• Sonuç bulunamadı

4. BÖLÜM: KÜRESELLEŞME OLGUSUNA FELSEFÎ BAKIŞ

4.3. Küreselleşmede Özgürlük Sorunu

Serbest Pazar piyasasının; insanın özgürlük talebini karşılayan, ona seçme özgürlüğü sağlayarak mutluluk veren bir süreç olduğunu belirtiyor olması, liberal felsefenin özgürlük anlayışından kaynaklı bir düşünsel arka plana sahip olmasından ötürüdür.

Liberalizme çağdaş bir yorum kazandırmaya çalışmış bulunan İngiliz düşünür Mill’e göre “iyi bir toplum, hem özgürlüğe müsaade eden, hem de özgür ve doyurucu yaşam biçimlerine olanak sağlayan bir toplum olmalıdır”.268 Böyle bir toplumda ise liberal devletin görevi; yalnızca yasalarla bireyin önündeki engelleri kaldırmak ya da

267 İyi, Sevgi, Martin Heidegger’de İnsan Sorunu, Asa Kitabevi, Bursa, 2003, s.10.

268 Sabine George, Yakın Çağ Siyasal Düşünceler Tarihi, Gündoğan Yay., çev: Özer Ozankaya, Ankara, 1991, s.107.

bireyin hayatından kendini alıkoymakla özgürlüğün koşullarını sağlamak değildir. O aynı zamanda bireyin olanaklarını yaratmasına ve artırmasına keyfi hiçbir sınır koymaz. Mill gibi liberal kuramın yeniden düzenlenmesinde etkili bir diğer düşünür olan Green’e göre özgürlük, “yapmaya ya da zevk almaya değer bir şeyi yapmak ya da zevk almak konusunda olumlu bir güç ve yeterlilik”269 olarak tanımlanmalıdır. Çünkü ancak bu şekilde özgürlük, yürürlükteki koşullar karşısında insanın yeteneklerini geliştirici ve toplumun ürettiği mal ve hizmetlerden pay alma, bu sayede bireyin kendi gücünü arttırma çabasında etkili bir rol oynayabilir. O halde liberal bir hükümetin görevi özgür bir toplumun varlığını desteklemek olmalıdır.

Liberal felsefeye yeni yorumlar getiren bu düşünürlerin liberalizmin bugünkü anlamında büyük katkıları olduğu bilinmektedir. Rekabetçi bir pazardaki insan davranışlarının verdiği ipuçlarından türetilmiş insan doğası anlayışı günümüzde de küreselleşmenin insan anlayışında ve hatta bu eksende devlet anlayışında etkisini sürdürmektedir.

Sartre’nin da parmak bastığı gibi “bugün özgürlük kadar çok istenilen başka hiçbir şey yok”270 gibidir. Peki “nasıl olmuş da iş bu duruma gelmiştir? Nedenini Sartre şu şekilde belirliyor; “burjuva demokrasisinin özgürlükleri birer yalan dolan sadece.

Elimizdeki hakların, daha doğrusu sözde hakların hepsi aslında halkın ancak ufak bir bölümü için gerçek bir anlam taşıyor”.271 Sartre sözlerine şöyle devam ediyor. “Yasa bakımından toplumun her üyesi mal ve mülk sahibi olmada özgürdür ama birey ancak ücretine sahip olabilmektedir. Bunun sonucu olarak kapitalizm iş araçlarına sahip, mal-mülk hakkını daimi tutan bir sistem olarak, toplumsal eşitsizlik düzeninin sürüp gitmesine de neden olmaktadır.”272

Eleştirisinin devamında Sartre, hukuk önünde hepimizin eşit olduğumuzun yasa ile belirlenmiş olmasının yaşamımızda ne denli anlamlı ve işlevsel olduğuna da değinir.

İşsizlik, açlık, zorunlu hizmet, zorlama kültür, taraflı mahkemeler, sermaye sahiplerinin güdümündeki polis gücü gibi faktörler sebebiyle bu hakkın maskaraya çevrildiğini açık yüreklilikle söylemek gerektiğini belirtir.

269 a.g.y., s.123.

