• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

1.3. Küresel Süreçte Devlet

Fordist Üretim sürecinin içine düştüğü krize çare olarak evrimlenen sermayenin ortaya çıkardığı post - fordist süreç; piyasanın /ekonominin mantığı politikanın dili olmuş; neo liberalizm sermayenin, üretimi yönetme ve denetleme yetkisini genişleterek, kitlelerin kontrolünü ve denetimini tekeline alma ve sınırları aşma güdüsünü; küreselleşme ideolojisiyle de gizleme olanağı bulmuştur.

Küreselleşme sürecinde IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar ulus devletlerin yönetim sistemlerini etkileyen bağlayıcı kararlar alıcı hale gelmişlerdir. Artık hükümetler özel sektörün ortakları ve destekçileri olarak toplumda daha etkin olmaya başlamışlardır. Bu gelişmeler, Fordist dönem Sosyal devleti piyasa mantığı ile çalışan bir devlete dönüşme sürecini başlamıştır.

1.3.1. Sosyal Devletin Çözülüşü

1970'lerde kapitalizmin altın çağı'nın sonuna gelindi. Ekonomik büyümenin duraklayabileceğine dair sinyaller, 1960’ların sonlarında kendini hissettirmeye başlamıştır. Verimlilik artış hızlarının ve kâr hadlerinin düşmesi sonucunda sermaye birikiminin yavaşlamasıyla kapitalist sistemde yaşanan kriz, sosyal politikalar ile birlikte sosyal demokrasinin de hızla gerilemesine yol açmıştır.

Özellikle çalışan kesimler için refah ve güvence sağlayıcı işlevleri yerine getiren sosyal devlet, kapitalizmin çaresiz bıraktığı bireyi korumaya yönelik önlemleri yaşama geçirir. Bir diğer ifadeyle, kapitalist sistemin doğası gereği yol açtığı bireyin sorunları ve yaşayacağı riskler sosyal devlet tarafından karşılanarak sistemin sürekliliği sağlanmaya çalışılır. Sosyal devlet bireyi korumaya yönelik faaliyetlerinin finansmanını önemli ölçüde çalışan kesimin ödediği vergiler ve sosyal

44

güvenlik payları ile sağlar. 45

1.3.2. Ulus Devletin Değişen Yapısı

Küresel bazda ekonomik bütünleşmenin yaşanıyor olması dolayısıyla devletlerin ekonomik açıdan birbirlerine karşılıklı olarak bağımlı hale geldikleri, bu yüzden zaman zaman kendilerini kısıtlayıcı ama bütün tarafların yararına kararlar almalarının doğal olduğu, bu yaşananların egemenlik hakkından vazgeçmek şeklinde anlaşılmaması gerektiğine ilişkin söylemler son dönemde dünyada en fazla duyulan ve tartışılan konular haline gelmektedir. Gerçekten de küreselleşme kavramıyla, ulus, egemenlik, bağımsızlık, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı vb. 20. yüzyıla damgasını vurmuş temel kavramlar arasındaki ilişki küreselleşme sürecinde çok daha önemli hale gelmektedir.46

Ulus-devlet, kurumsallaşmış siyasi iktidar biçiminin somut görünümlerinden biri, ulus ise, ulus-devletin kendini meşrulaştırmada kullandığı bir kavram47 olarak tanımlanır. Ulus-devletin bir siyasal kurum olarak etkinliği büyük ölçüde toprakları üzerindeki egemenliğine bağlıdır. Bu da sınırlarından geçen bilgi, mal, kapital ve insan kaynakları üzerindeki denetimi yoluyla sağlanır48 Denetim gücünü diğeri ile paylaşması ya da egemenliğinin dolaylı da olsa sekteye uğraması (bilgi, mal, kapital ve insan kaynakları üzerindeki denetim gücünü aşamalı olarak yitirmesi), ulus- devletin krizini gündeme getirir.

