• Sonuç bulunamadı

3.2. ÜLGENER’İN KRİZLERE BAKIŞ AÇISI

3.2.6. Ülgener’e Göre Alternatif Yöntem

Ülgener, kapitalizm karşıtı bir düşünür değildir. Kapitalizmi sermaye birikimi, özel mülkiyet ve serbest ticaretin hukuksal zemine oturtulmuş hali olarak ya da Marx’ın dile getirdiği gibi sermaye yığınından ibaret değil, aksine düşünen ve irade sahibi olan insan zihniyeti olarak değerlendirmiştir (Ülgener, 1984: 7).

Kalvinizm akımı nasıl ki Batı’da ‘‘endüstriyel kapitalizm’’ in oluşumuna neden olduysa, Tasavvuf felsefesi de Osmanlı toplumunu Ortaçağ zihniyetine döndüren hırs ve tahakkümün esaretinde ‘‘rant kapitalizmi’’ ni meydana getirmiştir (Ülgener, 2006b: 137).

Ülgener siyasetle bilfiil ilgili olmamasına rağmen, yaptığı Marksizm eleştirileri ve toplumun evrimsel sürecinin kendiliğinden oluşan tarihsel bir süreç olduğu şeklinde,

dönemin Kemalist çizgisinden farklılaşan görüşleri dikkate alındığında, Türk siyasi düşünce tarihi içinde ılımlı liberal bir düşünür olarak nitelendirilmiştir (Yılmaz, 1997: 94-95). Ülgener Kemalist düşüncenin jakoben bir devrim anlayışı ile kocaman bir zihniyet dünyasının değiştirmesinin imkansız olduğunu ve kapitalist, rasyonel insan modelinin yalnızca piyasa şartlarının genişletilmesi suretiyle yaratılabileceğini savunmuş, bu sayede gerçek İslam’ın kapitalizme dönük anlayışına ulaşılabileceğini vurgulamıştır (Yılmaz, 2003: 491).

Ülgener alternatif bir sistem hususunda açık ve net bir görüş belirtmeyerek bu konuda açık uçlu ve genel ifadelere yer vermiştir. Sistemsel bir değişiklikten ziyade üzerinde özenle durduğu iktisadi zihniyet bağlamında düşünüldüğünde, insanların zihinlerinde yer etmiş, doğru bilinen yanlış kalıplarının düzeltilerek ve farklı bakış açıları kazandırılarak sisteme tekrar geri kazandırılması hususunda ise bir çıkış noktası yakalamak mümkündür. Ancak gelenek, görenek ve alışkanlıklarla sıkı sıkıya bağlı olan zihniyet anlayışının değişmesi nesiller boyu sürecek uzun bir süreçtir.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

İktisadi tarih incelemeleri Sanayi Devrimi ile başladığı kabul edilen kapitalizmin, iktisadi olduğu kadar toplumsal ve siyasi arenada da kendini göstermeye başladığı 19. yüzyıldan itibaren, Avrupa ekonomisi başta olmak üzere, gelişmiş ülke ekonomileri arasında dalga dalga yayılması sonucu, bu ülkelerin karşılaştıkları iktisadi dalgalanma ve krizlerin de bir takım değişikliklere maruz kaldığını göstermiştir. Uzun dönemdeki ekonomik faaliyetlerin artış ve azalış yönlü ritmik hareketleri şeklinde açıklanan Konjonktürel Dalgalanmalar kavramı da kapitalizmle özdeşlemiş yapısıyla iktisatçıların ilgilendiği yeni bir alan olarak ortaya çıkmıştır.

