarını incelerken, onların işleyiş biçiminin taklit edilmemesi gerektiğini söyleyen Gramsci için Rusya’da açık savaş ile devrim mümkün olabilmişken, Batıda sivil toplum alanının gelişmiş olması nedeniyle böyle bir yöntemin uygulanması mümkün değildir.

Devrim şansının aktüel kılınabilmesinin yolu, gelişmiş durumda olan sivil toplum alanında bulunan hegemonya araçları (özel okular, sendikalar, basın-yayın, siyasal partiler, kilise vs.) vasıtasıyla, işçi sınıfının kendi dünya görüşünü, sınıf ittifakları ile birlikte geniş halk yığınlarına aktarması ve benimsetmesidir. Bu stratejinin kaynağını yine liberal kapitalist devlet analizinde bulan Grasmci bu anlamda, kurulacak hegemonyanın köklerini 1789 Fransız Devrim’inde bulur. Batı devrim stratejisinin Doğu’dan farklı olması gerektiğini bu analizi aracılığıyla belirten Gramsci’ye göre Batı siyaset dünyası Fransız Devrimi ile birlikte başka bir yola girmiştir.

Öte yandan Fransız Devrimi’nin Avrupa politik ve toplumsal yapısında büyük değişikliklere yol açtığını, yeni bir siyasal ve toplumsal düzlem meydana getirdiğini dile getiren Gramsci için bu olgu Avrupa’da meydana getirdiği ‘ulusal isyan’ dalgalarıyla birlikte yeni bir yönetim biçiminin doğuşuna hizmet etmiştir. Devrim öncesinde yönetimi elinde bulunduran sınıf olan aristokrasi, iktidarını baskı ve zor aracılığıyla sürdüren bir

77

‘jandarma devlet’ konumundayken, Fransız Devrimini doğuran süreç öncesinde Gramsci’nin çok önem verdiği aydınlar aracılığıyla yeni bir politik düzlem ortaya çıkmış, Fransız Aydınlarının geniş yığınları eğitip örgütlemesiyle birlikte yeni bir siyasal paradigma doğmuştur. Bu anlamda bütünleşik devlet teorisini geliştiren Gramsci’ye göre iktidar ve hegemonya artık baskı ve zor ile değil, rıza ve fikir birliği aracılığıyla sürdürülebilen siyasal olgulardır. Foucault’nun biyo-iktidar olarak nitelediği iktidar biçimini, ondan yaklaşık kırk yıl önce, farklı bir bağlamda rıza ve konsensüs kavramları üzerinden açıklayan Gramsci, bu anlamda çağdaşlarının öncelediği bir teorisyen olduğunu gözler önüne sermektedir.

Felsefesinin köklerini Machiavelli ve Marx’ta bulan Grasmci, bu iki filozofun da eksik bir değerlendirilmeye tabi tutulduğunu ifade ederken, Machiavelli’nin yalnızca etik bağlamda ele alınmasını gülünç bulmuştur. Zira Fransız devrimi sonrası burjuva sınıfı öncülüğünde gelişen sivil toplum alanının en önemli araçlarından biri olan siyasal partinin işlevini, Machiavelli’nin ‘Prens’inden hareketle ele alan Gramsci, bu anlamda hem Machiavelli’nin toplumsal dönüştürücülük anlamında büyük fikirlerinin yeniden değerlendirilmesine olanak sağlamış ve hem de gelişen sivil toplum alanındaki güç ve toplumsal dönüştürücüklükteki liderliği ile ‘Modern Prens’e özel bir yer açarak, Batı sosyalist stratejisine rehber olmuştur.