Toplumu yönetenlerin asker ve polis sayesinde kazandıkları denetim gücü, onların sınırları belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde egemenliklerini destekleyen temel unsur olmuştur. Böylece sınırları belli bir toprak parçası ile merkezîleşmiş yönetim gücü, ulus-devletin kurucu öğeleri olarak ortaya çıkmıştır.49 Modern ulus- devletler, meşru otorite alanında yapılan anlaşmalar yoluyla herhangi bir faaliyet için

45

Şaylan, Değişim Küreselleşme ve Devletin Yeni Đşlevi, s.77

46

Birleşik Metal Đş, “Küreselleşme Sürecinde Devletler, Şirketler Ve Emekçilerin Konumu”, Birleşik Metal Đş Sendikası Yayınları, Đstanbul, 2002, s.6–7.

47

Ozan Erözden, Ulus-Devlet, Dost Kitabevi, Ankara, 1997, s.58–59.

48

Đlhan Tekeli, Selim Đlkin, “Küreselleşme Ulus-Devlet Etkileşimi Bağlamında AB-Türkiye Đlişkilerinin Yorumlanması”, Doğu-Batı Düşünce Dergisi, Sayı:10, Şubat 2000, s.118.

49

konacak kuralları ve bu kuralların konuluş statüsünü belirleme kapasiteleriyle en önemli siyasi yapılanma biçimidirler.50

Ulus-devlet, devletin egemenliği ve ulusal egemenlik esasına dayanmakta, ulusların karşılıklılık ilkesi uyarınca uluslararası ilişkilerde eşitliğini öngörmektedir. Geçmişte, tüm dünyayı kapsamına alan ve birbirleriyle etkileşim hâlindeki ulus devletlerin karşılıklı bağımlılığına dayanan bir sistem şeklinde örgütlenmeye, ulus devletler aşamasından önce rastlamak mümkün değildir. Ulus-devletler; nüfusları, doğal kaynakları, ekonomik yapıları, siyasi ve askeri kapasiteleri, dış çıkarları ve politikaları, sosyo-kültürel özellikleri bakımından birbirinden farklı oldukları halde, bir uluslararası sistem oluşturup bu sistem içinde fonksiyon icra edebilmektedirler.51

Ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki değişim küreselleşmenin maddi temelini oluştururken52 tek bir küresel kültür, egemenliği sermayenin tekelinde olan tek bir küresel pazar anlayışı küreselleşmenin pratiksel hedeflerini oluşturmaktadır. Politik düzeyde ise küreselleşme, diyalektik olarak ulus-devlet üzerine bir hegemonya siyaseti uygulama, ulus devlet oluşumunu zayıflatma bilincine dönüktür. Đşte bu nedenle yirmi yıl önce gelişmekte olan ülkelere anlatılan kendi kendine yetmenin ve merkezi kalkınmanın erdemleri (uluslaşma), bugün tüm yıkıcı etmenlerine karşın sınırsız serbest değişim modelinin (küreselleşme) dayatılmasına dönüşmüştür.53

Ulus devletler açısından önemli bir sorun olarak, küreselleşme bir dayatma olarak algılandığında, özellikle kendini ulus-devlet olarak niteleme çabasında olan ya da ulus-devletleşme süreci yaşayan gelişmekte olan ülkelere yeni olumsuzluklar getirmektedir. Gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkelere dayatılan model olan küreselleşmenin belki de en olumsuz, ancak çoğu zaman farkında olunmayan özelliği az gelişmişliği otonomsal olarak yenilemesidir.54

50

Ali Yaşar Sarıbay, “Küreselleşme, Post-modern Uluslaşma ve Đslâm”, Küreselleşme Sivil Toplum ve Đslâm, Der: Fuat Keyman, A. Yaşar Sarıbay, Vadi Yayınları, Ankara, 1998, s.15.

51

Tarık Zafer Tunaya, Siyasî Kurumlar ve Anayasa Hukuku, Đstanbul, 1980, s.150.

52

Kadir Cangızbay, “Küreselleşme ve Kamusal Alan”, Küreselleşme Sivil Toplum ve Đslam, Der: Fuat Keyman, A. Yaşar Sarıbay, Vadi Yayınları, Ankara, 1998, s.166.

53

Ali Esgin, ”Ulus-Devlet Ve Küreselleşmeye Đlişkin Bazı Tartışmalar”, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 25 No: 2, Aralık 2001, s.192.

