• Sonuç bulunamadı

1.3. KONJONKTÜREL DALGALANMALARDAN KRİZLERE

1.3.2. Kapitalizm ve Finansal Krizler

Finansal kriz; ekonomideki ters seçim ve ahlaki tehlikenin artışına bağlı olarak fon kaynaklarının etkin olmayan piyasalarda kullanımı sonucu kredi sisteminin istikrarsızlaşması ile ortaya çıkmaktadır (Mishkin, 1996: 17). Bir diğer tanıma göre ise

sermaye girişleri ve kredi patlamaları ile artan yatırımların desteklediği ekonomik büyümenin belli bir dönem sonra düşüşe geçmesi ile girilen durgunluk döneminin devam etmesi krizleri başlatmaktadır (Kaminsky ve Reinhart, 2001:152). Schwartz ise sahte ve gerçek kriz olmak üzere iki boyutlu bir kriz tanımlaması yapmıştır. Hisse senedi ve gayrimenkul piyasasında yaşanan düşüşler sahte krizleri meydana getirirken; para stoğunda beklenmedik bir düşüşü önlemede Merkez Bankası’nın başarısız olması sonucu yaşanan kriz ise gerçek krizdir (Karacan, 1995:148).

Özetle denilebilir ki, krizler, konjonktür dalgalanmaları boyunca ekonomik ve finansal sistemin normal şekilde işleyişinin bir sonucudur (Wolfson, 1994: 24). Krizler ve dalgalanmalar arasındaki ilişkiyi birebir analiz eden teorisyenlerin başında Fisher, Minsky ve Kindleberger gelmektedir (Özçelik, 2013: 14). Irwing Fisher’le başlayan ve Borç Yaklaşımı adını alan bu teori, daha sonra Minsky ve Kindleberger tarafından geliştirilmiştir.

Fisher’e göre ekonomileri krizi götüren iki önemli unsur, aşırı borçlanma ve ardından gelen deflasyondur (Fisher, 1933: 341). Pozitif dışsal şoklarla belli sektörlerde yoğunlaşan yatırımlar kârlı hale geldikçe artan fiyatlar, bir yandan yatırımları teşvik ederken diğer yandan spekülatif sermaye kazançlarını arttırır ve borçların reel değerini düşürdüğü için ekonomik aktörlerin borçlanma iştahını kabartır. Bu şekilde aşırı borçlanma likit varlıkların bir süre sonra tükenmesine ve ödenemeyen borçlar yüzünden bir likidite krizine sebep olmaktadır. Krize devlet müdahalesi ile düşen fiyatlar ise borçların reel değerini yükseltip, firmaların kârlarını, buna bağlı olarak üretim ve istihdamı düşürdüğü için iflaslar ve yeni bir kriz dönemi meydana gelir (Karacan, 1995: 151).

Parasalcı bir teorisyen olan Minsky, konjonktürün genişleme evresindeki sistematik değişikliklere vurgu yaparak, genişleme evresinin kesinlikle istikrarsız bir dönem olduğunu ve spekülatif yatırım patlamalarına sebep olduğunu vurgulamıştır (Wolfson, 1994: 16). Krizleri yönlendiren başlıca etken olarak ekonomideki dışsal şokları gösteren Minsky’ ye göre, bu dışsal şoklar değişken nitelikte olup; bir savaşın başlangıcı ya da bitişi, hasat dönemlerinin verimli ya da verimsiz oluşu, yeni bir buluşun yaygınlaşması (kanal, demiryolu, otomobil vb.), siyasi olaylar, finansal

başarılar, faiz oranlarında hızlı bir düşüşe sebep olan borç döndürme işlemleri ya da beklenmeyen para politikası değişiklikleri sayılabilir (Kindleberger, 2008: 22-23).

Minsky, genişleme evresi sonunda gerçekleşen finansal kırılganlık kavramını üç durumla ilişkilendirmiştir:

1. Kısa dönemli borçlanmada yaşanan artış, 2. Likiditenin azalması,

3. Faiz oranlarının artışı (Minsky, 1975). Özellikle kısa dönem faiz oranlarının artması, normal nakit akımı içindeki borç sözleşmelerinde rakamsal artışlar yaratmakta ve sistem içinde borçlarını ödemekte zorluk çeken firma sayısında artışa sebep olmaktadır. Bu da finansal bir krizin başlangıç noktasıdır (Wolfson, 1994: 25).