270 Sartre, Denemeler, s.65.

271 a.g.y.,s.65.

272 a.g.y.,s. 66.

Bir başka yasa ile de düşünce özgürlüğümüzün varlığı bizlere duyurulmaktadır.

Ancak gerçekte açlıktan ölen biri için düşünce özgürlüğünün anlamı ne olabilir? Ya da bir okuyucu, tüm gazete ve yayın organlarının danışıklı bir haber alma ve verme politikasını gözettiği bir ortamda ne denli haber alma özgürlüğünü kullanabilmektedir.

Bu tür örneklerin arttırılabileceği dikkate alınacak olursa kapitalizmin özgürlük anlayışının hak veren ama bunun kullanımını absürdleştiren bir yaklaşıma sahip olduğu söylenebilir. Örneğin, ‘acaba neden yüzyıllardır hemen hemen her toplumun birincil sorunu yoksulluk olmaktadır?’ sorusu üzerinde düşünmeye başladığımızda ve buna ek olarak sosyalizm ile kapitalizm arasında yıllardır sürüp giden özel mülkiyet ve kamu alanı çatışması, ki- bu çatışmaların pek çok insanın yaşamına dahi mâl olduğu- dikkate alındığında sorunun neden halen çözümlenemediği konusunda bir fikir edinmek mümkündür.

Halen bazı şirket sahiplerinin, ekonomistlerin ya da devlet başkanları ile bürokratların bazı hakları insanlara tanımanın pek çok özgürlüğün (ne var ki piyasa özgürlüklerinin) önünü tıkayacağı türünden iddiaları, güçlü bir biçimde kabul görmeye devam etmektedir. Diğer yandan toplumdaki yoksul ve eğitimsiz kalmış bir bireyin içinde bulunduğu durum, devletin uyguladığı politikalarla ve de piyasa ekonomisi ile olan sıkı ilişkisini korumaktadır. Çünkü akıl sağlığı yerinde hiçbir birey eğitimsiz kalma ya da aç kalma yönünde bir özgürlük kullanımı gerçekleştirmez. Ayrıca bu kişi içinde bulunduğu durumdan ötürü suçlanamaz ve vatandaşı olduğu ülkenin ve seçmeni olduğu hükümetin bu duruma kayıtsız kalması anlaşılabilir bir tutum değildir.

Ya da iş güvenliği açısından sendikaların kurulmasına yeni yeni izin vermeye başlamış olan siyasi yapıların, buna rağmen atama ve işten çıkarmalarda çalışanının sendikalı olup olmamasını ansızın önemsemeye başlaması şaşırtıcı olmaktadır. Acaba insanlar iş garantisi ve güvenliği istememeli midirler? Çok basit gereksinimlerden ileri gelen, günlük yaşamın idame ettirilmesinin şartları olan temel bazı ihtiyaçlara (beslenme, sağlık, eğitim, barınma, iş vb.) tuhaf nedenlerden ötürü sınırlandırmalar getirilmesine bile varmış olan bir açgözlülük varsa, bu acaba kime aittir? Zar zor elde etttiği işini garantiye almak isteyen çalışana mı yoksa onu dilediğinde daha ucuza çalıştırabilmeyi ya

da işten çıkartabilmeyi kendi bütçe planları uğruna arzulayan işveren ya da politikacıya mı?

Ulus bağlamında bu tür sorunlar barındıran etik ve toplumsal özgürlükler, uluslar arası ilişkilerde de farklı bir durum yaşamamaktadır. Örneğin ülkesinde özelleştirme yapmayı bazı nedenlerden ötürü durdurduğunu açıklayan bir ülke yönetimi, bazı uluslar üstü kurumlar aracılığıyla uyarılmakta, iki ülke yönetimini karşılıklı olarak ilişkileri yoğunlaştırma kararı almaları bazı ülkeler tarafından huzursuz edici bulunmaktadır. Ya da silahlanmaya büyük paylar ayıran devletlerin nükleer silah bulundurdukları, terörist yuvalanmalar barındırdıkları ve kendi ülkelerine karşı antipati sahibi olunduğunu düşündükleri ülkelere demokrasi adına savaş açmaları uluslararası ilişkilerde de yaşananların hiç de özgürlüklere saygılı olmadığını göstermektedir. Üstelik özgür bir dünyadan söz etmekle meşgul olduğumuz, küreselleşmenin dünya çapında refah ve kalkınma sağlayacağı konuşulmaktayken.

