• Sonuç bulunamadı

1.3. Değişik Uluslarda Kadınların Konumları

1.3.3. Japonya’da Kadın

Japonya’da 12.-14. yüzyıllar arası dönemde güçlü siyasi etkilere sahip, yasal haklarla mülkiyet haklarını kullanan yönetici sınıftan kadınlar görülmüştür. Bununla birlikte Kamakura döneminden itibaren ise; kadının siyasal, yasal ve ekonomik gücü; erkeklere göre giderek gerilemiştir. Tokugava döneminin ortasından itibaren orta ve üst sınıflarda itaat temelinde biçimlenen rol ayrımı kesin olarak tanımlanmıştır. Edo dönemi sırasında yönetici sınıf tarafından dayatılan değerler, toplumun alt sınıflarına doğru süzülmüş; köylü toplumu içinde bile kadının tarımsal işgücüne yaşamsal katkısı, katı aile ve toplum hiyerarşisinde onun ikinci sınıf konuma yerleştirilmesini engelleyememiştir (Hunter, 2002; 194).

Kadının aile içindeki eş ve anne olarak özel biçimde tanımlanmış yeri nedeniyle, kadın ve erkek arasında katı bir işlevsel rol ayrımı yerleşmiştir. Bir kadını yücelten değer itaatkarlığı olmuş; çocukluğunda babasına ya da en büyük erkek kardeşine, evliliğinde kocasına ve dul kaldığında oğluna itaat etmiştir. Aile içindeki erkeklerin kötü davranışlarına karşı kendisini koruyacak herhangi bir yasal hakka sahip olmamıştır. Çocuk doğurmak, kadının temel işlevi sayılmış; erkek mirasçı doğuramayan kadın geldiği eve gönderilebilmiş, doğurduğu çocuklar kocasının ailesinin bir parçası olmuş ve bu ailede bir yabancı olarak kaldığından çocuklar ve mülk üzerinde bir hakkı olmamıştır (Hunter, 2002; 195).

19. yüzyıl sonlarında kadınlar, manevi değerlere ve yardımseverlik işlerine yönelmişlerdir. 1850’lerde batı kültürü etkisi, eğitimli olanlar arasında kadının konumuna ilişkin duyarlılığı arttırmıştır. Elit sınıfın kadınları, batı kıyafetlerini ve saç stillerini benimsemiş; batı tarzı sosyal toplantılara yönlendirilmişlerdir. Bununla birlikte en ilerici aydınlar bile kadınlara fırsat tanınmasını, Japon erkek yöneticilerin gelişimi ve böylelikle ulusun refaha kavuşması için istemişlerdir. Batılı misyonerlerin öncülük ettiği ilk alternatif eğitim girişimlerinden asıl yararlananlar, toplumun daha iyi yaşayan kesimlerindeki kadınlar olmuştur. Ticaret sınıfındaki kadınlar, biraz pratik eğitim almış; okuma yazma öğrenmek yaygınlaşmış; ancak okur yazar kadın oranı erkek nüfusa göre özellikle alt sosyal gruplarda çok düşük kalmıştır (Hunter, 2002; 196-197).

Meici dönemi, kadın için daha modern bir eğitim olanağı sağlamıştır. Meici yönetiminin 1871’de dışarıya gönderdiği öğrenciler arasında beş kız yer almıştır. Hükümet, kadınları 1880ler’den sonra devlet ilkokullarına devam etmeleri yönünde cesaretlendirmiştir. Normal okullar, diğer kızları eğitmeleri için kadın öğretmen yetiştirmiş ve kız öğrencilerin eğitimi için çeşitli kurumlar ortaya çıkmıştır. Sınırlı bir kadın eliti, yüksek eğitim alırken; kızların büyük çoğunluğu aldıkları eğitim eksik ve kısıtlı da olsa ilköğretime devam etmiştir. Politik sistemin anahtarı olan 1889 Meici Anayasası, kadının doğrudan politikada yer almasını engellemiştir. 1898 medeni kanunuyla 1945 öncesi dönemdeki ataerkil aile sisteminin yasal olarak tesisi anlamına gelen ve kadını kesinlikle aile içinde tutan daha kapsamlı bir kısıtlama

getirilmiştir. Tüm yasal anlaşmalar, kadın adına kontrolü altında olduğu bir erkek tarafından yapılmış; kadının özgürce eş ve ev seçme gibi bir hakkı olmamıştır. Dolayısıyla edebi yolla ifade, konumlarına karşı artan öfkelerini gösteremeyen kadınların meydan okuma aracı olmuştur. Savaş öncesi ve 1945 sonrası kadın hareketinin diğer liderleri, ya gazetenin okuyucularından ya da grup üyelerinden oluşmuştur (Hunter, 2002; 197-202).

