• Sonuç bulunamadı

İNÖNÜ HÜKÜMETİ VE DEVLETÇİLİK İLKESİ

Bu bölümde, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Anayasa’sına 5 Şubat 1937'de temel ilkelerden biri olarak giren “Devletçilik” ilkesi işlenecektir. İnönü hükümetinin bu ilkeyi nasıl yorumladığı, hangi çalışmaları yaptıkları, ne planlayıp, ne yapabildikleri ele alınacaktır.

“Devletçilik” prensibi C.H.P. programına ise 10 Mayıs 1931 tarihinde girmiştir. İnönü, altıncı hükümetin programını açıklarken devletin iktisadi ve mali hayattaki vazifelerinden bahsetmiştir: “İmar faaliyeti ve memleketin iktisâdi vaziyetinin inkişafı Hükümetimizin başlıca nasbı nazar ettiği mevzulardır. Onun için evvel emirde hem imar ve iktisadın hem alelumum Devlet hayatının nizamı için mebde ve mesnet olan mali düşüncelerimizden bahsetmeliyim.

Bilirsiniz ki satış fiyatlarının beynelmilel pazarlarda süratle tenezzülü her memleket gibi bizi de müteessir etmiştir. Memleketin ihtiyatlı ve mahsullerinin

çeşitli olması sayesinde bizim buhrana mukavemetimiz daha ümitbahş ve kudretli bir mahiyettedir. Bununla beraber devlet sarfiyatında gayet ihtiyatlı tedbirler ile yeni seneyi karşılamak kararını ittihaz ettik.

Düşünüyoruz ki bu sayede iktisâdi ve mali hayatımızı ciddi sarsıntıya maruz kılmadan yeni inkişaf safhalarına ve yeni imar programlarına geçebileceğiz. Ve başladığımız işleri tevakkuftan vikaye edebileceğiz.”161

Bu ilkenin fikrî hazırlık safhası 1920’li yıllarda oluşmaya başlamıştır. Atatürk, Türk milletinin çağdaş medeniyette yerini alabilmesi için başka ülkelerdeki siyasî olayları ve ekonomik gelişmeleri takip etmiş, zamanının fikir hareketlerini de kitaplardan okumuş, bir kısmını tercüme ettirmiş ve bunları etrafındaki devlet ve fikir adamlarıyla tartışmıştır. Afetinan, Atatürk’ün kendisine bu mesele ile ilgilenmesi ve çalışma yapmasını söylediğini belirtmektedir.162

Afetinan, Atatürk’ün yönlendirmesiyle Fransız Lisesi’nde okuduğu Medeni Bilgiler kitabını Türkçe’ye çevirmiştir. Atatürk, Afetinan’a “Devlet” kavramı hakkında bazı izahatlarda bulunmuştur: “4 Kasım 1929, “Devlet” başlığı altında bana şunları yazdırtmıştı: "Milletin ne olduğunu izah ederken demiştim ki : Türk milleti halk idaresi olan Cumhuriyetle idare olunur bir devlettir.

Şimdi devlet ne demektir? bunu izah ve ifade edelim : Devlet dediğimiz zaman herşeyden evvel bir insan cemiyeti, bir millet mevcudiyeti anlaşılır. Bu insan cemiyetinin coğrafî hudutlarla tayin olunmuş bir arazide yerleşmiş olduğu görülür. Yine Millet bahsinde demiştim ki Türk milleti Asyanın garbında ve Avrupanın şarkında olmak üzere kara ve deniz sınırlariyle çevrilmiş dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar. Onun adına “Türkeli” derler "Milliyet mese- lesinin ferdî ve müşterek hürriyet meselesi olduğunu biliyoruz, yani bir milleti

161 TBMM Tutanak Dergisi, t: 2, 9.5.1931, II, s. 22-24. İsmet İnönü’nün TBMM’deki

Konuşmaları, 1920-1973, I, 1920-1938, s. 345-346; http://www.tbmm.gov.tr/ kultur_sanat/

yayin056.htm.

162 Ayşe Afetinan, Devletçilik İlkesi ve T.C.’ nin Birinci Sanayi Planı, 1933, Ankara 1972, s. 21; Ayrıca bakınız; Ayşe Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Ankara 1988, s. 3.

teşkil eden fertlerin o millet içinde her nevi hürriyeti, yaşamak hürriyeti, fikir ve vicdan hürriyeti emniyet altında bulunmak lâzımdır.

Kezalik bir milletin umumî heyetinin her nevi hürriyeti yani kendi topraklarında, haricin hiç bir müdahale ve tehdidi olmaksızın hür ve müstakil yaşaması ve çalışması lâzımdır.

