• Sonuç bulunamadı

Semayı, aziz bir gazabın şiddetli darbesiyle delen, kemikleri dahi buharlaştıran bir güneşli günün ezici gölgesinde çalışmış, mesaisini tamamlamış, kazancını yüklenmiş evine dönüyordu. Esmer alnından titreyerek sızan ve sıcakta kavrulmuş sert derisini boydan boya ıslatan, kurşuni toprakla karışmış taze ve tuzlu tere aldırmıyordu. Elleri, harman ettiği kılçıklı başaklar gibi; kazmaktan, dermekten, toplamaktan, kuraktan ve daha nice zorlu vaziyettin çetin hâlleri yüzünden nasırlaşmış, kabuklaşmış ve dikenleşmişti. Ağzında topu topu iki diş vardı. İki keskin, büyük, sağlam, güçlü köpek dişi… Dişleri o kadar büyüktü ki, dişlerin mi kafasına yoksa sivri kafasının mı dişlerine sabitlendiği tartışılabilirdi. Tepesinde ise, sürekli dikelen, sert ve kalın iki tel saç… Yakından bakılsa bunların saç değil de başına saplanmış iki pütürlü çelik testere olduğu fark edilirdi. Zamanın katı kirleri diğerlerini dökmüş, yalnız bu ikisine diş bileyememiş gibiydi. Galiba ellerinin yanında onlar da nasırlaşmıştı. İri ve güçlü gözleri, yıldızlarla beslenen dev bir kara deliğin minyatür şekli idi. Öylesine kavi öylesine hırçın ama öylesine masum bakıyorlardı ki tanımayan birinin gönlünde, birçok duygusu birden hissettirebilirdi.

Arada bir sırtındaki erzakı munis bir tavırla sıvazlıyor, çakıllı yolların buruşuk damarlarından geçip evine doğru devam ediyordu. Üzerindeki yük, neredeyse kendi gövdesi kadar büyüktü. Ama sıska ve kuru bedenine bakmaksızın bu ağır yükü, bir akrobat kadar nahif ve bir olimpik atlet kadar serî hareketlerle taşıyabiliyordu. Boynundan göğsüne dek bakıldığı vakit, ikisi arasındaki tüm iç organlar seçilebilirdi. Zira bu bölge o kadar kuru ve etsizdi ki, ‘’derisi sanki saydam’’

dememek elde değildi. Sırtının üstündeki –kambur tersi- derin çukur, yükünü yerleştirmesi için oldukça avantajlı bir bölmeydi. Bu ihtiyari çıkıntı, yıllar içinde, taşıdığı tüm kederin ve yokluğun derin nişanesi olarak paslı teninde evrimleşmişti.

Ancak böyle bir sırta sahip olmasa bile, yükünü taşımasında dişleri, pek tabii işe yarayabilirdi. Kolları, adi bir korkuluğunki kadar ince; hatta ahşabi idi.

Mübalağasız, bir kürdandan bile zayıf olabilecek bu safi iskelet parçası, pazılarındaki kabarmış kas tabakasıyla, hayret verici bir durum teşkil ediyordu.

Bacakları ise kollarıyla mukayese edilebilecek bir başka uzvu idi. Omzundaki mahvedici ağırlığın hezimeti altında çıtır çıtır kırılmamaları, ihtimal dâhilinde

31

olamayacak kadar garipti. Vücudunun diğer tüm kısımları canavari bir portreye model olabilecek nitelikteyken ayaklarının da bir balerinden farksız olması tuhaf kaçar: bir balerin gibi kıvrak, bir balerin gibi sızılı… Lakin bu aciz varlığın acılı görüntüsünü daha da saçmalaştıran bir durum vardı: göbeği. Bu göbek, helyumla şişirilmiş bir balonun, iki zıt kutbundan tutulup çekilmesi suretinde oluşmuşa benziyordu. Dolgun bir karın, ama diğer her yeri sıska bir beden… Ucube karnının hikâyesi, zavallının, bu çetin iklimde bulup yiyebildiği tek gıda olan arpadan kaynaklanan bir hastalık olsa gerek! Ama böylesine orantısız, böylesine çarpık bir mahlukun, azamet ve onur ile çalışması, takdire şayan bir mevzuydu. Demek ki hakiki güç, acizlerin lokmasını çalıp semiz midelere sahip olan sırtlanların, mazlumların hürriyetini gasp edip yıkıcı çeteler kuran aslanların, sadık köpeklere sahip olmaksızın bir parça kara ekmeğe dahi muhtaç kalacak –sözde en- kudretli hayvanların unvanı değil; hastalıklı, körelmiş, ezilmiş; ama ümit, inanç ve azimle yoğrulmuş, -bir böcek kadar- temkinli fakat özgür zihinlerin harcı idi!

