• Sonuç bulunamadı

2. ORTAK MÜLKİYETTEKİ ‘YARI ÖZEL’ ALANLAR

2.2. KAMUSAL YAŞAM VE YARI ÖZEL ALAN

Bitişik nizam yapı adalarında apartmanların arka bahçeleri yarı özel mekan sınıfındadırlar. Yarı özel alan kavramını anlamamız için öncelikle kamusal ve özel alan kavramlarını anlamamız gerekmektedir. Kamusal alan, özel alan; özel mülkiyet, kamusal mülkiyet; yarı özel alan, yarı kamusal alan gibi çeşitli kavramlarla kentte mekanlarımızı sosyal, kültürel, politik ve ekonomik düzeylere göre sınıflandırıyoruz. Tanımlanan bu alanlar ve mekanlar kimi durumlarda bölgelemeler ve sınırlandırmalarla kentin fizik mekansal yapısında çok net görünür iken, kimi durumlarda ise fiziksel olarak görünmez fakat mekandaki yaşamla görünür hale gelirler. Bütün bu kavramlar, insan yaşamının ve iletişimin zaman içinde akan sabitlenmez ve görünmez doğasında, birbirleriyle iç içe geçtikleri için; tek başlarına anlamlandırılamamakla birlikte, bir mekandaki yaşamı anlamaya çalışırken biri ya da diğeri açısından bakmak o mekana dair berrak çıkarımlar yapmamızı engeller (Madanipour, 2003, s. 2).

Bu sınıflandırmaları önce kendi içinde ayrı ayrı değerlendirip sonra içgüdüsel ve toplumsal motivasyonlarla şekillenen, insan ilişkilerinin ve insanın kişisel dünyasının çeşitlendirdiği psikolojik kavramlarda karşılıklarını arayacağız. Bu sınıflandırmalardan en yaygın olarak kentsel çalışmaları yönlendiren kamusal alan (public sphere) ve özel alan (private sphere) kavramlarının toplumsal ilişkileri ve onların mekansallığını kentte keskin sınırlarla iki kampa ayırdığı düşünülmektedir. Karşıtlıkları ile bazı teorisyenler tarafından dikotomi olarak nitelenirler ve mekansal karşılıkları mülkiyet haklarıyla (özel mülkiyet, kamusal mülkiyet) çok net tanımlanmıştır. Buna rağmen, toplumsal ilişkilerin çeşitleriyle bölünmüş ve bu ilişkiler doğrultusunda tanımlanmış oldukları için insan ilişkilerinin karmaşık doğasından dolayı aynı zamanda soyutturlar. Bu nedenle çoğu teorisyene göre aslında birbirlerinden keskin bir şekilde ayrılan mekanlar tanımlamazlar. Uygulamada kamusal ve özel mekanlar devamlılık içindedir, bu iki alan açıkça keskin bir ayrım ile ayrılmaktansa,

çok fazla yarı özel ve yarı kamusal mekandan oluşan kamusallığın dereceleriyle birleşirler (Madanipour, 2003, s.210)

Kavramlar 20. yüzyıl başında sosyal bilimlerin tartışma alanına girmiş ve yüzyılın ortalarında iki önemli sosyal bilimci, Hannah Arendt ve Jürgen Habermas tarafından yazılan iki kitapla (İnsanlık Durumu ve Kamusallığın Yapısal Dönüşümü), sıkça tartışılan bir konu haline gelmiştir. Bu iki düşünür de tarihsel bir okumayla Antik Yunan’dan başlayarak kamusal alan kavramını daha çok soyut bir ifadeyle ele almıştır. Habermas, burjuva kamusal alanının özelliklerinden hareket ederek ideal ya da soyut kamusal alan düşüncesine varır; Arendt ise Antik Yunan modelini tarihselliğinden soyutlayacak denli idealize etme pahasına doğrudan yönetim ve cumhuriyetin modern topluma uyarlanabilecek bir modelinin nüvelerini yakalamaya çabalar. (Zabcı, 2012). Ortaklaştıkları noktalardan biri bugünün modern kitle toplumu ile, iki ayrı tarihi döneme yoğunlaşarak ele aldıkları ve tarif ettikleri anlamdaki sosyal etkileşimin, kolektif siyasi eylemin kaynağını oluşturan, özgürleştirici ve sahiplenmeye dayalı bir kamusal alanın varlığını sürdüremediğidir. Bir diğeri ise siyaset bilimci Filiz Zabcı’nın (2012) da makalesinde ifade ettiği gibi inceledikleri dönemin toplumsal ve siyasi iklimini bugünün modern dünyasında kaybolan kamusallığa model oluşturabilecek şekilde iyimser yönde okumaya çalışmalarıdır.