İşte devlet gerek fertlerin hürriyetini temin için millet üzerinde bir nüfuza ve gerek millet ve memleketin istiklâlini muhafaza edebilmek için kendine has "bîr nüfus ve kuvvete mâlik olmalıdır. O halde devlet muayyen bir arazide yerleşmiş ve kendine has bir kuvvete sahip olan fertlerin toplumundan ibaret bir mevcudiyettir. Devletin haîz olduğu kuvveti ifade ederken, bu kuvveti kendine has diye tavsif ediyoruz. Filhakika devleti teşkil eden milletin sinesinde nüfus icra eden kuvvet ferde hiç kimse tarafından verirmiş değildir. O bir siyasî nüfuzdur ki, devlet mefhumunda bizatihi mevcuttur ve devlet onu halk üzerinde tatbik etmek ve milleti haricen diğer milletlere karşı müdafaa eylemek selahiyetine mâliktir.

Bu siyasî nüfuz ve kudrete "İrade ve Hâkimiyet" denir.”163

Atatürk, devletin kendine has bir nüfus ve kuvvete sahip olması gerektiğini belirtmiştir. Bununla birlikte vatandaşa karşı devletin vazifelerini şu sözlerle ifade etmiştir: “a) Memleket içinde, asayişi ve adaleti tesis ve idame ederek, vatandaşların, her nevi hürriyetlerini masun bulundurmak;

b) Haricî siyaset ve diğer milletlerle münasebetleri iyi idare ederek ve dahilde her nevi müdafaa kuvvetlerini, daima hazır bulundurarak milletin istiklâlini emin ve mahfuz bulundurmak, "ve bu uğurda başka çare kalmazsa milletin hukukunu silâhla müdafaa etmek".

Bu iki nevi vazife, devletin en esaslı vazifelerindendir. Denilebilir ki, devlet teşkilinden maksat bu iki vazifenin ifasını temin etmektir. Çünkü bu vazifeler, vatandaşların fert olarak yapmağa muktedir olamıyacakları işlerdir. Hattâ, vatandaşların bu vazifeleri, kısmen dahi, yapmağa kalkışmaları caiz

değildir. Zira, o zaman anarşi olur, devlet kalmaz. Meselâ, bir vatandaş, kendi kendine, bir ecnebi devletle siyasî bir temas ve münasebette bulunamaz.

…. Bu iki nevi vazifeden başka devletin alâkadar olduğunu işaret ettiğimiz vazifeleri de, başladığımız sıra içinde söyliyelim :

c) Yollar, demiryolları v.s. gibi nafıa işleri; d) Maarif işleri;

e) Sıhhiye işleri;

f) İçtimaî muavenet işleri;

g) Ziraat, ticaret, zanaata ait iktisadî işler.

Bu son söylediğimiz işleri, devletin yapmaması, fertlere terketmesi lâzım geldiği iddiasında bulunanlar vardır. Bu nazariyeyi tasvip ve takip edenlere "ferdiyetçi" derler.

Milletin umumî ve müşterek menfaatlerine ait siyasî, fikrî işlerde olduğu gîbi, İktisadî her nevi işlerin dahi, fertlere bırakılmayıp devlet tarafından yapılması daha muvafık olacağı nazariyesini müdafaa eden "devletçiler" de vardır.

Biz, devletimizce tatbiki münasip olan prensibi, tespit için "ferdiyetçi" ve "devletçi"lerin istinat ettikleri noktaları ve bir de, demokrasinin bariz vasıflarını, göz önünde tutarak, kısa bir muhakeme yapalım :

Malûmdur ki, Türkiye Cumhuriyeti, demokrasi esasına müstenit bir devlettir. Demokrasi ise, esas itibariyle, siyasî mahiyettedir, fikrîdir; ferdîdir; müsavatperverdir.

Demokrasinin, bu esas noktalarına göre, vatandaşın siyasî hürriyet ve mesaisini temin etmek; vatandaşın ilmî, içtimaî, san'at, ahlâk gibi fikrî sahalarda inkişafını teinin ile alâkadar olmak; ve vatandaşın, millî hâkimiyete usulü dairesinde iştirak hakkını ve bütün vatandaşların aynı siyasî hakları haiz olmalarını temin eylemekten ibaret olan noktalar, devletin, vatandaşa karşı başlıca vazifelerinin hududunu gösteren işaretlerdir.