1919 Yeni Kadınların Birliği, kadınlara daha ileri yasal haklar, daha iyi eğitim ve refah olanakları sağlanması için mücadele etmiş; bu örgütlenme ve 1925’teki devamı olan Kadınların Oy Hakkı Cemiyeti, kadının politikaya girmesini yasaklayan uygulamaya son verilmesi ve kadına oy hakkı için baskı yapmıştır. 1922’de Polis Asayiş Yasası’ndaki kısmi değişiklik, kadınların siyasi toplantı düzenlemelerine ve toplantılara katılmalarına olanak sağlamış; ancak 1945 sonrasına kadar onlara partilere girme ve oy kullanma hakkı tanınmamıştır (Hunter, 2002; 202- 203).

Kadının rolündeki ve statüsündeki değişim, işgalin “demokratikleşme” programının bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Erkek-kadın eşitliğini garanti eden 1947 anayasasından önce kadınlara yeni yasal ve siyasal haklar sağlanmıştır. 1946’daki genel seçimde kadınlara oy kullanma, aday olma ve kampanya düzenleme hakları verilmiştir. 1948 Medeni Kanunu, kadının erkek karşısındaki ikincil konumuna son vermiştir. Çalışma yaşamına gelince; önceleri sekreter, hemşire, öğretmen ve memur olan kadınların sayısı sınırlıyken; 1890’lı yıllardan sonra hızla artmıştır. Erken sanayinin köşe taşı olan tekstil, çok sayıda kadın işçiye kucak açmış; yüzyılın dönümünde fabrikalarda çalışan kadın işçi sayısı 250 binin üzerine çıkmıştır. Çoğu 20 yaşın altında olan bu işçileri, köylerinden gelen ve birkaç yıl çalıştıktan sonra evlenmek üzere geri dönen geçici göçmen işçiler oluşturmuştur. 1930’lar sonunda hala nüfusun % 40’ının dayandığı küçük tarım işletmeleri, kadın emeğinin katkısına bağımlı hale gelmiştir. Bu süreç, 1930 sonlarında hızla gelişen sanayi sektörünün ve silahlı kuvvetlerin erkekleri toplamasıyla daha da hızlanmıştır. Masa başı meslekler hızla çoğalmış, hukuk ve tıp gibi konularda kadınlara konulan engeller yavaş yavaş kalkmaya başlamış, ilköğretim kurumlarının yaklaşık yarısında

kadın öğretmenler yer almıştır. 1949’da çalışan kadınlar arasında sendika üyeliği, % 51’lik oranla zirveye ulaşmıştır (Hunter, 2002; 209-210).

Bu ilerlemelerin yanında bugün de geçerliliğini koruyan ve kadınların erkeklere nazaran olumsuz konumda bulunmalarına neden olan pek çok unsur vardır. Öncelikle kadının ortalama hizmet süresi, erkeğe göre çok kısadır. Kadın, zorunlu eğitiminin ardından ilk çocuğunu doğurana kadar geçen süre içinde çalışmakta ve en küçük çocuğu okula başladığında tekrar iş yerine dönmektedir.

Bu model, öncelikle kadını kıdemlilik ücretinin yararlarından ve yaşam boyu istihdam olanağından yoksun bırakmaktadır.

İkincisi, kadınlar istihdamın en alt düzeyindeki sıralarda toplanmaktadır. Bankacılık ve sigortacılık gibi sektörlerde “ofis kadını” sıfatıyla çok sayıda kadın işçi çalıştırılmaktadır. Daha eşitlikçi kabul edilen devlet sektöründe çalışanların yaklaşık % 20’si kadındır, ancak bunların çok küçük bir oranı yönetim kademesindeki kadrolarda yer almaktadır (Hunter, 2002; 214).

Nitekim Japonya’da 2396 şirket arasında kadın yönetim kurulu üyesi olanlar % 3 gibi düşük bir oranda bulunmaktadır (Yeşildere, 2003; 2).

Üçüncüsü, kadınların ücretleri erkeklerden düşüktür. 30 yaşından itibaren eşit hizmet süresi sonunda erkeklerin ücretleri kadınlardan % 20-30 oranında daha yüksek olmaktadır. Son zamanlarda yarı zamanlı çalışan kadın sayısındaki artış da, eşitsizlikteki önemli bir unsurdur. Bu tip çalışanların artışı; kadınların gelirinin, ekmeği kazanan erkeğin gelirine ek olarak görülmesini ve bu nedenle çalışma koşullarının erkeğe göre daha az önem taşıdığı düşüncesini kalıcı hale getirmiştir.

Erkeklerin tutumlarının yanı sıra kadınların da kariyer yapmanın kendileri için bir gereksinim olmadığını düşünmeleri, çalışma yaşamına heves duyanların olanaklarını azaltarak güvenlerini kaybetmelerine neden olmuştur (Hunter, 2002; 215-216).

Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu'nun OECD verilerini kullanarak hazırladığı işgücü piyasasına ilişkin rapora göre Japonya’da çalışan kadın sayısı, çalışma çağındaki kadınların % 57. 4’ünü oluşturmaktadır (www.dunyagazetesi.com.tr, 2005; 1).

Her ne kadar bu oran pek çok geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkenin sahip olduğu orandan iyi olsa da, kadınların halen çalışma hayatında yeteri kadar yer almadığını da göstermektedir.