• Sonuç bulunamadı

2.3. Din İnkılap İrtica

2.3.2. İrtica

“İrtica Nedir ?” (Türk Düşüncesi, 1 Mayıs 1959) adlı yazıda Safa, irtica kelimesini

Türkçede “aksülamel”, “aksi tesir”, “tepki” ve sosyal planda “irtica”, “gerilik” kelimeleriyle karşılar. Geriye doğru hareket anlamına gelen irtica, mevcut halden evvelkine dönmeyi istemektir. İrtica mahiyet bakımından ilerilik de ifade edebilir. Safa buna güzel bir örnek verir. ‘Cumhuriyetten sonra Mutlakıyet idaresi gelse, Cumhuriyete dönmeyi isteyen bir hareket, zaman bakımından geriye, mahiyet bakımından ileriye bir harekettir.’ (Safa, 2013a, s.172).

İrtica ile kullanılan muhafazakârlık ise tarihçi ve gelenekçi, bugünü düne bağlayan kültür elçisidir. Dünsüz bugün ve bu günsüz yarın olmayacağı için muhafazakâr yeniliğe karşı koymaz, ancak yeniliğe ait değerleri tahrip etmesine de meydan vermez. Yobazlık ise ne irtica ne de muhafazakârlıktır. Yobaz samimi değildir, geçmişin, tarihin, din ve milliyetçilik esaslarının ne olduğunu bilmez. Tarihe ve geleneğe aşk derecesinde bağlıdır. Yobaz, Muhafazakâr veya irtica temayüllerini istismar ederek, kargaşa çıkarmak, rakiplerini ezmek, geçici bir nüfusla dünya nimetlerini elde etmek ister. Amaç dinin otoritesini temin etmek değil dini kullanarak makam ve servet sahibi olmaktır. Safa’ya göre dindar gibi görünen bu yobazlar, dinimizin yasak ettiği bütün suçları yapar ve her günahı işlerler. Bilgisiz ve haristir; söver, kendinden daha bilgisizleri kışkırtır. “İlmi Manasıyla İrtica ve İrtica

Dedikodusu” (Tercüman, 19 Mayıs 1959) adlı yazıda yazar irtica yapan herkesin

komünistler tarafından ‘mürteci’ olarak adlandırıldığını belirtir. Mevcudu muhafaza edip değerlerimizi dışarıdan gelen olumsuz etkiye karşı korumaya çalışan bu kimseleri muhafazakâr olarak adlandırır.

Batı medeniyetinde bütün aydınlar arasında müşterek ve değişmez bir kültür dilinin varlığına değinen Safa, bu dilin bir yapının tuğlaları gibi olduğunu ve filozoflar dışında hiç kimsenin onları yerlerinden kıpırdatamayacağını anlatır. Buna rağmen kavramla gerçeğin arasındaki uyumsuzluğa da dikkat çeker. “Gericilik ve İlericilik”

(Son Havadis, 1 Haziran 1961) adlı yazıda bazı terimlerin bizim dilimizdeki yanlış kullanımından bahseder. Ünlü dilcilerimiz Ziya Gökalp, Rıza Tevfik, İsmail Fenni… gibi yazarların terimler ve gerçeklikleri hususunda yaptıkları çalışmaların yarım kaldığından inkılap, devrim ve ihtilal kelimelerini bile birbirlerinden farklı olmalarına rağmen bu kelimeleri aynı anlama gelecek şekilde yanlış kullandığımızı belirtir. Yazar durumun bizim düşünce hayatımıza da yanlış yansıdığı üzerinde durur. İrtica kelimesini ilericilik ve gericilik olarak yanlış kullandığımızı söyleyen yazar ilericilik kelimesinin anlamını ne devrim ne inkılap ne de ihtilal olarak ifade eder. İşte bu yüzden Safa yanlış terimlerle konuşmak, yazmak ve düşünmemin doğru olmadığını belirtir.

“Sert ve Mutedil İnançlar” (Tercüman, 20 Mart 1960) adlı yazısında

düşüncelerimizi etkileyen unsuru inançlarımız olarak görür. Çünkü her inancın sert ve mutedil şekilleri vardır. Safa’ya göre sert inançlar zıt fikirleri kabul etmez. Zıt fikirler arasında hakikatin olabileceğine önem vermez. Hatta savundukları düşüncelerin tenkidini bile istemez. Mutedil inançlar ise, hakikati arama yönünde kendilerine aykırı olan iddiaların da doğru olabileceğini düşünür ve hatadan kurtulmak için zıt inançlara da saygı gösterir. Yazar Batı’da büyük savaşlar sonucunda kazanılmış olan mutedil inançların varlığının Batıyı ileriye götürdüğünü, bizde ise sert inançların kavgalara sebep olduğunu söyler. Yazar Batı seviyesinden bizi uzak tutan anlayışın müsamahasız olan set inançlarımız olduğunu belirtir.