O halde, demokrasi esasına müstenit bir devlet, içtimaî muavenet sistemi, veyahut bir iktisadî teşkilât sistemi değildir. Bunun için bu sahalara ait işlere, devletin karışmaması, bütün bu mahiyetteki işleri fertlere veya fertlerden mürekkep şirketlere bırakması mümkündür. Bu imkânın derecesini anlamak için, devletin, millete ve memlekete karşı ifasına mecbur olduğu esaslı vazifelerinin ikinci derecede görülen vazifelerle münasebet ve irtibatlarını düşünmek lâzımdır.

Devlet, asayişi temin etmek için, memleketi müdafaa etmek için sıhhati yerinde, gürbüz ve anlayışları, millî hisleri, vatan muhabbetleri yüksek vatandaşlar ister.

Devlet, dahilde ve hariçte millet işlerini gördürecek yüksek kabiliyetli vatandaşlara muhtaçtır.

Devlet, bütün vatandaşların, devletin kanunlarını anlayıp onlara riayet lüzumunu takdir etmelerini, memleketin asayişi ve müdafaası için ehemmiyetli görür.

Devlet, umum vatandaşların, herhangi zanaat ve meslekte, zamanımız terakkilerinin icap ettirdiği derecede muvaffak olmasiyle alâkadardır.

Bu sebeplerledir ki, vatandaşların tahsili, terbiyesi, sihhatiyle alâkadar olmak mecburiyetindedir.

Devlet, memleketin asayiş ve müdafaası için yollarla, demiryolları ile, telgrafla, telefonla, memleketin hayvanları ile, her türlü nakliye vasıtaları ile, milletin umumî servetiyle yakından alâkadardır. Memleket İdaresinde ve müdafaasında, bu saydıklarımız, toptan, tüfekten, her nevî silâhtan daha mühimdir.

Bilhassa para, her türlü vasıtanın üstünde bir mevcudiyet silâhıdır.

Bu saydığımız sahalardaki işlerden iktisadî olanlar, doğrudan doğruya, devletin zarurî vazifelerinden görünmemekle beraber, o vazifelerin ifasında, müessirdirler. Bu sahalardaki işleri, fertlere veya şirketlere tamamen

bırakabilmek için bu işlerin, devlet müdahalesi ve muaveneti olmadığı halde, devleti esası vazifelerini ifada müşkülâta uğratmıyacağına emin olmak lâzımdır. Görülüyor ki, iktisadî ve bazı içtimaî işler, bir taraftan fertlerin menfaatleri ile alâkadardır. Bunun içindir ki ferdiyetçiler, bu işlere devletin karışmasını şahsî hürriyete tecavüz gibi görürler. Fakat bu işler içinde, dolayısiyle bütün milletin müşterek menfaatine temas ve taallûk eden noktalar da vardır. Bu sebeple, devletçilerin haklı oldukları noktaları kabul etmek muvafık olur.

Hususî menfaat, ekseriya, umumî menfaatle, tezat halinde bulunur. Bir de, hususî menfaatler, en nihayet, rekabete istinat eder. Halbuki, yalnız bununla iktisadî nizam tesis olunamaz. Bu zanda bulunanlar, kendilerini, bir serap karşısında, aldatılmağa terkedenlerdir.

Fertler, şirketler, devlet teşkilâtına nazaran zayıftırlar, serbest rekabetin, içtimaî mahzurları da vardır; zayıflarla kuvvetlileri müsabakada karşı karşıya bırakmak gibi... ve nihayet fertler bazı büyük, müşterek menfaatleri tatmine muktedir olamazlar.

Bu gibi işlerde, fertlerin tesisine imkân bulamıyacakları geniş ve kuvvetli teşkilât icap edebilir; yahut bu gibi işlerde, fertler kâfi menfaat elde edemiyecekleri için o işlerden vazgeçerler.

Halbuki, o işler, milletçe hayatî bir ehemmiyeti haiz olur ve devlet onu yapmak mecburiyetinde bulunur. Her halde milletlerde, hürriyet ve medeniyet inkişaf ettiği nispette devletin vazifeleri ve mes'uliyetleri çoğalır : Hayat çoğaldığı nispette vasıta da çoğalır, çok vasıta, çok ve büyük kuvvetle idare olunur, kuvvet çoğaldıkça kaideler de çoğalır. Bir cemiyetin vasıta ve kaidesi ise devlettir.

Bundan başka devletin, ferde nazaran hırsı başka mahiyettedir. O, umumun müşterek menfaatini ve terakkisini düşünür. Fertleri hususî menfaat hırsından, ne dereceye kadar uzaklaştırmak mümkün olacağı düşünülmeğe değer.