Kindleberger’e göre psikolojik faktörler ve irrasyonel davranışlar finansal krizlerin oluşmasında ana etkenlerdir (Lux, 1995: 882). Kindleberger, varlık fiyatlarında yaşanan ani yükselişlerin finans piyasalarında yarattığı dalgalanmaları rasyonel beklentiler varsayımı altında ve ‘‘spekülatif çılgınlıklar yaklaşımı’’ adı ile incelemiştir. (Kindleberger, 2008).

Finansal krizin cinnet , panik ve çökme evresi olmak üzere üç evreden meydana geldiğini belirten Kindleberger’e göre, ilk evrede spekülatif etkinlik, anormal yüksek getiri sağlayacak finansal araçları pazarlayan girişimciler tarafından bizzat oluşturulur. Yatırım firmaları, finans borsaları ve stok havuzu işletmecilerinin dahil olduğu bu girişimcilere spekülatif kredi vermek için yarışan bankalar bu evreyi oluşturan ana unsurlardır. Kendi pazar paylarını arttırmaya çalışan girişimciler ise spekülatörleri hızla piyasaya çeken ve patlamaya hazır bir pazar yaratırlar (Kilduff, 1988:182). Panik evresinde spekülasyonlar aşırı borçlanma ile birlikte varlık fiyatlarının yükseleceği düşüncesini hakim kılar. İlk evrede yatırımcılar paradan ziyade reel varlıklara yönelirken, panik evresinde durumun farkına vararak bunun tam tersine ellerindeki reel varlıkları nakde çevirmeye çalışırlar. Bu durum, reel varlıkların fiyatlarının hızla düşmesiyle ekonominin çöküş evresine girmesine zemin hazırlar (Karabıyık, 2004:17).

1.3.2.1. 19. Yüzyılda Yaşanan Kapitalist Krizler

Kapitalist üretim tarzının ilk dönemlerinde yaşanan krizler tesadüfi olaylar ve aşırı kâr hevesi ile oluşan spekülasyonlar yoluyla gerçekleşirken, 19. yüzyıldan itibaren sanayileşme ile birlikte dünya ticaretinin gelişmesine paralel yönde ilerlemiştir (Çapraz, 2001: 51).

Tablo 1.2: 19. Yüzyıl Krizlerinin Kronolojisi

Tarih Krize İlk Giren Ülke Konjonktürün Özelliği Krizin nitelikleri

1825-1831 İngiltere

G.Amerika’ya yapılan yatırımların yarattığı yoğun spekülasyonlar, ilk gerçek üretim fazlası krizi

Borsa Krizi, Fiyat düşüşleri, İşçi ayaklanmaları

1836-1843 İngiltere Mali spekülasyonlar Mali Kriz, Toplumsal çatışmalar

1847-1852 İngiltere Demiryolu

spekülasyonu

Kambiyo krizi, Bankacılık sektöründe panik,

Fransa’da siyasi kriz 1857-1858 ABD ABD’de demiryolu spekülasyonu Borsa krizi

1866-1869 İngiltere Demiryolu Spekülasyonu, ABD’de Kuzey-Güney Savaşı ve pamuk kıtlığı Fransa ve İngiltere’de bankacılık sektöründe kriz 1873-1878 Almanya- Avusturya Demiryolu Spekülasyonu Krizin ülke değiştirmesi

Berlin, Viyana ve New York Borsalarının çöküşü, İşçi

ayaklanmaları ve kriz

1882-1886 Fransa Fransa’nın ilerleme kaydetmesi Borsa krizi, 1884-1885’de ABD’de demiryolu paniği, Chicago’da işçi gösterileri 1890-1895 İngiltere Sanayide yoğunlaşma, İngiltere ve Fransa’nın sanayi yatırımlarının artması, ABD’de yeniden canlanma İngiltere’de Baring Krizi, 1893’de ABD’de başlayan gecikmiş kriz, Sanayide güçlü yoğunlaşmalar ve işçi ayaklanmaları

1825-1896 arası sekiz kriz yaşayan ilk sanayileşmiş ülkelerde bu süreç düzenli aralıklarla tekrarlanmıştır. Genel olarak, üretimde ve fiyatlarda hızlı bir düşüşe paralel olarak, istihdam ve ücretlerin gerilemesi, iflasların ve toplumsal huzursuzlukların baş göstermesi ve nihayetinde finans piyasalarında çöküşlerle sonuçlanmıştır (Rosier, 1994: 19).