“Kitapsız Peygamberler” (Ulus, 17 Ocak 1951) Adlı yazıda Safa, komünist ve

mürteci olan kesimin birçok kitap okumasına ve bilgisinin olmasına rağmen bu bilgiyi işleyecek idrak gücüne sahip olmadığını belirtir. Aydın olarak geçinen bu kesimin her gün gazete ve çeşitli yerlerde yazı yazmalarına rağmen kendilerinin oluşturduğu bir tek yapıtın olmadığına dikkat çeker. Yazarın cahil olarak nitelendirdiği bu insanların dünya sorunlarına karşı lakayt tavırlar ile çare bulduklarını söylemelerini ise gülünç bulur.

“İki Tehlike Arasında” (Havadis, 11 Ekim 1960) adlı yazısında Safa bazı

meslektaşlarının irtica hususuna kendisi gibi hem fikir olmasına rağmen komünizm konusunu yok saymalarına anlam veremez. Meslektaşlarından bazılarının Rusya’yı

bizim dostumuz gibi görmesine rağmen sağı düşman olarak görmesine anlam veremez. Bazı meslektaşlarının ise Allah’a ve İslam dinine inanmayı gerilik, Marx’a ve Komünizme inanmayı ise ilerilik olarak görmesini tenkit eder. Pembe gibi gördükleri komünizmin aslında ‘kızıl’ bir tehlike olarak iç savaşlara sebep olduğunun farkında olan Safa yine de bunu yok sayıp ‘Kahrolsun irtica!’ diye bağırılmasına karşı çıkar. Menenjit hastalığı gibi ilerleyen ve beyinlerimize zarar veren bu hareketin yurda yayılıp ‘Viva Castro’ çığlıklarına dönüşmesine anlam veremez.

Safa millet, vatan, tarih, kültür, geleneklerimiz, geleceğimiz ve din gibi bazı konulara önem verir. Kültürü ve tarihi değiştirilmeye unutulmaya çalışılan bir milletin yok olmaya yüz tutulduğu gerçeğini idrak eder. Dış güçlerin bizim bazı değerlerimizi değiştirmeye çalışırken ülkemiz üzerindeki emellerinden vazgeçmeyecekleri düşüncesini de taşıdığını bilir. Bunun için “Ayasofya” (Yeni İstiklal, 9 Ağustos 1961) adlı yazısında beş yüz yıl önce Fatih Sultan Mehmet’in zaferinin sesleri olan ezan sesinin bazı dış ve iç mihraklar tarafından susturulmaya çalışılmasını örnek gösterir. Farklı kuruluşlar tarafından korunmaya çalışılan bu camiinin aslında Ortadoksluk’un merkezi haline getirmenin peşinde olanların varlığını bize anlatır. Ayasofya’nın cami haline getirilmesi düşüncesini yobazlık ile niteleyen kesimin ise dini inançlara saygı gösteren Sultan Fatih’i de bir yerde yobaz olarak gördüğünü belirtir.

Safa komünistler tarafından Atatürk’ün ilke ve inkılaplarının yanlış nakledilmeye çalıştığını belirtir, çünkü onlar Atatürk’ün milliyetçilik anlayışını bilmezden gelirler. Sadece bunu değil tarihe, dine kültüre verdiği değeri de yok sayarlar. Onlara göre Atatürk milliyetçi değildir. Halbuki Atatürk, Onuncu Yıl Nutku’nu ‘Ne mutlu Türküm diyene’ cümlesiyle bitirmiştir fakat onlar bunu görmezden gelirler, onu gelenek ve milliyet düşmanı olarak göstermeye çalışırlar. Gerçek inkılapçılar durumun rehavetini bilirken bu devrimciler ellerinden gelen düzenbazlığı yaparlar.

“Atatürk ve Milliyetçilik” (Son Havadis, 13 Mart 1961) adlı yazısında bunlardan

bahsederken, “Türkiye’de Irkçılık” (Havadis, 8 Ekim 1960) adlı yazısında bizde tarih ve dil ırkçılığının Meşrutiyetle başladığına değinen Safa, aynı zamanın

dilcilerden olan Ziya Gökalp’in ve Halide Edip’in dizeleriyle bu düşüncesini destekler.

Ergenekon yurdun adı

Börteçine kurdun adı (Gökalp)

Yeni Turan, güzel ülke Söyle sana yol nerede?