Her halde, devletin, siyasî ve fikrî hususlarda olduğu gibi, bazı İktisadî işlerde de nâzımlığını, prensip olarak, kabul etmek caiz görülmelidir. Bu

takdirde, karşı karşıya kalınacak müşkülât şudur : Devlet ile ferdin karşılıklı faaliyet sahalarını ayırmak...

Devletin, bu husustaki faaliyet hududunu çizmek ve bu hususta istinat edeceği kaideleri tespit etmek, diğer taraftan vatandaşın ferdî teşebbüs ve faaliyet hürriyetini tahdit etmemiş olmak, devleti idareye selahiyettar kılınanların düşünüp tayin etmesi lâzım gelen meselelerdir.

Prensip olarak, devlet, ferdin yerine kaim olmamalıdır. Fakat, "ferdin inkişafı için umumî şartları göz önünde bulundurmalıdır." Bir de, ferdin şahsî faaliyeti, iktisadî terekkinin esas membaı olarak kalmalıdır. Fertlerin inkişafına mâni olmamak, onların her noktai nazardan olduğu gibi, bilhassa iktisadî sahadaki hürriyet ve teşebbüsleri önünde, devlet kendi faaliyeti ile bir mâni vücuda getirmemek, demokrasi prensibinin mühim esasıdır.

O halde, diyebiliriz ki, "ferdiyet inkişafının, mâni karşısında kalmaya başladığı nokta, devlet faaliyetinin hududunu teşkil eder". Buna nazaran, "umumiyetle, zaman ve mekânda, daimî bir hususî vasıf gösteren, iktisadî bir işi, devlet üzerine alabilir." Meselâ, bir iş ki büyük ve muntazam bir idareyi icap ettirir ve hususî fertler elinde inhisara duçar olmak tehlikesini gösterir veyahut umumî bir ihtiyaca tekabül eder, o işi, devlet, üzerine alabilir. Madenlerin, ormanların, kanalların, demiryollarının, deniz seyrisefer şirketlerinin devlet tarafından idaresi ve para ihraç eden bankaların millileştirilmesi, kezalik su, gaz, elektrik ve saireye ait işlerin mahallî idareler tarafından yapılması, yukarda izah ettiğimiz neviden işlerdir.

Bu izah ettiğimiz mânada ve telâkkide, devletçilik, bilhassa içtimaî, ahlâkî ve millîdir. Millî servetin tevziinde daha mükemmel bir adalet ve emek sarfedenlerin daha yüksek refahı, millî birliğin muhafazası için şarttır. Bu şartı, daima, göz önünde tutmak, millî birliğin mümessili olan devletin mühim vazifesidir.

Umumî menfaate hizmet eden umumî müesseselerin çoğaltılması, devletin ehemmiyetle göz önünde tutacağı bir meseledir. Bu sayede, sırf

menfaatperest faaliyetler tahdit olunur. Bu hal, vatandaşlar arasında ahlâkî tesanüdün inkişafına yardım eden mühim bir âmildir.

Memlekette her nevi istihsalin ziyadeleşmesi için, ferdî teşebbüsün devletçe elzem olduğunu ehemmiyetle kaydettikten sonra, beyan etmeliyiz ki, "devlet ve fert biribirine muarız değil, biribirinin mütemmimidir".

Devlet ve fert dediğimiz zaman bu kelimelerin mücerret mânasını değil, yegâne hakikat olan “içtimaî insan”, yani cemiyet içinde yaşayan fertleri murat ediyoruz, işte bu içtimaî insanın, iki türlü menfaati vardır. Bu menfaatlerden bir kısmı şahsîdir, diğer kısmı müşterektir. Cemiyetin hayatını muhafaza eden, bu müşterek menfaatlerdir.

İyice düşünülürse, bu iki nevi menfaat biribirine muadildir. Çünkü, içtimaî insanın hayatı için her iki menfaat aynı derecede lüzumludur. Buna nazaran, bizce devlet ve fert kelimeleri, umumî veya hususî menfaatlerden biri düşünüldüğüne göre ve fakat her iki halde de içtimai insanı, ifade ve izah eden iki tabirdir. Yani, demek istiyoruz ki, yalnız başına fert ve fertlerden mücerret devlet düşünmüyoruz. Devlet, fertlerin teşkil ettiği milli cemaatin göze görünen şeklidir. Ancak, fert emeğinin gelirini, devlet de, içtimaî inkişaftan hâsıl olan geliri almak mecburiyetindedir.