Genişleme ve daralma dönemleri arasında zirve ve dip noktalarını gören evrelerle tamamlanan bir konjonktür döneminde, ekonomik faaliyetlerin yavaşlaması ile daralma sürecine giren ve sürecin uzamasıyla depresyona giren ekonomilerde, dip noktasını gören konjonktür, bir süre sonra yukarı yönlü harekete geçerek canlanma evresine geçişi sağlar. Atıl durumdaki stokların erimesi ve depresyon döneminde düşen kredi faizleri ile yeni yatırımcılara fırsat yaratan bu süreç, ekonomileri hızlı bir toparlanma sürecine sevk eder. Tam kapasite ile çalışan firmalar, ve tam istihdam dönemi ile ulaşılan zirve noktası ekonomik faaliyetlerin en üst seviyede yaşandığı dönemi ifade eder. Zirve ile doyum noktasına ulaşan ekonomide düşen yatırımlar ve azalan talebe bağlı olarak yavaşlayan üretim, bir taraftan maliyet artışları ile enflasyonist bir süreç doğururken, diğer taraftan işsizliğe neden olur ve yeni bir daralma sürecini beraberinde getirerek bir konjonktür döneminin tamamlanması anlamına gelir.

Konjonktürel dalgalanmaların nedenleri hakkında yapılan çalışmalar üzerinde bir görüş birliği olmamakla birlikte para ve finans piyasaları aracılığıyla yaratılan krediler ve beklentiler dahilinde atılan adımların ekonomileri krize sürüklediği yönünde iktisatçılar arasında genel bir görüş hakimiyeti söz konusudur. Buna ek olarak savaş, doğal afet ya da iklim koşulları gibi dışsal unsurların yanı sıra, nüfus artışı ve politik istikrarsızlıkların da dalgalanmalara sebep olduğu yönünde çalışmalar mevcuttur.

Neo Klasik iktisat öğretisi konjonktürel dalgalanmaları ekonomide geçici bir durgunluk dönemi olarak nitelendirirken, durgunluktan çıkış noktasında herhangi bir müdahale olmaması gerektiğini savunmuştur. Buna karşın Keynesyen iktisat buhran döneminden çıkış için talebi arttırıcı devlet müdahalelerinin gerekli olduğunu

vurgulayarak 1929 krizi sonrası uygulanan politika önerileri sayesinde yükselen bir fenomen olmuştur. 1960’lı yıllarda yanlış para politikalarının uygulanmasını dalgalanma nedeni olarak gören Monetarist iktisat, Keynesyen görüşün yerini alırken; Petrol Krizi ile yeni bir döneme giren dünya ekonomilerinde parasal ve teknolojik reel şoklarla dalgalanmaları açıklayan Yeni Klasik akım 1970’li yılların ortasından itibaren popülerlik kazanmıştır. Bu dönemde Keynes’in ihmal ettiği arz cephesini sisteme dahil eden Yeni Keynesyen akım ise para politikalarının toplam talep, yatırım ve ihracatı arttırıcı iktisadi etkinliği üzerinde durmuştur.

Schumpeter ise konjonktürel dalgalanmaları inovasyon kavramından yola çıkarak açıklamıştır. Schumpeter’e göre ekonomik gelişmenin lokomotifi olarak nitelendirilen girişimci ve bu girişimci eliyle gerçekleştirilen inovasyonlar, ilk gerçekleştikleri zaman ekonomide canlanma yaratarak yatırım, talep ve üretim artışı sağlayacak; maliyetleri düşürerek verimliliği yükseltecektir. Böylece ekonomileri refah evresine taşıyacaktır. Öncü girişimci olarak nitelendirdiği belli sayıda liderin başını çekerek ortaya çıkardığı inovasyonlar, sağladığı yüksek kârlarla piyasaya yeni girişimcilerin dahil olması için fırsat yaratırlar. Öncüler sayesinde piyasaya girişleri kolaylaşan yeni girişimciler ise var olan teknolojiyi kullanarak ve rekabeti arttırarak inovasyonların yenilik olma özelliğinin yitirilmesine neden olur. Kârlılık oranlarının düşmesi ve azalan talep, ekonomileri durgunluk sürecine ve depresyona sürükler. Schumpeter’e göre ekonomileri depresyondan çıkaracak ve yükseliş trendine geçirecek olan tek unsur yeni girişimciler ve onların yapacakları inovasyonlar olacaktır.