Ertelemeden söylenmelidir ki, insanı gözden kaçıran her tür girişim, adı ne olursa olsun insanın değerini gözetmek konusunda boş bir çabadır. Adı her ne olursa olsun, sosyal devlet, liberal devlet, sosyalist devlet ya da kapitalist devlet, işe insana özel bir yeri olduğu yönünde hak ettiği saygıyı göstermekle başlamadıkça hukuki ve siyasi yapılanmasında sorunlar yaşaması kaçınılmazdır. Bu tür sorunlar yaşamamanın yolu ise insan haklarının gözetilmesinden geçiyor. Yasal olarak da, uygulamalarda da. Çünkü yasada tanınan hak ve özgürlükler uygulamalarda eşitlik ilkesinin gözetilmemesi yüzünden sekteye uğruyor, anlamsızlaşıyor. Bu yönlü bir eşitlik sağlanamadıkça özgürlüklerin korunması mümkün değildir. Öyle ki eşitlik bu sebeple insan haklarının en başat temellerinden biri olmaktadır.

Sorunun çözümü konusunda yapılması gereken bir diğer uygulama ise anılan tüm bu özgürlük ve haklara “öz”lerini acilen vermek olmalıdır. Bunun ise insanı doğru değerlendirmeyi başaran bir insan görüşünden hareketle gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Herhalde insanı daha başta, özgür olmak isteyen, aç gözlü, rekabetçi varlıklar olarak belirleyerek onları müdahalesiz bir pazarda kendi başlarına bırakmak, şu koşullar altında yapılması gereken gibi görünmemektedir. Çünkü çağımızın insanı başıboş bırakılmış, ‘yüzü unutulmuş’ bir insandır ve acilen korunmaya ihtiyaç

duymaktadır. O halde hiçbir felsefî görüş ya da insan anlayışı söz konusu olan insan iken bu denli sorumsuz olmamalıdır.

Bir olanak olarak sahip olduğu özgürlüğü, ‘değerli’ eylemde bulunarak etik bir kişilik olarak varolmada kullanacak olan insana, devletin sahip olduğu otoritesini bu kişilerin özgürlük niteliklerini yaşamalarına ve sürdürmelerine imkan vermek adına kullanmasını beklemek haklı bir istemdir. Ancak bu sayede bir ülkede temel kişi haklarının korunduğu ve çeşitli kamu özgürlüklerinin devlet aygıtlarınca, yurttaşların temel haklarını güvenceye alacak şekilde düzenlediği söylenebilir. O halde devlet otoritesi ile insan özgürlüğü çok sıkı bir bağ ile bağlıdırlar. Öyle ki toplumsal özgürlüğün ve insan özgürlüğünün sürekli olarak gerçekleşmesi, ancak her çeşit yönetim işleriyle uğraşanların etik özgürlükleriyle ilgilidir.

Kısacası bir devletin insan özgürlüğü karşısında aldığı tavır, yani insan özgürlüklerine bakışı, o özgürlüklerin varlığının sürdürülebilmesi ile yakından ilgilidir.

Ne var ki, devlet yöneticilerinin insan özgürlükleri karşısında aldıkları tavır ise, o kimselerin etik bir varoluş içinde olup olmadıklarıyla bağıntılıdır. Devlet yöneticilerinin bu konuda bilinçlenmesi ise etik ile ilgili bir eğitim görmeleri ile mümkündür. Çünkü etik sorunlar insanla birlikte hep varolan sorunlardır ve felsefenin/düşünmenin en eski konularındandır. Ancak, bu sorunlara eğilebilmek ve insanı bu sorunlarıyla birlikte

“somut bütünlüğünde” görebilmek, “ontolojik” ve “antropolojik” bir yaklaşıma bağlıdır.273