Demiryolu spekülasyonu olarak nitelenen ve 1845’li yılların başından itibaren devamında benzer bir çok krize temel teşkil eden bir krizler silsilesi yaşanmıştır. 1857 yılında ABD’de bazı bankaların batması ile oluşan kısa süreli kriz ise Karl Marks’ın kredi mekanizması ve spekülasyonlar yoluyla finansal sistemin nasıl istikrarsızlaştırıldığı ve krizlere sebep olduğu yönündeki teorisine dayanak niteliğinde olmuştur (Durmuş, 2011: 73).

Uluslararası düzeyde kapitalizmin yarattığı ilk kriz niteliğini taşıyan ve 1873 tarihinde yine ABD merkezli ortaya çıkan kriz ise Avusturya ve Almanya’nın ardından İtalya, Hollanda ve Belçika’ya yayılarak 1896 yılına kadar devam etmiştir. Çapraz (2001)’ın Müller URS-Plantenberg (1985:24)’ den aktardığına göre 1873-1896 bunalımı ‘‘kapitalist toplumun sosyal örgütlenişinde ve dünya piyasasının yapısında köklü nitelikte değişmelere yol açtığı’’ söylenebilir.

1.3.2.2. 20. Yüzyılda Yaşanan Kapitalist Krizler

1906 yılında meydana gelen San Francisco depremi sonrasında ABD ekonomisi büyük bir zarara uğramıştır. GSMH’ sının yaklaşık %1,5’luk kısmını bu depremin zararlarını karşılamak için harcamak zorunda kalan ABD’ye, İngiltere, Almanya, Fransa ve Hollanda yaptıkları yardım fonlarıyla destek olurken, birçok yabancı sigorta şirketi de San Francisco fonlarını sigortalayarak garanti altına almıştır (Odell ve Weidenmier, 2004: 1002-1003). ABD’ye altın akışında yaşanan artışa, İngiltere ve Avrupa Merkez Bankalarının faizlerini yükselterek tepki göstermeleri sonucu, ABD ekonomisi 1907 yılında kısa süreli ancak etkili bir resesyon sürecine girmiştir (Bruner ve Carr, 2007:13-14). Deprem sadece ABD’yi ilgilendiriyor gibi gözükse de altın standardına uyan birçok ülke ekonomisini olumsuz etkilemiştir (Johnson, 1908: 455).

1907 Paniği, Amerikan finans sisteminde önemli bir değişikliğin de ilk basamağı olmuştur. Uzun süren bu panik süreci, önce Ulusal Para Komisyonu, ardından Amerikan Merkez Bankası (Federal Reserve System)’ nın kurulmasında etkili olmuştur (Tallman ve Moen, 1995: 9).

Kapitalist sistemin gördüğü en derin; ekonomik, sosyal ve toplumsal açıdan en ağır sonuçları doğuran krizi, 1929’da yaşanan Büyük Bunalım olmuştur. New York borsasında yaşanan spekülatif hareketlerin oluşturduğu finansal balonun patlamasıyla ortaya çıkan kriz, başta ABD ekonomisi olmak üzere bütün dünyaya hızla yayılmıştır. Bu süreçte birçok banka batmış, ABD milli gelirinin %30’unu kaybetmiş, işsizlik ise %3’ten %25’lere çıkmıştır. Tüketici fiyatlarının %27 düşmesi tüm sektörlerin gelir ve kârlarını düşürmüş, buna bağlı olarak ücretler ve fiyatlarda da ciddi düşüşler meydana gelmiştir (Stiglitz, 2000: 6).

Birinci Dünya Savaşı sonunda ABD sanayiinin hızla gelişmesi, ülkenin hızlı bir refah sürecine girmesine ve dünya ekonomileri arasında lider konuma yükselmesine neden olmuştur. Üretim ve alt yapı hizmetleriyle hızla ilerleyen ABD’de artan üretim ve büyüme rakamları, hisse senetleri piyasasında ise çeşitli spekülatif hareketlere sebep olmuştur. 1928 yılından itibaren faiz oranlarındaki düşük seyir, yatırımcıları borsaya yönlendirmiş, hisse senedi fiyatlarında yaşanan artıştan dolayı, 1926’da 100 olan kur endeksi, aynı yılın eylül ayında 216’ya yükselmiştir (Hamitoğulları, 1975: 202). 29 Ekim 1929’da 16,5 milyon hisse senedinin bir anda satılmasıyla New York Borsası tarihinin en kötü gününü yaşamış, borsa hızla düşmüş ve gelecek yıllarda da düşmeye devam etmiştir (Nere, 1980: 58). Krize giden yolda en büyük sorun üretim olanaklarının fazlasıyla genişlemesine karşın, tüketim (talep) olanaklarının görece sınırlı kalmasıdır (Gouverneur, 1997: 245).