Uzun ve çetin yürüyüşten sonra, gene, ailesini beslediği topraktan yaptığı kerpiç evine gelmişti. Yükünü indirip kapıyı çaldı. Kapıyı açan küçük oğluydu.

Babasının tıpatıp aynısı… Yalnız, bu acınası minik yaratığın, sindirici gözlerindeki neşe hemen dikkat çekiyordu. Bir şeyler söylemek istiyor gibiydi. Babası durumu fark edince içeri girer girmez ne olduğunu sordu. Zira bu ufaklığın kolay keyiflenen bir ruhu olduğunu biliyordu. Küçük, ağzında düğümlenen heyecanla: ‘’Baba, baba!’’ dedi. ‘’Bugün bir fare leşi buldum. Çimorman’ın içinde, ağaçları devirmiş yatıyor. Sence onu yiyebilir miyiz? Hem uzun zaman oldu et yememiştik.’’ Babası, nemlenen gözlerinden sızan merhameti gizlemek arzusuyla, cilalı suratını yalandan bir hiddetle buruşturdu ve sakince söylendi: ‘’Yavrum, bir leşi, ancak leşe tabi olan kurtçukların midesi kaldırabilir. Bizim midemizde durmaz. Bırakalım da herkes kendi vazifesini görsün.’’ Heyecanının kırıldığını gören oğluna hafifçe ve samimiyetle tebessüm ederek devam etti: ‘’Hele sen sabah kovaladığın kelebekten haber ver!’’ Bu sözü duyan küçük ve meraklı karınca, fareyi unutup, çimlerde peşinden yuvarlandığı kızıl kuşaklı yeşil kelebeği düşünmeye başladı.

32

CHAOTİCA

BİDOLU

Hiçli bir koltuğun kenarları, parmaklarını bir yarıkta gezdirir gibi aralarda...

Bir temizlikçi lazım bana, beni temizleyecek benden Mitralyözün ayaklarını açacak varsay ki şehvetli bir kadın Ağzımda büyüyecek bir parça gofret

Yine de düşecek emniyet, pim, seriye, arpacık sineme alınacak Ve hayrolsun inşallah

Karaşın bir yağmur başlayacak kurşunî

Siz ölü bir şairi teşhis edebilir misiniz göğsünden akan aşktan?

Ne çok saç, ne çok sakal, ne çok toz, ne çok bidolu kırıntısı, Önce biraz su ısıtmalı cehennem kazanlarında

Önce bir gusül; tüm tarihten arınmağa

Ete yapışmış bin yıllık sperm gibi pul pul döküp, rûzigâra salmalı sağatlerin cümlesini Vakitsiz bir vakitte biraz kahve belki biraz batrakotoksin

Bir de dumanı üstünde üçlü serkeşliği

Unutturur mu bilmem, bilinemezliğin kederini?

Ne az şeker, ne az kahve, ne az tuz, ne az tütün kırıntısı Görmedim, duymadım, konuşmadım

Öylesine bir sessizliği altın bir taç gibi taşıdım başımda Konuşsaydım bun duyulmayanın içinde, herkes inanacaktı Bana yalnız sen inan diye, son bin yıla yalan kustum Biliyor musunuz Hummm

Ben sizi bir başka dünya daha olduğ'nu bilerek sevdim Ne hiç aşk, ne hiç hayat, ne hiç duman, ne hiç umut kırıntısı Bensizliğin arzı neresidir diye kime sorsan, beni gösterir Ben bir sensizliğim, ben bir unutkanlık

Ben bir hatıra defteriyim, ilk sahifesi ikincisi kadar boş

Bundan ıssız bir okul bahçesi gibi bakınmaktayım kıpırdamadan Akasyalar, kavaklar, dişbudak isyan eder gibi hışırdar

At sinekleri de devam eder uçmağa, ejderhalar da altında güneşin Ne zaman nereye dönsem sanki yokluğ'nu biriktiriyorum

33

Benzer Belgeler