(Halide Edip)

Sözlerini ırkçılık ve milliyetçiliğe dair söylenmiş en güzel sözler olarak görür. Darülfünun’da Türk Medeniyeti Tarihi Kürsüsü kurulmuş olup Radloff, Thomsen, Von le Coq’un Orta Asya’da yaptıkları dil çalışmalarının sonuçları anlatılmıştır. Türk dili araştırmalarında Türk tarihinin de ne kadar zengin ve eski olduğu belirlenmiştir. Tarihi Sümerlerle başlatan milletlerin yanında Türk milletinin tarihi varlığı ortaya çıkarılmış, bu milletin Osmanlı Devleti’nden ibaret olmadığı anlaşılmıştır. Atatürk’ün de önem verdiği tarih ve dil bilinci, Türk Dil ve Türk Tarih kurumlarının kurulması ve dil üzerine köken araştırılması yapılmasıyla anlaşıldı. Safa bizdeki ırkçılığın Nazi ırkçılığı gibi kafatasçı bir ırkçılık olmadığını anlatır.

Din ve ibadet özgürlüğü üzerinde duran Safa, Türkiye Devleti’nin laik bir devlet olduğunu söyler. Ama halkının yüzde doksan beşinin Müslüman olduğu bir ülke olduğunu her fırsatta dile getirirken kimsenin kimseye ibadetleri ve inançları hususunda karışmaması gerektiğini savunur. Bu hususta Batı Devletleri üniversitelerinde öğrencilerinin rahatça dini ibadetlerini yerine getirebilmek için Amerika ve Avrupa ülkelerinde kilise, katedral ve şapeller yaptıklarına değinen Safa yurdumuzda ise bu durumun tersi olan bazı vakalara değinmiştir. Ülkemizde İstanbul Üniversitesi’nde yaşanan ibadethane sorununu anlatmıştır. Mescidi istemeyen yönetimi tenkit ederken siyasi liderlerin laikliğe aykırı görmediği bu duruma yönetimin niye bu kadar tepki gösterdiğini anlayamamıştır. Bazı gazetelerin ve bazı tarihçilerin de bu mescidin kaldırılması hususunda Üniversite yönetimini alet etmeye

çalıştığını anlatırken daha sonra öğrencilerin gerekli yönetimden izin alarak kurdukları ve namaz kılabilecek kadar küçük ve karanlık olan alana bile göz dikmelerini eleştirir. Bu haksız durumu da haklı göstermeye çalışan bazı öğrenci ve yöneticilerin soruları karşısında da şaşırır. En alt katta ve tuvalettin yanında olan bu kötü kokulu yerde namaz kılınmaması gerektiği üzerinde dururken Safa haklı cevap olarak o zaman üniversite içinde mescit ya da cami olması gerektiği tezini ileri sürer. Safa’nın bu tezine karşılık üniversite içinde birçok yabancının da olduğunu o zamanda kilise mi yapalım savını ileri sürerler Safa’nın buna cevabı da üniversitede kilise ve havra inşa edilmesinin milletlerarası teamüle uymadığını ileri sürer. Bu hususta üniversite yönetimi ve öğrencileri: ‘Laik bir devlet nizamında, bir ilim ocağında bir ibadet enstitüsüne ihtiyaç yoktur.’ ifadesini kullanmaları da Türk devletinin laik olduğunu kabul ettiklerinin fakat Müslüman oluşunu yok saydıklarının göstergesidir. Devlet, dini merasime iştirak etmek zorunda değildir, fakat milletin dini ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Laik memleketlerde devlet de dini tören ve icaplara riayet eder. Üniversitelerde mescitlerin kapatılmasını eleştiren yazar, bu durumu Üniversite teamüllerine ve Türk kanunlarına da aykırı bir karar olarak görür. Etik olmayan bu davranışa sırasıyla “Üniversitedeki Mescit Meselesi” (Tercüman, 19 Mart 1960), “İstanbul Üniversitesindeki Mescit” (Tercüman, 14 Aralık 1959), “Bilmeden Konuşmayalım” (Tercüman, 23 Aralık 1959) ve “

Nihayet Kapattılar” (Tercüman, 24 Şubat 1960) adlı yazılarında yer veren Safa,

dini değerlerimizin suiistimal edilmesini ve ibadet özgürlüğümüzün elimizden alınmasını tenkit ederken durumun rehavetini anlamayan ve gençlerimizi yozlaşmaya bırakan üniversite yönetimi ve arkasında bu duruma destek veren kesimi tenkit eder. Siyaseti yakından takip eden Safa CHP ve ilgili kimselere laiklik üzerine çeşitli fikirler öne sürer. Din üzerine de bazı söylemleri olan İsmet İnönü üzerine yazdığı