Konjonktürel Dalgalanmalar içerisinde farklı bir yerde konumlanan ekonomik krizler kapitalizm öncesi dönemle kıyaslandığında birbirini takip eden konjonktürel sürecin bir parçası olarak kabul edilmiştir. Kapitalizm öncesi döneme göre para ve finans piyasalarının müdahalesi ile ortaya çıkan krizler, döngüsel sürecin doğası gereği yaşanması gereken dönemler olarak belirlenmiştir.

Kriz ve ardından gelen buhranları iki farklı dönem itibariyle inceleyen Joseph Schumpeter ve Sabri Ülgener farklı bakış açılarıyla çıktıkları yolda, benzer izleri takip edip, sonunda aynı noktaya ulaşmışlardır.

Kapitalist sisteme karşı olmayan ve kapitalizm öncesi Ortaçağ toplumlarını genelleyen bir portreyi, kapitalistleşemeyen Osmanlı Devleti ve üzerindeki etkinliği ile

İslam dini vasıtasıyla analiz eden Ülgener, kapitalist çizgilerin aslında yüzyıllar öncesinde belirmeye başladığını ancak bu çizgilerin kapalı ve dar kalıplara sıkışmış zihniyet sebebiyle gelişemediğini vurgulamıştır. Kapitalizm öncesi krizleri ise oluşum şekilleri açısından değerlendirdiğinde kapitalist sistemin atfettiği gibi yalnızca dışsal saiklerle bezenmiş bir dünyadan ziyade bizzat sistemin içinde yeşeren ve olgunlaşan faktörler üzerinden gerçekleşmiş kriz dönemleri olarak nitelendirmiştir. Ülgener kapitalizm öncesi krizleri basitleştiren ve hatta incelemeye değer görmeyen bakış açısına şiddetle karşı çıkmış, kapitalizmin belli bir kesit dönem değil, aksine uzun bir süreç olduğunun bilincine vararak incelediği krizler tarihini pre-kapitalist devirlere kadar geri götürmüştür.

Schumpeter’e göre sürekli değişim ve gelişim içinde olan iktisadi koşullar üretim yöntemlerinin de aynı hızla değişme ve gelişmesine olanak sağlamaktadır. Bu sebeple kıtlık, deprem, savaş gibi bir takım talihsiz olaylar ile tesadüf eseri elde edilmiş gömü ve ganimetlerin bulunması ve hatta çeşitli tarifeler ve bankacılık düzenlemeleri de dahil olmak üzere ekonomik iradeye bağlı olmayan, tamamen dışsal unsurlarla şekillenmiş bir ekonomide krizlerin oluşumunu bu sebeplere bağlamak başlı başına yanlış ve eksik bir mantıksal çıkarımdır. Schumpeter’e göre dışsal faktörler, krizlerin tetikleyici ya da yoğunlaştırıcı unsurları olmaktan öteye geçmezler. Bu, bir anlamda ekonomik unsurlar arasındaki kişi ve onun iradesini yok saymak anlamına gelmektedir.

Schumpeter’in dışsal unsurlar olarak nitelendirdiği faktörler Ülgener için de geçerli olmakla birlikte Ülgener, dışarıdan içeri yönlü olarak belirttiği bu unsurları nüfus yoğunluğuyla ilişkilendirmiş ve doğal sebepler ya da siyasi istikrarsızlıklar sonucu oluşan krizlerin, yalnızca üretim kaynaklarının nüfusa kıyasla yetersiz kaldığı toplumlarda meydana geldiğini savunmuştur. Ancak ticaretin geliştiği büyük tüketim merkezlerinde, iktisadi ve toplumsal yapının değişiminden kaynaklı oluşan krizlerin, basit ve ilkel çözümlemelerden ziyade toplumun iç dinamikleri ile ilgili daha gerçekçi nedenlerden ötürü oluştuğunu ifade etmiştir. Bu noktada Neo Klasik iktisadın pre- kapitalist toplumlara yalnızca dışsal unsurlardan ibaret problemleri olduğu nazarıyla bakmalarına şiddetle karşı çıkmıştır.