1929 Buhranı’ nın yayıldığı çevrenin bu kadar geniş olması ve uzun süre devam etmesinde uluslararası bir son kredi merciinin bulunmaması gösterilmiştir (Kindleberger, 1989).

Kapitalizmin ekonomileri uzun genişleme dönemlerinden uzun bunalım dönemlerine sürüklediği görülmektedir. 1970’lerde başlayan bunalım da bunun en tipik örneğidir. 1945’den 1960’ların sonuna kadar olan dönemde, üretim ve tüketimde yaşanan hızlı artış, 1970’lerden itibaren yerini sürekli artan işsizlik ve düşük büyüme

oranlarına bırakmıştır. Büyümenin uzun süreli gerileyişi konjonktürel bir aşırı üretim krizinden ziyade birikimin oluşumunu engelleyen temel sorunların oluşturduğu yapısal bir krizden kaynaklanmıştır (Gouverneur, 1997: 253).

1970’lerin başında dünya ekonomilerinin genelinde gözlemlenen durgunluk evresi, 1971’de Bretton Woods sisteminin çöküşü, ardından OPEC’in petrol fiyatlarını arttırması ile stagflasyonist yeni bir sürece girmiş, 1973’te Birinci Petrol Krizi, 1979-80 yılında ise İkinci Petrol Krizi başta gelişmekte olan ülkeler olmak üzere tüm dünyayı etkilemiştir (Kazgan, 2008: 132).

Bu dönemde bunalıma yol açan çeşitli faktörler mevcuttur: Sermayenin organik bileşimindeki yükseliş, kullanılan yeni teknolojiler, sınıflar arası güç ilişkileri, hammadde fiyatlarında yaşanan artış, Bretton Woods sisteminin çöküşü ile ABD’nin iktisadi anlamda hegemonyasının gerileyişi, dünya pazarlarının bölünmüşlüğü ve üretimin küreselleşmesi ile ulusal iktisat politikalarıyla çelişmesi sayılabilir (Balkan, 1994: 43-46). Bu süreç içinde az gelişmiş ülkelerin dış borçlarında yaşanan birikimli artışlar, bir dış borç krizine sebep olmuş ve IMF tarafından verilen kredilerle bir borç yükünden kurtulan kriz ülkeleri çok daha zor bir yükün altına girmişlerdir (Weintraub, 1984: 23).

1990’lı yıllarda ise gerek Latin Amerika ülkelerinde gerekse Türkiye ve Rusya’da yaşanan krizlerin temeli finansal sistemlerdeki yapısal problemlerden kaynaklı olup hepsi birer borç krizi ile sonuçlanmıştır. 90’ların sonuna doğru yaşanan Asya krizi ise sermaye çıkışları sebebiyle yerel krizlerin yayılarak globalleşmesi hususuna yeni bir boyut kazandırmıştır (Aktürk, 2010: 4).

1994 yılında Meksika’da yaşanan parasal kriz, diğer adıyla Tekila krizi, Latin Amerika ülkelerinin hemen hepsine sıçrayarak hem reel ekonomilerde hem de psikolojik bir unsur olarak piyasanın genelinde bir resesyon süreci yaşatmıştır (Alpagu, 2015: 138).

1990 yılı başında Tayland’da varlık fiyatlarındaki balonun patlamasıyla baş gösteren Asya krizi, bankalar ve finans kuruluşlarının kredi portföyleri ile bilançolarının kalitesi ve borçluların net varlıklarının değerinin düşmesine neden olmuştur (Worldbank, 1999). 2 Temmuz 1997’de Tayland Bahtının devalüe olmasıyla başlayan Asya finansal krizi ardından birçok ülkenin para biriminde değer kaybına yol açarken,

özellikle 1990’lardan beri batık kredilerle başı dertte olan Japon bankacılık sistemini derinden etkilemiştir. Asya krizi, gelişmekte olan ülkelere fon akışında da ciddi kesintiler yaratmıştır. 1997 yılında 274 milyar dolar olan bu fonlar, 1998’de 149 milyar dolara kadar gerilemiştir (Altunbaş vd. 2006: 702).