54

1.3.3. Küresel Süreçte Sosyal Devlet

20. yüzyıl dünya tarihinin belki de en dinamik, dengelerin en çok sarsıldığı yüzyıldır. 19. yüzyılın sonlarında piyasaya devletin müdahalesi oldukça sınırlıydı. Bu yüzyılın sonlarında had safhaya varan küreselleşme ve liberalizm 1. Dünya Savaşı’nın sonunda harabeye dönen ülkeleri 1929 dünya ekonomik krizinde oldukça düşündürdü. O dönemde bugün gelişmiş ülkeler olarak adlandırdığımız ülkelerin temel avantajı sömürgeleriydi. Bugünkünden daha geri de olsa, üretimin hammadde ve insan gücünün bol ve ucuz olduğu yerlere taşınması imkânı vardı. 1929 ekonomik krizinden sonraki dönem küreselleşme ve liberalizmin yerine sosyal devlet olarak adlandırılan sistemin tohumlarının yavaş yavaş yeşermeye başladığı bir dönemdir. 55

1929 bunalımından sonra yeniden yapılanma sırasında, Keynesyen ekonomi- politikalar ve Sosyal Devlet anlayışı çerçevesinde, bir birikim rejimi olarak “Fordizm”in yeniden üretildiği görülmektedir. Yeni birikim rejimi, toplam arz ve toplam talep arasında bir denge sağlayabilmek amacıyla, sosyal devlet anlayışı ve emek-sermaye ilişkilerinde emeğin örgütlü gücünün tanınması ilkeleri üzerine kurgulanmıştır. Savaş sonrasının Fordizm’i; bürokratik-teknik rasyonalite ilkeleriyle yönetilen devlet müdahaleciliği, sisteme tutarlılığını veren politik güç biçimlenmesi ve özel çıkar grupları arasında bir denge aracılığıyla kaynaştırılan bir kitlesel ekonomik demokrasi düşüncesine dayandırılmıştır. Fordist birikim rejimine dayalı yeniden yapılanma süreci, devletin ekonomik ve toplumsal yaşamın en küçük bölümlerine kadar uzandığı ve emeğin örgütlü gücünün kabul edildiği sosyal devlet anlayışı ile tamamlanmıştır.56

1946’dan 1973 petrol krizine kadar süren dönem hem sosyal devletin oluştuğu hem de kapitalizmin altın çağı olarak adlandırılan dönemdir. Bu dönemde sürekli bir ekonomik büyüme tam istihdama eşlik etmekte, uluslararası alanda ise Amerika, Japonya ve Avrupa ülkeleri arasında kıyasıya bir rekabet yaşanmaktadır. Merkez ülkeler de denilen gelişmiş ülkeler sermaye ve teknolojiyi, periferi ülkeler

55

Koray Değirmenci,“Özelleştirme ve Sosyal Devlet”, www.turkısh.org.tr, 17.07.2007.

56

Yeşim Edis Şahin, “Küreselleşme Yoksullaşma ve Đnsan Hakları”, Türkiye’de Đnsan Hakları, TODAĐE, 7–9 Aralık 1998, s.591.

üretimi, çevre ülkeler ise hammadde ve insan gücünü sağlamaktaydı. Temel ekonomik anlayış, çalışanların hedef tüketici kitlesi olduğu, aşırı sermaye birikiminin iç pazar yoluyla, yani çalışanlar yoluyla önlenebileceği idi. Bu da ancak refah düzeyinin artması ile mümkün olabilirdi. Diğer bir deyişle, ürettiğini satabilmek için çalışanı belli bir refah düzeyine eriştirmek gerekiyordu. Bu dönemde kamu harcamaları artmış, devletin mülkiyetine sahip olduğu kuruluşlara önem verilmiştir. Devlet çok büyük yatırımlara girişmiş, ekonomi planlı olarak yürütülmüştür.57