Schumpeter ekonomik dinamikleri harekete geçiren ve stabil durumdan sıçramalar yaparak ekonomik gelişme ve ilerlemeyi sağlayan ilk ve tek unsur olarak

gördüğü insan faktörünü, analizinin içerisindeki girişimci ile somutlaştırmış ve içsel faktör olarak nitelendirdiği girişimciyi, ekonomik evrimi gerçekleştiren ve konjonktürel hareketliliği başlatan ve sürdüren unsur olarak atfetmiştir. Girişimcinin olmadığı toplumları, tam rekabet koşullarının hakim olduğu durağan toplumlar olarak değerlendiren Schumpeter’e göre, kapitalizmin burjuva zihinlerine işlediği kâr elde etme güdüsü, girişimci faaliyetlerin yolunu açarak sisteme entegre olmalarını sağlamıştır.

Ülgener ise pre-kapitalist Osmanlı toplum yapısında da girişimci faktörünün önemli bir yeri olduğunu ve kapitalizmi getirecek tek unsurun girişimci olduğunu belirtmekle birlikte, bu oluşumun tasavvuf eliyle gelişiminin engellenerek köreltildiğini ifade etmiştir. Osmanlı Devleti içinde iki farklı kitle tarafından, girişimci faaliyetler oluşmaya yüz tutmuş ancak tam anlamıyla gerçekleşmemiştir. Bunlardan biri, üretici kesime sağladığı maddi destekle ucuz üretime karşın pahalı satışla spekülasyon yaparak ülkeye darlık ve kıtlık getiren sermayedar grup olurken; ikinci grupta, esnaflık usul ve etiğini bilmeden esnafın arasına karışan köylü göçebe kesim ve zorbalıkla piyasadan pay almaya çalışan askerler bulunmaktadır.

Ülgener analizinde yer bulan girişimci unsuru ise gerçek İslam’ın riyazetçi anlayışının temsilcisi olan Melamiler’dir. Melamiler, ahireti bırakıp rızık ve rıza temini için bu dünya için çalışan, üreten ve kapitalist servet birikiminin aksine kazandığını harcamak ve paylaşmakla yükümlü Müslüman anlayışıyla hareket eden kesimdir. Ancak tasavvufun Batıni kolu olarak nitelendirilen bazı tarikatlar, İslam’ı bu öz anlayışından uzaklaştırarak kast sistemi benzeri bir anlayışla üstün alta tahakkümü neticesinde halkı kaderine razı gelen, ağır ve durgun bir hayata esir etmişlerdir. Gücü elinde bulunduran üst tabakanın zorbalık ve hile ile elde ettiği kazançlar ise halk üzerine ağır yükler yüklemiştir. Sınırları daralan ve kendi içine kapanan ticaret hayatı küçük esnaf topluluklarının oluşturduğu ve tavandaki telkinlerle geçimini sağlayan, hakkına razı gelen atıl ve rahat bir zihniyeti şekillendirmiştir. Bu toplulukların birbirine bağlılıkları sonucu Melamilik anlayışının nüfuz alanının sınırlanması, Melamilerin daha ziyade büyük ilim ve kültür merkezlerinde yaşaması ve Batıni tarikatlar karşısında sayıca azlığı, kapitalist anlayışın yayılmasını engelleyen başlıca etkenler olmuştur.

Schumpeter’deki girişimci olgusu, Kalvinist etkiyle dini temeller üzerine oturtulmaktan ziyade yenilikçi anlayışın zihinlerde yer etmesiyle ortaya çıkan bir unsur olarak görülmekte, Ülgener’de ise Weber’in çizdiği Kalvinist riyazetçi anlayışın İslam’daki yansıması olan Melamiler üzerinden kapitalist, rasyonel girişimci tasviri yapılmaktadır.