Diğerleriyle karşılaşmak için ihtiyaç duyduğumuz kamusal alan bu etkileşimin insanın ruhsal varoluşuna etkisi, toplum içindeki siyasi varlığı, özgürlük kavramıyla ilişkisi ve kent kültürü gibi çeşitli yönlerden ele alınmıştır. Arendt kamusal alanla özgürlük kavramının ilişkisini net bir şekilde ortaya koyar. Özgürlük bireysel olarak özel alanda değil, başkalarıyla paylaşılan ortak bir kamu alanı içinde gerçekleşen eylemler yoluyla kurulur. Arendt, liberal düşüncenin tersine, yaşamsal zorunlulukların ve faydacılık ilkesinin hakim olduğu özel alanı değil, paylaşma ve ortak eylemde bulunma, ortak irade sergileme ve ortak yarara varma zemini olarak gördüğü kamusal alanı özgürlüğün koşulu olarak görür (Zabcı, 2012). Habermas kamusal alanı daha çok siyasal bir kurum olarak ele alır. ‘Demokratik katılım, eşitlik, herkese açıklık, şeffaflık, çoğulculuk, inandırıcılık ve bunların hepsinin ortak paydası olan eleştirel akılcılık. Bu değerler içinde inşa edilen kamusal alanın, bugün bütün bu değerlerden uzak olma durumumuzun eleştirisi için can alıcı bir önemi vardır. Habermas liberal kamusal alanı tarihsel bir değer olarak çözümler ve bugünün kurulmasında eylemlerimize yön verecek temel değerler sistemi çıkarsar bu kamusallıktan (Zabcı, 2012).

Kent ve kamusal yaşamın önemini vurgulayan bu iki yazar, insanın özgürlüğünün, toplumdaki katılımcı ve sahiplenici siyasi varlığının, ruhsal gelişiminin ve dengeli hissetmesinin temeli olarak kamusal alanı ve kent kültürünü görür. Başta da belirtildiği gibi hem soyut bir kavramı hem de fiziksel bir mekanı tanımlayan kamusal alan deyimi birçok tartışmada özel ve kamusal dikotomisi ile birlikte anılır. Özel ve kamusal dikotomisi farklı görüşlerin sonucu olarak farklı tanımlamalarla karşımıza çıkar. Arendt ‘herkese açık’ ve ‘ortak alan’ olarak tarifler kamusal alanı. Özel alandan ayrıldığı nokta özellikle görülür olmaktır. Arendt’e göre herkese açıklık ve alenilik başkalarına görünür ve duyulur olma, insani bir varoluş için en temel şeyi, gerçeklik duygusunu bize verir. Özel alanda yaşanan deneyimler kamusal alana aktarıldıklarında bir tür gerçeklik kazanırlar ve artık farklı bir niteliğe bürünürler (Zabcı, 2012). Habermas için kamusal alan Zabcı’nın ifadesiyle kavramın çok yönlülüğünün karmaşasının yarattığı soruların hepsini kapsar, yani hem toplumsal boyutunu hem mekansal boyutunu ifade eder. Parklar, kahveler, tiyatrolar, caddeler, bulvarlar, müzeler, pasajlar gibi insanların sosyal yaşantıları için gerekli, bir araya geldikleri, herkese açık olan ortak mekanlar kamusal alanı oluşturur. Kamusal mekan özel alanın dışındadır, herkese açık alandır. Kamusal alan, bu mekanlarda bir araya gelen ve ortak meseleleri hakkında tartışan fikir yürüten bir insan topluluğunu yani kamuyu da kapsar (Zabcı, 2012). Habermas’ın bakış açısıyla, herkese açık mekanın kamusal alan olabilmesi için sosyal etkileşim ile zenginleşen bir topluluk barındırması gerekir. Zaman içinde özel alan güçlenirken, sağlıklı bir etkileşimi doğuran kamusal alan küçülmüştür. Kentte özellikle sosyal etkileşimin yaşanabileceği kamusal alanlara ihtiyaç vardır.

Kamusal özel dikotomisinin yarattığı karşıtlığın dışına çıkarak, özel alanı (private sphere) anlamamız için kişisel alan (personal space) kavramı ile özel alanın ilişkisini; sonrasında özel mekanın (private space), özel mülkiyetin (private property) ve ailenin bağlantısını anlamamız gerekiyor. Özel alan kişinin kontrolünde, kısmen devletin ve kurumlarının kontrolü dışında; kişinin tercihleri doğrultusunda dışarıya karşı korunaklı ya da açık soyut ve zihinsel bir alandır. Özel alan devletin müdahalesi dışında kalmakla beraber hukuki olarak korunur. Özel yaşamın korunması ilkesiyle örneğin kişinin kendisine ait bilgileri koruma altındadır. Aslında soyut bir kavram olmakla beraber, özel alan çekirdek ailenin doğuşuyla beraber tarihsel süreçte özel mülkiyetle temsil edilir. Özel mülkiyet kişinin özel alanının mekansal sınırlarının ortaya konulduğu, belirlendiği alan olarak görülür (Madanipour, 2003, s. 46). Aslında özel alanın ve doğrultusunda kişisel, zihinsel dünyanın ve bu dünyanın