“İnönü’nün Bir İddiası Üzerine” (Tercüman, 14 Ocak 1960) adlı yazıda İnönü’nün

Birinci Dünya Harbini Müslüman olduğumuz ve Cihad-ı Mukaddese ilan ettiğimiz için kaybettiğimizi ileri sürmesini şiddetle karşı çıkar ve durumu tenkit eder. Çünkü bu savaşa Osmanlı Devleti Almanya, Avusturya Macaristan İmparatorlarının peşine takılarak girmiş ve onların kaybetmesi üzerine de mağlup sayılmıştır. Harp zamanı dini ibadet, dua ve görüşmelerin yapılması normaldir. Harp zamanında bütün milletler maneviyatı yükseltmek için dini duygularını da seferber ederler. Laikliği dinsizlik gibi gösteren İnönü’ye tepki gösteren Safa, başta Atatürk olmak üzere bütün

siyasi liderlerin dua edip maneviyatlarını güçlendirdiklerini söylerken, birçok Amerika ve Avrupa ülkesinde dini partilerinin varlığına dikkat çeker. Laiklik ve İslam’ı bir arada hayal edemeyen ve ne zaman yan yana gelse “irtica” olarak ses çıkaranlara anlam veremez.

“Ay’a Seyahat ve İslamiyet” (Temmuz, 1960) adlı yazıda bazı Arap gazetelerinde

Ay’a gitmenin İslamiyet’e aykırı olduğunu ileri sürmeleri üzerine durumun yanlışlığını anlatmak için Cami-ül Ezher müftüsü Şeyh Mahmut’un naklettiği hadislere yer verir. “Daima ilim peşinde koşunuz” “Beşikten mezara kadar ilim isteyiniz” sözlerini hatırlatırken ‘Sıhhatim müsait olsaydı ben de Allah’a yakın olmak için Ay’a gitmeyi arzu ederdim’ (Safa, 2013a, s.208) sözlerini kullanarak cahil insanların yüce kitabı ilime ve bilime karşı göstermeye çalışmalarını eleştirir. Ayrıca Batının gerçek manada ilimi ve bilimi Doğudan Farabi’den, İbn-i Rüşt gibi bilginlerden öğrendiğini ileri sürer. Birçok âlimin de eserlerini yazarken Kur’an-ı Kerim’den yararlandıklarını bildirir.

Safa, Halk Partisinin dinsiz olmadığını iddia etmesi üzerine neden böyle bir açıklama yapıldığına lüzum görüldüğünü anlayamaz. Safa, yapılan bu açıklamayı samimi bulmaz, sebebi olarak da vekil ve parti içindeki düşünürlerin açıklamalarını gösterir. Bunlar içinde en dikkat çeken de Falih Rıfkı’nın Büyük Doğu Mecmuasına yaptığı açıklamadır. ‘Allah’a inanıyor musunuz?’ sorusuna ‘hayır’ cevabını veren iki kişiden biridir. Ötekinin de Zekeriya Sertel olduğunu belirten Safa, CHP gibi bir partinin neden bazı kimseler yüzünden dinsiz bir parti olarak adlandırıldığına anlam veremez ve kendilerine biraz çeki düzen vermelerinin gerektiğini düşünür.

“C.H.P ve Dinsizlik” (Tercüman, 1 Nisan 1959) ve “Üç Noktanın Manası”

(Tercüman, 9 Nisan 1959) adlı yazılarında Falih Rıfkı Atay’ın din üzerine verdiği cevaba tenkitte bulundururken Atay’ın yanlış anlaşıldığını iddia eden yazısından sonra aslında kendisinin ‘hayır’ değil (…) nokta koyduğunu belirtmesi üzerine Safa tarafından yeniden tenkit edilir. Üç noktanın aslında Allah’a inanmıyorum manasına gelmese de inanıyorum manasına gelmediğine değinir. İnanıyorsa Kelime-i Şahadet getirmesini ister. Aslında Safa, Atatürk’ün kurduğu bu mukaddes partinin İnönü ve

sonrasında başa geçen insanlar tarafından din hususunda hassasiyet göstermeyip her şeye “irtica” demelerini tenkit eder.

Safa’ya göre birçok şeyde Batı ülkelerinden gerideyiz; tenkitte, endüstride, teknikte dramda ve diğer gelişimsel şeylerde peki her şeyde mi? Tabi ki hayır edebiyat, sanat, spor ve bazı dallarda onlarla birlikteyiz hatta güreşte en iyiyiz, ama bunların yeterli olmadığına anlatır. “Hayırlı, Bir Aşağılık Duygusu” (Milliyet, 13 Eylül 1956) adlı yazıda geriliğimizden bahsederken aslında devlet rejimleriyle ileri seviyeye erişmenin fazla bir alakası olmadığını söyler ama her ileri milletin de hür olduğunu belirtir. Çünkü geri milletlerin siyasi rejimlerinin de geri olduğunu belirtir.

Benzer Belgeler