Ortodoks iktisadın teoriyi ön plana çıkaran ve iktisadı salt matematik ve istatistik temelli varsayan tutumu Schumpeter’in bir yönden asla vazgeçmediği bir yöntemdir. Ancak iktisadın sosyal bir bilim olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, sosyal, psikolojik ve toplumsal benliğiyle bir bütün olarak var olan insan faktörünü merkeze almak gerektiği de yadsınamayacak bir gerçekliktir. Bu davranışsal bilinç Ülgener’de olduğu kadar Schumpeter’de de yerini bulmuştur. Buradan hareketle insanı ön plana çıkarma isteği, Alman Tarihçi Okul ve Weber etkisinin her iki düşünürde de etkili olduğunun tipik bir göstergesidir.

Schumpeter, geçmiş dönem analizlerinin güncel sorunların çözümünde başvurulacak temel kaynaklar olduğunu belirtmiş ve Weber etkisiyle ekonomik sosyoloji alanına temas ederek, insanı sadece düşünce ve davranışlardan ibaret değil, içinde yaşadığı toplumla ve kurumsal ilişkilerle bir bütün olarak değerlendirmiştir. Geleneksel toplum anlayışının kökleşmiş kalıplara olan bağlılığının kapitalist girişimci ruhu engellediği savunan Weber gibi, Schumpeter de teknolojik gelişmelere kapalı gelenekselci yapıyı durağan ekonomiler olarak nitelendirmiş ve rasyonel adımlarla atılan girişimci faaliyetlerin bu toplumlarda ortaya çıkmasının mümkün olmadığını belirtmiştir.

Alman Tarihçi Okulu ve Weber, Ülgener üzerinde de benzer etkiler yaratmış olup, öncelikle dini arka planıyla oluşturulmuş zihniyet analizlerinde Ülgener’e yol açmış ve Osmanlı Devleti’nde kapitalist tınıların oluşumunda ortaya çıkan engelleri bu yoldan belirlemesine yardımcı olmuştur. Schumpeter gibi Ülgener de, iktisadi yaşamında insanı bir bütün olarak bütün unsurlarıyla ele alma noktasında Tarihçi Okul ve Weber’den etkilenmiştir. Weber’in geleneksel hayat tarzı ise Ülgener analizlerinde pre-kapitalist toplum ve dünya ile bağlarını minimum düzeyde tutan, hiyerarşik düzene tabi tasavvuf ehline dönüşmüştür. Bu anlayışın hakim olduğu toplumlarda kapitalist rasyonalite mantığının varlığının ise söz konusu olamayacağını belirtmiştir.

Marx’ın ideoloji kavramı Schumpeter’de vizyon olarak nitelendirilmiş ve girişimcinin olmazsa olmaz özelliği olarak belirlenmiştir. Ülgener de Marksist ideoloji kavramından hareketle yeni bir ideoloji tanımı yapmış ve bu tanımı soyut düşünce tarzının söz ve yazı ile dışa yansıtılması olarak nitelendirmiştir. Ülgener’de ideoloji, zihniyet kavramının karşılığı olarak kullanılmıştır.

Schumpeter’in analizinde kâr elde eden kişiler ve zorunlu olmamakla birlikte servetin de sahibi olanlar, aynı zamanda inovasyonları gerçekleştiren kişiler olup, bu kişilerin nihai amaçları kâr elde etme güdüsü olmamasına rağmen kâr, sistemin doğası gereği elde ettikleri bir getiriden ibarettir. Tasarruflar ise banka kredileri aracılığıyla inovasyonlara finansal destek sağladıkları için kapitalist sistemin vazgeçilmez unsurlarıdır.