yaşandığı mekanları fiziksel olarak tanımlamak zordur. Özel alan mekandan çok zamanla birlikte sürekli değişen mekanlarımızla tanımlanabilir. Çünkü kişisel yaşamımız gittiğimiz her yerde bizimle olan ve diğer insanlarla iletişim yolu ile mesafemizi ayarladığımız ve koruma altına aldığımız içsel dünyamız ile bedenimizin bütünlüğüdür. Ali Madanipour’un (2003, s.18) kişisel alan (personal space) olarak nitelediği bu alan bedenimiz ve çevresini saran taşınabilir ve görünmez yaşamımızdır.

Bedenimizin iç mekanı ile mimari ve coğrafi mekan arasında görünmez ve mobil bir katman vardır. Bu bedenimizin çevresini saran kişisel alanımızdır...aklın düzeyi en içerideki en özel düzlemdir. Bu öznel düzeyin uzantısı bedenin düzeyi, bedenin ilişkili olduğu mekandır. Ussal düzey herkesten gizliyken, beden ulaşılabilir düzeyi oluşturur, davranışın ve sosyal etkileşimin düzeyidir bu.

Paul Bell’e göre kişisel alanımızın sınırları diğer insanlarla mesafemizi belirler ve korunma ve iletişim gibi kamusal alanın temelini oluşturan iki ayrı psikolojik motivasyonla belirlenir. Bu soyut mesafe fiziksel dünyada da karşılığını bulur ve birlikte yapılan etkinliğe ya da sosyal yakınlığa göre değişir. Her aktivite kiminle yapıldığına, ne ve nerede yapıldığına göre birbirinden farklı uzaklıklar gerektirmektedir (Bell vd, 1996:278). İletişim kurmak zorunda olduğumuz durumlarda çok yakın ya da çok uzak mesafenin insan iletişiminde olumsuzluklar doğurduğu gözlenmiştir (Madanipour, 2003, s. 23). Bir anlamda kişisel alanımızın soyut ve somut yansımalarıyla mahremiyetimizi, yani bize özel olanı, içsel dünyamızı koruruz ya da karşı tarafa kendimizi açarız.

Altman’a göre (1975, s. 3) mahremiyet insanlar arası ilişkileri düzenleyen temel faktördür. ‘Mahremiyetin arzulanan derecesi’ (Altman, 1975, s. 10) ise kişisel alan ve bölgesel

davranış (territorial behaviour) ile ayarlanır. Mahremiyet insanlar arası sınırların geçirgenliğinin kontrolüyle istenen derecede tutulur (Altman, 1975, s. 10). Mahremiyet ise kültürden kültüre ve bireysel olarak değişen bir olgudur ve genellenemez. Çevresel psikolojinin erken dönem çalışmalarında kişisel alan ve mahremiyetin kültürlere, yaşa, cinsiyete göre değiştiğini gösteren ampirik çalışmalar yapılmıştır; fakat daha sonraki yazınlarda kişisel alan değişmez jenerik bir olgu olarak kabul edilmiştir (Madanipour, 2003, s.20).

Bölgesel davranış fiziksel mekanda bir alanın bir grup ya da kişi tarafından kontrol altına alınmasıdır. Sahiplik psikolojisinin kökenlerinden olarak gösterilen antropolojik temellere dayandırılan ‘yarar’ ilkesi ile örtüştürülen bölgesel davranışın içgüdüsel ve sosyal temelleri olduğu düşünülür (Bell vd, 1996, s. 305-6). Bölgesel davranışlar hem mekana duygusal olarak yaşanan bağlılık ve aşinalık kazanmak üzerinden gelişir hem de mekanın üstündeki hukuki güçle gerçekleşir. Bölgesel kontrol bölgesel davranışı da beraberinde getirerek insanların bölgelere göre davranışlarını ve ilişkilerini netleştirir. Örneğin gündelik hayatımızın geçtiği mekanlarda ne yapılıp ne yapılamayacağı oranın kamusallık derecesi ve o derecenin o toplumsallık içinde ifade ettiği davranış modeline göre değişir. Ya da bu davranış biçimlerine göre alanın kamusallık derecesi geçici ya da kalıcı olarak değişebilir. Altman’a göre mekanda duruş süresi, mekanı kullanan üzerindeki bilişsel etkisi ve sahiplenme duygusunu gösteren etmenler, kişiselleştirme oranı ve mekanı koruma isteğine göre bu mekanlar üç grupta toplanabilir (Altman 1975; Bell vd 1996). Birincil bölge ev veya ofis gibi kişinin kontrol sahibi olduğu, sahiplik duygusu hissettiği, kalıcı olarak kullandığı ve kişiselleştirebildiği alanlardır. İkincil bölgeler, bir okuldaki sınıf gibi, kullanıcının sınırlı kontrolünün olduğu, tercihine göre kullanım süresince kişiselleştirebildiği, geçici olarak kullanılan ortak mekanlardır. Üçüncül bölgeler kamusal mekanlardır. Kişi çok fazla kullanıcıdan biri olur. Çok kısa süreler ile kişi tarafından kişiselleştirilir, kişinin kontrolü çevresi üzerinde çok azdır (Madanipour, 2003, s. 44).