1998 yılı Ağustos ayında ise rublenin devalüe edilmesi ile Rusya yeni bir kriz sürecine girmiştir. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bir dizi reform süreci ile serbestleşme hareketlerini başlatan Rusya, piyasa ekonomisi olma yolunda çeşitli adımlar atmıştır. Enflasyonla mücadele kapsamında uyguladığı sıkı para ve maliye politikaları ile bir anlamda başarıya ulaşan Rus ekonomisinde faizler yükselmiş ve ruble değer kazanmıştır (Pinto ve Ulatov, 2010). Öte yandan özelleştirme süreciyle başlayan yapısal düzenlemeler arasında bankacılık sistemi sağlam bir zemine oturtulmamış ve devalüasyon riskine maruz kalmıştır. Yolsuzluk problemi ise hem yerli hem yabancı yatırımcı için bir risk unsuru oluşturmuştur. 1998 yılında petrol fiyatlarında yaşanan düşüş ve faizlerdeki yükseliş sonucu Rusya’ya yapacağı vergi reformu taahhüdü sonucu bir yardım paketi hazırlanmış ancak uygulamada yaşanan sıkıntılar Rus hükümetini devalüasyon yapmaya mecbur bırakmıştır (Bocutoğlu ve Çelik, 2000:124).

2008 küresel krizi, Büyük Bunalım’dan bu yana dünya ekonomilerine en büyük tahribatı veren ikinci büyük krizdir. Krizin oluşumda en önemli sebeplerden biri sermayenin üretimden mali alana kayması şeklinde adlandırılan ve üretimde daralma ile sonuçlanan kapitalizmin malileşme sorunudur (Foster, 2008: 45).

ABD’nin en köklü yatırım bankalarından biri olan Lehman Brothers’ın çöküşü ile başladığı ile kabul edilen kriz, Eğilmez (2009)’a göre, çoktan patlak vermiş bir krizin ancak o dönemde anlaşıldığı şeklinde yorumlanmıştır (Eğilmez, 2009: 68).

Küresel kriz, ABD bankalarının konut sahibi olmak isteyen her kesime, kredibilitesine bakılmaksızın, verdikleri düşük faizli ve uzun vadeli mortgage kredilerinin geri ödenememesi sonucu, konut piyasasında başlayan şişme sürecinin finans piyasalarını, ardından reel ekonomiyi ve diğer dünya ekonomilerini etkilemesi sonucu oluşan ve uzun süre devam eden bir kapitalizm krizidir.

2008 krizinin oluşum aşamaları kısaca şu şekildedir (Akman, 2010: 253-257):

1. 2000’li yıllar boyunca varlık ve konut fiyatlarındaki aşırı artış ve oluşabilecek balon ihtimali algısı.

2. Konut piyasasında yaşanan doygunluk süreci ve 2007 itibariyle düşmeye başlayan ev fiyatları.

3. Düzenleyici kuruluşların aldıkları tedbirlerin piyasada yarattığı panik hali. 4. Mortgage’a dayalı menkullerin derecelerinin düşürülmesi, Bear Stearns’ün

hedge fonlar ile ilgili sıkıntısı, Goldman Sach’ın zarara uğraması, HSBC ve BNP Paribas bankalarının mortgage yüzünden zarara uğraması ve ardından gelen banka batışları.

5. Fed ve hükümetin müdahalede gecikmeleri.

6. Banka ve finans kuruluşlarının açıkladıkları zararlar yüzünden kredi piyasasına olan güvenin sarsılması ve kredi daralmaları.

7. Lehman Brothers’ ın çöküşü ile krizin uluslararası paniğe dönüşmesi, ABD ekonomisinin yarattığı talep düşüşü ile krizin reel sektöre sıçraması.

8. Fed’ in müdahalesi ile faiz oranlarının seri şekilde düşürülmesi ile Avrupa ve Asya Merkez Bankalarının da düşük faiz politikası uygulamaları.