Marx ile bağını asla kaybetmeyen, düşüncesini buradan hareketle şekillendiren, ancak yine de marksist yazına yeni fikirler getirmesini bilen Gramsci, altyapının belirleyici gücünü inkâr etmeden, üstyapı araçlarının önemini vurgulayan ve hatta tarihsel materyalizmin kesinliğinin sanıldığı kadar mutlak olmadığını Rus Devrimi üzerinden açıklayan bir düşünürdür. Ekonomizm, materyalizm, pozitivizm eleştirileri nedeniyle çağdaşlarından farklı bir yorum ortaya koyan, bu tavrı nedeniyle altyapıyı önemsemediği yönünde eleştiriler alan Gramsci’nin, çağının koşullarıyla geliştirmiş olduğu politik stratejinin nüveleri aslında yine Marx’ta bulunur. Gramsci felsefesinin belki de en önemli kavramı olan hegemonya, köklerini elbette ki politik toplum ve sivil toplum ayırımında bulur. Buna göre Fransız Devrimi ile başlayan, 1870’lerde ivme kazanan ve nihayet I.

Dünya Savaşı ile son halini alan yeni politik düzlem iyi okunmalı ve anlaşılmalıdır. Bu

78

bağlamda hegemonyanın kurulabilmesi için sivil toplum araçlarının önemine vurgu yapmış olan Grasmci bu hususta köklerini yine Marx’ta bulur.

Gramsci’nin hegemonyanın kurulması sürecinde büyük önem atfettiği, siyasal parti, sınıf ittifakı, aydınlar ve eğitim gibi kavramlar, Marx’ın felsefesinde de yeri ve önemi olan kurum ve olgulardır. Gerek Blanquiciler, gerekse de anarşistlerle girdiği tartışmalarda Marx, çok belirgin bir biçimde burjuva devlet yapısının formlarıyla, özellikle genel oy, seçimler, partiler, sendikalar ile proletarya siyaseti arasında çok doğrudan bir süreklilik görür. Blanquiciler işçi sınıfının devrime hazır olmadığını, devrimden sonra da uzun bir süre iktidara hazır olmayacağını vurgularken, Marx tam tersi bir düşünce ve tavır ortaya koyar. Bu tavır işçi sınıfının ancak mevcut demokrasi –burjuva devlet yapısı- içindeki formlar yoluyla, yani genel oy, demokratik örgütlenme ve hatta doğrudan o dönemin burjuva demokratik devrimlerine katılma yoluyla kendi kendini eğitebilmesinin vurgusudur. Marx eğitimi, öz örgütlenme ve bilinçlenme olarak algılarken, Gramsci de aslında tüm bunlardan farklı bir tutum ortaya koymamış ancak bu düşünüş biçimini zenginleştirmiştir. Marx eğitimi bir öz örgütlenme, bilinçlenme olarak kavrarken, Gramsci de, eğitimi, hegemonyanın kurulmasında, işçi sınıfının kendi dünya görüşünü oluşturmada, bu görüşün geniş kitlelere yayılmasında ve elde edilecek iktidarın sürdürülmesinde anahtar kavramlardan biri olarak görür.

Bununla birlikte Marx ve Machiavalli’den ödünç aldığı bu görüşleri çağının problemleri ile yoğuran, faşizmin yükseldiği bir dönemde yeni kavramlar üreten, yükselen faşist dalgaya karşı Batı sosyalist dünyası için bir reçete hazırlayan Gramsci’nin felsefesindeki en önemli kavram, bugün hala sıklıkla kullanılan, politik çözümlemelerde hala anahtar bir kavram konumunda olan, hala aynı sivil toplum araçları ile iş gören

‘hegemonya’ kavramıdır. Modern siyasal düzlemde rızanın önemine vurgu yapan Gramsci açısından hegemonya her şeyden önce politik topluma sahip konumdaki iktidar bloğunun sınıf çıkarlarıyla örtüşen ve hukuk kuralları çerçevesinde bilinçli olarak kurulan örgütlenmiş rızadır. “Gramsci’nin hegemonya teorisinde ‘örgütlü rıza’ şu veya bu bireyin herhangi bir eyleme katılmak için sergilediği öznel irade değil, o iradenin demokratik olarak temsil edilebilmesi için gerekli nesnel yasal koşulların oluşturulması anlamına gelir. Bu rıza tek tek bireylerin eylemlerinin bir sonucu olmaktan ziyade politik toplum

79

tarafından örgütlenen ortak bir iradedir.”110 Bu yüzden yeni bir hegemonya yaratmak, yönetici sınıfın çıkarları doğrultusunda belirlenmiş olan, yasal olarak izin verilen sınırlar içinde bireylerin kendi özgür eylemlerini seçebilecekleri iradelerini örgütlemek demektir.