Kişiler arası ilişkilerin kompleks yapısı geçici ya da kalıcı bölgelemelere, geçirgen ya da kapalı sınırlara ihtiyaç duyar. Bu sınırların ve bölgelerin tanımladığı mekanlar o mekanları kullananların çeşitliliği, ilişkilerin çeşitliliği ve kullanış süreleriyle farklı kamusallık derecelerine sahip olurlar. Bu dereceleri tanımlamak için kamusal-özel alan ya da mekan kavramları yetersiz kalmaktadır. Bu iki sınırları toplumsal ve mekansal olarak çizilmiş mekanın dışında kalan yarı özel ya da yarı kamusal alan olarak nitelediğimiz ve kamusal- özel arasındaki sınırları belirsizleştiren, muğlaklaştıran mekanlar da vardır. Uygulamada kamusal ve özel mekanlar devamlılık içindedir, bu iki alan açıkça keskin bir ayrım ile ayrılmaktansa, çok fazla yarı özel ve yarı kamusal mekandan oluşan kamusallığın dereceleriyle birleşirler (Madanipour, 2003, s.210).

Yarı özel alanı tanımlarsak, daha çok konutların çevrelerinde yer alan ve o mahallede oturan ya da aynı konut biriminde yaşayan insanlar gibi kısıtlı ve belirli bir grup ile birlikte kullanılan alanları ifade eder. Konutlarımızın iç mekanı kadar kontrolümüz altında değildir;

fakat eğer ortak mülkiyetteki alanlarsa bir miktar kontrol etme hakkına, eğer kendi mülkiyetimizdeyse sadece, belediyenin izin verdiği oranda çevreyi rahatsız etmeden, kontrol etme ve kişiselleştirme hakkına sahip olduğumuz alanlardır. Bir apartman bahçesi; ortak kullanılan bir yarı özel alan iken, bir müstakil evin sokağa bakan ve oturulan basamakları tam kontrol etme hakkına sahip olduğumuz ve karşı tarafların da kontrolüne açma ya da kapama hakkımızın olduğu alanlardır. Hane halkı dışında insanlarla birlikte kullanılması o mekanı yarı özel alan sınıfına sokar.

Aslında kent yarı özel ya da yarı kamusal tanımlamasından da öte özelliklere sahip, kolay tanımlanamayacak mekanları içinde barındırır. Daha büyük bir ölçekten baktığımızda kentte mekanlar arası geçirgenliği, insan akışını ve bağlantıları kurabilmemiz, bu doğrultuda zengin bir kent yaşamı oluşturabilmemiz için bu mekanlara ve onların gündelik hayatta sağladıkları yüz yüze iletişime ihtiyacımız vardır.

Yeldeğirmeni’nde apartman bahçeleri ortaklıklarıyla yarı özel alan niteliğindedirler. Fakat bu nitelik tasarlanarak elde edilmiş bir nitelik değildir. Üretimleri sırasında bu mekanların ortak alan niteliği düşünülmemiştir. Türkiye kentlerinde 1950’lerden itibaren artan yapı tipolojisi apartmanın parsel bazlı üretimi sayesinde, binaların açık alanları tasarlanmadan, yapıdan geri kalan alanlar olarak bırakılmıştır. Bina ve açık alan arasındaki bağlantı düşünülmemiştir. Böylece bu alanlar atıllaşmıştır. Aslında yarı özel kimlikleriyle bu açık alanlar yüz yüze iletişim ve kentteki geçirgenliği sağlamak açısından potansiyeller barındırmaktadırlar. Sonraki bölümde önce kent morfolojisine tipolojik bakış açısıyla yaklaşan çalışma metotları incelenecektir. Bu metotların yöntemlerinin çalışma konusuyla bağlantısı kurulacaktır. Daha sonra kentte atıl alanların oluşmasına neden olan sebepler ‘kayıp alan’ kavramının ışığında değerlendirilecektir.

Benzer Belgeler