Bugün sosyal devletin örneği olarak gördüğümüz Avrupa ülkeleri işte bu dönemde sosyal güvenlik mekanizmalarını geliştirmişlerdir. Ancak şu noktayı da belirtmek gerekir ki bu sürecin oluşmasında dünyadaki çok kutupluluğunda etkisi vardır. Gelişmiş olan ülkelerde gücünü iyice artırmış olan işçi sınıfı, hem Sovyetler Birliği’ndeki emekçilerin durumunu gözlüyor hem de kendisiyle karşılaştırma yapıyordu. Görülmektedir ki, planlı ekonomi, devletin ekonomideki hâkimiyeti gibi başlangıçta Sovyetler Birliği’ne ait görünen ilkeler bu dönemin temel taşlarını oluşturmaktadırlar.58

1920’den 1980’e kadarki dönemde bugün gelişmiş ülkeler olarak adlandırdığımız ülkelerde devletin rolü gittikçe artmıştır. Devlet gelir dağılımını ve zenginliğin paylaşılmasını düzenlemede ve bugün sosyal devletin temel görevi olarak belirttiğimiz sosyal koruma mekanizmalarını oluşturmada baş aktör olmuştur. Bu dönemde endüstrileşme ve köyden kente göç hızla artmıştır. Endüstrileşme ve kentleşme arttıkça geleneksel tarım toplumunun koruma mekanizmaları ortadan kaybolmuştur. Yani insanlar arasında akrabalığa, yakınlığa dayalı dayanışma ve işbirliği azalmış ve hatta bitmiştir. Bu sebeple fakirliğin sosyal sonuçlarını azaltma yolunda bir takım güvenlik mekanizmaları gelişmiştir. Đngiltere’de henüz 1912’de işsizlik sigortasının ilk adımları atılmış 1920 yılında da genelleştirilmiştir. Henüz 1898 yılında Fransa iş kazalarından işvereni sorumlu hale getiren yasaları çıkarmıştır. 1914’den itibaren de işsizlik ödenekleri verilmeye başlanmıştır. Almanya 1911’de sosyal güvenlik mekanizmalarını sanayi işçilerinden tarım işçilerine, devlet görevlilerinden servis sektöründe çalışanlara kadar toplumun en geniş kesimini

57

Değirmenci, a.g.m., http://www.turkısh.org.tr (17.07.2007)

58

kapsayacak şekilde genişletmiştir. Ancak bugün anladığımız haliyle sosyal koruma mekanizmaları gelişmiş ülkelerde 1920–1980 arasında tam biçimini almıştır. Yaşlılık, özürlülük, işsizlik, emeklilik, dul yetim yardımı gibi koruma mekanizmaları bunlardan bazılarıdır. Aynı zamanda konut, ulaşım, yiyecek, giyecek ve sağlık yardımları bunlara örnektir.59

1.3.3.1. Sosyal Devlet Anlayışında Meydana Gelen Dönüşüm

Sosyal Devlet; ekonomik faaliyetleri piyasa koşullarının kör ve bilinçsiz kanunlarına terk etmeyen, yaşamsal ihtiyaçların karşılanmasına duyarlı ve bunlara çareler arayan, ulusal gelirin daha adil ölçülere göre dağıtılmasını sağlamaya yönelen (belirli bir sosyal güvenlik siyaseti olan), kamu hizmetlerinin mümkün olduğunca parasız görülmesine çalışan, bu anlamda bazı fiyatların maliyeti seviyesine düşürülmesine uğraş veren devlettir. Bu devlet aynı zamanda:

a) Sosyal haksızlıkları gidermeye ve bu haksızlıkları meydana getiren sebepleri yok etmeyi,

b) Kişilerin, ya da sınıfların egoizmasını ya da mutlu bir azınlığın lüksü yerine, toplumu meydana getiren her insanın insanca, insan onuruna yaraşırcasına yaşaması için ve herkesin ihtiyaçlarına öncelik verecek şekilde bir düzen kurulmasını sağlamayı,

c) Yaşama başlarken her insanın eşit şartlardan yararlanabilmesi ve böylece oldukça geniş bir gelişme imkânına sahip olabilmesi için gerekli ortamı hazırlamayı; görev edinen devlettir ve bütün bunları yaparken özgürlükçü düzenden ayrılmamak ve insan hak ve özgürlükleriyle demokratik hukuk devleti esaslarını reddeden otoriter rejimleri taklit etmemesi en önemli özelliğini oluşturur.