Sosyalist reçete dahilinde hegemonya kavramının altını çizen Gramsci açısından politik ve sivil toplum alanlarını elinde tutan hâkim burjuva sınıflar büyük avantajlara sahipken, işçi sınıfı için hegemonya kurmak zor olmasına rağmen imkânsız değildir.

Buna göre işçi sınıfı egemen sınıfa karşı önce ideolojik olarak sivil toplum alanında, aydınlar, siyasal parti, özel okullar, sendikalar vs. aracılığıyla mücadele vererek sivil toplumu ele geçirmeli, bu sürecin sonunda ise politik toplumu da ele geçirerek iktidara sahip olmalıdır. Gramsci’nin özgün düşüncesinin bir görünümü de bu noktada açığa çıkmaktadır. Zira işçi sınıfı iktidar mücadelesindeki bu süreçte yönetici sınıfın sivil toplum alanındaki faaliyetlerini sekteye uğratmalı ve yönetici sınıfın hegemonya kurmak için kullandığı kurumların altını oyarak kendi ideolojisini yaygın ve kalıcı hale getirmelidir. Grasmci tam da bu noktadaki tavrı ile kapitalizmin, ekonomik ve toplumsal krizler ile çöküşe geçmesini bekleyen ekonomizmlerden farklı bir tutum sergilemiş olur.

Kaderci bir tutumdan ve kapitalist krizleri beklemekten uzak durulması gerekliliğini vurgulayan Grasmsci, bu anlamda en büyük görevi siyasal parti ve organik aydınlara verir. Ona göre nasıl ki “(b)urjuvazi transformizm gibi yöntemlere başvurarak işçi sınıfının organik aydınlarını kendi safına çekiyor veya kendi lehine etkisizleştiriyorsa, işçi sınıfının organik aydınları da ideolojik alanda benzer şekilde mücadele ederek egemen sınıfın entelektüel bloğunu dağıtmalıdır.”111

Gerek önceki kısımlardan gerekse yukarıda yer alan ifadelerden anlaşılacağı üzere, düşüncesini çıkış noktası bölgesel bir problem olsa da, bu problemin analizini Marx ile güçlendiren, II. Enternasyol’e getirmiş olduğu eleştiriler ile uluslararası arenada kendini gösteren ve marksist dünyada kendisine saygın ve özgün bir yer edinen Antonio Gramsci, 20. yüzyıl siyaset felsefesinin en önemli kaynaklarından biridir. Grasmsci, Marx ve marksist dünya ile bağlarını hiçbir zaman koparmamasına rağmen, altyapının önemini ve değerini gözardı etmeden, yeni bir siyasal çözümlemeye girişmiş; bu çözümlemedeki

110 Özgüden a.g.e., s. 127

111Özgüden, a.g.e., s. 134

80

kavramsallaştırmalarıyla ( mevzii savaşı, manevra savaşı, bütünleşik devlet, hegemonya) günümüz siyaset felsefesine, günümüz politik düzlemine ışık tutmuş, yaptığı iktidar çözümlemeleriyle çağdaşlarından bir adım öne çıkmış; ölümünden sonra -özellikle 1960’lardan sonra- felsefe tarihinde yeri ve önemi anlaşılmış bir filozoftur. Hegemonya kavramını felsefe ve politika dünyasında en çarpıcı şekilde ele alan Gramsci’nin söyledikleri günümüz felsefecileri ve siyaset bilimcileri tarafından hala dikkate alınmakta ve çözüm arayışlarında sık sık kendisine başvurulmaktadır.

81

İKİNCİ BÖLÜM

(ÇAĞDAŞ HEGEMONYA YAKLAŞIMLARI VE MEDYA)

2. GRAMSCİ SONRASI HEGEMONYA ÜZERİNE ÇEŞİTLİ