Ülgener ise pre-kapitalist toplumlarda kapitalist anlamda girişimci ve kâr güdüsü olmadan gerçekleşen servet birikiminin nasıl ve ne amaçla elde edilip, aynı hızla nasıl yok olduğu konusunda siyasi karakterli kazanç heveslerini hedef göstermiştir. Çalışan ve üreten kesimden ziyade siyasi ve sosyal statü sahiplerinin ellerinde tutulan servet, yine bir takım siyasi beklentiler ya da gelecek kaygılarından ötürü aynı yolda harcanmış ve tükenmiştir. Tasarruflar ise gelir artışıyla artan tüketim tutkusunun bastırılamaması, bugünkü tüketimin gelecekteki servet ve refaha tercih edilmesi ve tüketimin bir gösteriş aracı olarak kullanılması sonucu pre-kapitalist toplumlarda gerçekleşmemektedir.

Schumpeter ve Ülgener konjonktürel dalgalanmalardan kriz ve buhrana giden akış içerisinde farklı noktalardan bakıp, benzer alanlara temas etmiş ve sonunda insan faktöründe birleşmişlerdir. Krizleri kapitalist çerçeveden inceleyen Schumpeter ve onu bir adım geriye taşıyarak kapitalizm öncesi dönemi kapitalist dünyada pre-kapitalist sınırları koruyan Osmanlı Devleti üzerinden inceleyen Ülgener, oluşum şekilleri, içinde bulunulan koşullar ve etki alanları birbirinden farklılaşan süreçleri nihai perdede insan üzerinde noktalamışlardır.

Konjonktürel dalgalanmaların kapitalizmle birlikte başladığını savunan Schumpeter’e karşın Ülgener, döngüsel hareketlerin kapitalizmle yükselen trendini kabul etmekle birlikte tarihsel süreç incelendiğinde ilk konjonktür hareketlerini Ortaçağ dönemine ve hatta bütün sebeplerin ilahi güce bağlandığı dönemlerin başına kadar ilerletmiştir. Dini ve kutsal eserlerden destanlara kadar bolluk ve kıtlığın, zorluk ve

kolaylığın art arda yaşanma meselesi Ülgener’e göre dogma ancak etkili ifadeler olduğu için basit manada da olsa döngüsel bir sürecin varlığını kanıtlar niteliktedir.

Schumpeter’in durağan ekonomiler olarak bahsettiği, tam rekabet şartları altında, dalgalı seyri kolaylıkla içinde eritebilen ve inovasyonun var olmakla birlikte yalnızca yerel etkinlik düzeyinde kaldığı ekonomilerin kendi içindeki kısır döngüsel hareketliliğine yaptığı vurgu, Ülgener’de, tipik Ortaçağ’ın az nüfuslu, dar ve kapalı ekonomilerine karşılık gelmektedir. Ancak Schumpeter durağan koşullarda herhangi bir kriz ya da refah patlaması yaşanmadığını belirtmekle birlikte Ülgener, sığ ekonomik şartlarda dışarıdan içeri yönlü nitelendirdiği dalgalanma hareketlerinin, doğa olayları ve siyasi huzursuzluklara bağlı olarak yaşanan kıtlık ve darlık ekseninde yol aldığını belirtmiştir. Bu manada Ülgener, kapitalizme atfedilen konjonktürel dalgalanmaların yalnızca bolluk ve refah tarafıyla incelenmesini eksik ve tek taraflı bir inceleme olarak nitelendirmiştir.

Schumpeter, durağan ekonomileri kısır döngüsel yörüngesinden çıkaran ve konjonktürün doğal seyrini bozarak kendi iç dinamikleriyle yapılanmasına müsaade etmeyen başat unsuru girişimci ve beraberinde getirdiği inovasyonlar olarak tanımlarken; Ülgener, Ortaçağ’ın ilkel ve basit düzendeki şehir tiplerinin zaman içerisinde değişen yapısının darlık yönlü krizleri derinleştirerek ve sebeplerin dışsal etkenlerden ziyade iktisadi ve sosyal yapının gelişmesi ile içeriden dışarıya şeklinde yön değiştirmesine neden olan, bu sayede teolojik ifade kalıplarının dışında daha realist ve kesin çözümlemeler sağlayan temel unsuru nüfus artışı olarak belirlemiştir. Schumpeter’e göre ise kentlerdeki nüfus artışlarının sebebi yine yapılan inovasyonlardır.