Sosyal devlet de, liberal devlette olduğu gibi sosyal yapıyı korur. Ancak, bu yapının sadece bireylerden değil, bireylerin oluşturduğu çeşitli sosyal, ekonomik,

59

mesleki vb. kuruluşlardan oluştuğu kabul edilir. Bu yapıda da esasen toplumun ve devletin kaynağı bireydir ancak, devletin sosyal yapısında tek tek bireylerin değil, sosyal kuruluşların da yer aldığı görülmektedir. Ayrıca sosyal devlet, liberal devletin özel mülkiyet, girişim özgürlüğüne dayalı ekonomik yapısını korurken devlet müdahalesini de öngörür. 60

1.3.3.2. Sosyal Devletten Kopuş

Đkinci dünya savaşı sonrasında temsili demokrasi emek, sermaye ve devlet arasındaki uzlaşma temeli üzerinde yer almıştır. Ancak emeğin erozyona uğraması, sermayenin bundan yararlanarak uzlaşmayı zorlaması sonucunu doğurmuştur.61

Devletin rolü konusundaki şüphecilik 1960'ların sonunda ortaya çıkmış, 1970'lerde güçlenmiş ve günümüzde yoğun olarak gündeme oturmuştur. Devletin yeniden yapılandırılması gereğini hazırlayan olgu, sosyal devletin içine düştüğü problemler kadar devletlerin faaliyet gösterdikleri ortamın, küresel ekonomi gelişmeleriyle birlikte çarpıcı bir değişim göstermesidir. Süreç içerisinde yaşanan teknolojik değişim, hizmetlerin yaygınlaşmasına ve piyasaların daha büyük rol oynamasına imkân veren yeni fırsatlar yaratırken, vergiler, kamu harcamaları, yatırımlar ve ekonomik politikalar küreselleşmiş bir dünya ekonomisine uyum sağlamak durumunda kalmıştır. Bu gibi değişiklikler, devletin sadece temin eden değil, kolaylaştıran ve düzenleyen unsurlar olarak değerlendirilmesi gereksinimini doğurarak devlet için yeni ve farklı roller anlamını taşımıştır.62

1980’lerden sonrası dünyada küreselleşme ve neo-liberalizm dönemi, ulusötesi sermayenin devletin küçülmesini istediği, rekabete ancak bu koşulla güçlü girebileceğini düşündüğü bir dönemdir. Faaliyetleri ulusal sınırlardan bağımsız olan ulusötesi şirketler açıktır ki, en kârlı yatırım olanaklarını devletin hakim olduğu sektörlerde görmektedirler. Acımasız rekabet koşullarında maliyeti düşürmek kamu

60

Ayferi Göze, Liberal, Marxist, Faşist ve Sosyal Devlet, 3.Baskı, Beta Yayınları, No:518, Đstanbul, 1998, s.98.

61

Şaylan, Değişim Küreselleşme ve Devletin Yeni Đşlevi, s.129.

62

yararının düşünüldüğü devlet işletmeleri ile olanaksızdı. Bu sadece Kamu Đktisadi Teşebbüsleri’nin (KĐT) satılması ile ilgili değildir. Bu gruplar her alanı bir kâr kaynağı olarak görmekte, sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, yani topyekün emekçilerin geleceğini, alınıp satılabilen bir mala çevirmek istemektedirler. Dolayısıyla sosyal devlet kavramı, küresel ekonomide daha uygun rekabet şartları için, ulusötesi sermayenin çıkarları doğrultusunda, feda edilmektedir.63

Genellikle katı pazarcı anlayışın reçeteleri ve ilkeleri, özellikle gelişmekte olan ülkelerde olumsuz sonuçlara yol açmaktadır.64 Kamu seçimi politikasına dayalı bu yaklaşım demokrasi ve devlet yönetiminin gelişiminde önemli yeri olan “kamu çıkarı” ve “kamu hizmeti” ilkelerinin reddine dayandığından oldukça dikkat edilmelidir.65