9. Kriz sürecinin durgunlaşması.

10. Kriz sonrası yapılması planlanan düzenlemelerle ilgili tartışmalar.

11. Reel ekonomide gerilemenin durması ve krizden çıkış fikrinin yaygınlaşması. 2000 yılında ABD’de yaşanan eşik altı emlak (sub-prime mortgage) kredilerinin yarattığı sarsıntı o haliyle kalsaydı dalgalanma olarak anılacaktı, ancak 2008’de Fannie May ve Freddie Mac gibi finans kuruluşlarının devlet tarafından devralınması ile başlayan ve bir dizi banka batışıyla devam eden süreç kriz adını almıştır (Eğilmez, 2009: 49).

Eski Fed Başkanlarından biri olan Alan Greenspan, Fed’in düşük faiz politikasına yapılan eleştirilere karşın, kişi ve kurumların spekülasyon hırsı durdurulmadan, yaratılan bu tür finans balonlarının geleneksel para politikaları ile çözümünün mümkün olmadığını vurgulamıştır (Greenspan, 2007).

İKİNCİ BÖLÜM

Schumpeter, Ülgener üzerinde etkisi büyük bir filozof, aynı zamanda Ülgener’in Harvard döneminde hocası olmuş bir teorisyendir. Akademisyen kimliğinin ötesinde bizatihi kişiliği, nezaketi ve ahlaki duruşu ile de Ülgener’in hayranlığını kazanan Schumpeter, Ülgener için yalnızca bir iktisatçı değil, aynı zamanda önemli bir sosyolog ve tarihçidir (Ülgener, 2006: 166).

Schumpeter’in teorisyenliğinin yanı sıra bir tarafıyla tarih, sosyoloji, politika ve felsefeye, diğer tarafıyla bilimsel zemine oturttuğu inanç dünyasına açılan penceresi, Ülgener’ de yankı bulmuş önemli noktalardır.

Kişisel özellikleri ile de birbirlerine benzer bir çok yanı olan Schumpeter ve Ülgener’de; pozitif ve neşeli tavırlarının altındaki derin düşünceler, muhafazakar yapıları, popülerlikten uzak yaşam tarzları, mütevazi ve görgülü tutumları, ikisinin de bir dönem yaptıkları banka genel müdürlükleri, dile olan hakimiyetleri, özel hayatlarında yaşadıkları benzer sıkıntılar ve hatta vefat biçimlerinin bile birbirine yakın olması şaşırtıcı bir şekilde benzerlik göstermiştir (Sayar, 2006: 211-222).

İktisadi politikalar bağlamında Schumpeter’in planlamacı tavrına benzer şekilde Ülgener’in de Keynesçi planlamayı savunması (Sayar, 2006: 202), ikisinin de bu noktada Klasik görüşten ayrıldıklarına bir kanıt niteliğindedir. 1980’lerde Ülgener’in zihniyet ve din arasında kurmuş olduğu nedensellik bağı üzerinde, Schumpeter’in kapitalizm sonrası sosyalizme alternatif olarak sunduğu ekonomik düzen anlayışının (Sayar, 1997: 56) etkili olduğu görülmektedir. Bunun yanı sıra Ülgener’in tarih filozofluğu tarafının güçlenmesinde de yine Schumpeter’in etkisi (Sayar, 1998: 403) fazlasıyla hissedilmiştir.

Schumpeter’in iktisadi yönüyle Ülgener’i en fazla etkilediği alan ise konjonktür teorisi olmuştur (Sayar, 2006: 201).

2.1. ALMAN TARİHÇİ OKUL VE WEBER ETKİSİ

Tarihçi okulun en genç üyeleri olarak adlandırılan Spiethoff, Sombart ve Weber (Schumpeter, 2006: 784) hem Schumpeter hem de Ülgener üzerinde etkinliği hissedilir sosyologlardandır. Schumpeter, Weber’i meslektaşları ve öğrencileri arasında liderliği derinden hissedilen ve akademik dünyanın gelmiş geçmiş en önemli

şahsiyetlerinden biri olarak tanımlarken (Schumpeter, 2006: 785) Ülgener, zihniyet dünyasının kapılarını Weber’le aralamıştır.

Klasik iktisadın gelişmiş ülkeleri baz alan büyüme modellerinin az gelişmiş ülkeler için sadece bir temastan ibaret kalmasına, Tarihçi Okul ve onun ‘‘kapitalist/ kapitalist olmayan ülkeler’’ şeklinde yaptığı keskin ayrımlar yeni bir başlangıç olmuştur.