Schumpeter, inovasyonları gerçekleştiren öncü girişimcilere hayati bir önem atfederken, öncülerin açtığı yoldan piyasaya girerek, sürü psikolojisiyle kümeler şeklinde ortaya çıkan ve hiç bir katkısı olmadan kâra ortak olmaya çalışan takipçi girişimcileri sistemin içinde denizdeki kum tanesi gibi çok ama bir o kadar da önemsiz ve işe yaramaz olarak değerlendirmiştir. Bu durum Ülgener’in analizinde, Ortaçağ toplumlarının tasavvuf anlayışıyla içine kapanarak, ticareti daraltan, dünya hayatını gelip geçici olarak nitelendiren, telaşsız ve ağır bir yaşamı tercih eden küçük esnaf ve zanaatkar gruplarla örtüşen özellikler göstermiştir.

Schumpeter’in inovasyonların finansal desteği olarak gördüğü bankalar ve kredi sistemlerinin öncü girişimciden sonra piyasaya giren yeni girişimcilere de kredi vermesi ile canlanma ve refah evresine giren ekonomide dikkati çektiği nokta ise ilginçtir. Schumpeter, yaşanan refah evresinin inovasyonun getirdiği teknik imkanlar ve verimlilik artışlarıyla ilgili bir süreç olmadığını, tamamen o inovasyonu elde edebilmek amacıyla yapılan harcamalar sonucu ekonomik aktivitenin canlandığını vurgulamıştır. Daha fazla üretim yapabilmek için kapasite arttırma yoluna giden ve bu nedenle kredi kullanarak daha ucuz iş gücü ve emek sömürüsü yapan girişimciler üzerinden kazanma hırsı noktasına değinen Schumpeter’in Ülgener’de ifade bulmuş hali, Ortaçağ’ın büyük şehirlerinde üst sınıfın tüketim ve gösteriş odaklı yapılan harcamaları, kendilerine hak gördükleri dünya hayatını alt tabakada koşulsuz bir teslimiyet ve tahakküme mahkum ettiği feodal yapıyı akla getirmektedir. Ancak Ülgener, kapitalist ve pre-kapitalist toplumlar arasında beşer unsurun şekillendirdiği kazanma hevesinin 18. yüzyıl itibariyle farklılaşarak, kapitalist gelişime ayak uyduran toplumlarda, rasyonel kazanç güdüsüyle denetim ve kontrol altına alındığını vurgulamıştır.

Yeni girişimcilerin aldıkları kredilerle piyasaya girerek oluşturdukları rekabetçi ortamın faktör fiyatlarını arttırmasıyla yarattığı enflasyonist süreç, bir süre sonra yerini yenilik özelliğini kaybeden inovasyonlarla beraber yaşanan düşen yatırımlar, faiz artışları ve düşük kâr beklentilerine bırakacaktır. Durgunluk evresinin yaşandığı bu süreçte yaşanan arz bolluğunun yarattığı fiyat düşüşlerine eklenen tasfiyeler de piyasada panik ve belirsizlik algısı yaratacaktır. Ancak Schumpeter için bu olumsuz göstergeler hiç bir zaman bir krizin habercisi olamaz. Krizin meydana gelmesine neden olan tek şey, yeni teknolojik atılımlardır. Bu adımların atılması ve yeniliklerin devamı için ihtiyaç duyulan bekleme süresi, konjonktürdeki kriz dönemlerine karşılık gelmektedir. Schumpeter’in aksine Ülgener ekonomik ve siyasi belirsizliklerin önemine değinerek, kişilerin ellerindeki değerli madenleri gömüleme ve yastık altı yapmaları dolayısıyla