Bu mülâhazaların, bizim halimize, daha yakından, alâkasını düşünelim : Cumhuriyetimiz henüz çok gençtir. Maziden kendine miras kalan bütün hayatî işler, zamanın mecburiyetlerini tatmin edecek derecede değildir. Siyasî ve fikrî hayatta olduğu gibi iktisadî işlerde de, fertlerin teşebbüsleri neticesini beklemek doğru olamaz. Mühim ve büyük işleri, ancak milletin umum servetine ve devletin bütün teşkilât ve kuvvetine istinat edecek, millî hâkimiyetin tatbik ve icrasını tanzim ile muvazzaf olan hükümetin mümkün olduğu kadar üzerine alıp başarması tercih olunmalıdır.

Diğer bazı devletlerin ikinci derecede görebileceği ve fertlerin teşeb- büslerine bırakılmasında beis olmıyan işlerden birçoğu, bizim için, hayatîdir, ve birinci derecede mühim devlet vazifeleri arasında sayılmalıdır.

Türkiye Cumhuriyetini idare edenlerin, demokrasi esasından ayrıl- mamakla beraber "devletçilik" prensibine uygun yürümeleri, bugün içinde bulunduğumuz hallere, şartlara ve mecburiyetlere uygun olur.

Bizim takibini muvafık gördüğümüz "devletçilik" prensibi, bütün istihsal ve tevzi vasıtalarım fertlerden alarak milleti büsbütün başka esaslar dahilinde tanzim etmek gayesini takip eden ve hususî ve ferdî, iktisadî teşebbüs ve faaliyete meydan bırakmıyan sosyalizm prensibine müstenit kollektivizm, komünizm gibi bîr sistem değildir.

Hulâsa, bizim takip ettiğimiz devletçilik, ferdî mesai ve faaliyeti esas tutmakta beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi mamuriyete eriştirmek için milletin umumî ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde -bilhassa iktisadî sahada- devleti fiilen alâkadar etmektedir.”164

Devlet ve ekonominin iç içe olmasının doğallığını ve bu süreci oluşturan olayların değerlendirmesini Avrupalı yazar “Bir Millet Yükseliyor” başlıklı makalesinde şu cümlelerle ifade etmiştir: “Avrupa emperyalizmi bu memleketin tabii servet kaynaklarını çalıp çırpmış, birçok ahlâksızlıklar yapmıştı. Ekseria Fransız veya İngiliz olan sayısız "istismar" şirketlerinin kasalarını dolduran kazançlar, açlık ve sefalet içinde bulunan yanlış işletme etütleriyle topraklan gittikçe verimsizleşen Türklerin cebinden çıkıyordu. Şimdi Türkiye, ulusal bir ekonomi siyasasının maddî ve manevî yardım vasıtaları sayesinde toprağını plânlı bir surette işleterek, bugüne kadar suiistimale uğrayan tabii servet kaynaklarım doğru ve makul bir şekilde çalıştıracak ve ulusal ekonomi yolunda kullanacaktır.

İlk zamanlarda sermaye yoksulluğu vardı. Yabancı memleketler, geri alıp almayacaklarını kesin olarak bilmedikler bir parayı böyle inatçı bir memlekete vermek istemiyorlardı. Diğer taraftan ekonomi makinesini iyice idare edebilecek adam da bol değildi, ikinci noksan çalışkanlık ve maharetle bertaraf edilirken,

164A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 44-49; A. Afetinan,

birincisi de Türkiye'nin arsaulusal kredi münasebatından ayrılmasını mucip olarak "olmayan para harcanamaz" sözünün doğruluğu bir defa daha teeyyüt etti (sağlamlaştırdı). Para hem kıymetli ve hem de az bulunan bir maden olduğu için bunun makul bir surette idare edilmesi lâzım geliyordu. İşte bu işi devlet deruhte etti (üzerine aldı). Bu sebepten devletin dayandığı altı büyük esastan birincisinin adı "Devletçilik" dir. Yani milletin hayatı üzerinde devletin çok geniş bir nüfuzu vardır. Bu prensip aynı şekilde ekonomiye de tatbik olunmuştur. Yani Türkiye'de "etatist ekonomi" vardır. Bu gayretlerle muvazi olarak yükselen kurumlar ise ziraî kooperatiflerdir ki, bunlar, nazarî yardım ve temellerini ziraî mekteplerden alırlar. Türkiye istihsalâtı (üretimi) gün geçtikçe fazlalaşıyor. İhracat maddesi olarak en başta gelenler arasında şeker ve çimento imalâtı vardır. Bundan başka ve aynı derecede ehemmiyetli olarak dokuma fabrikaları pamuk ve yün istihsalâtı gelir. Kimya ve kâğıt endüstrisi oluş halindedir.”165

Avrupalı yazarın, Türkiye’yi değerlendirmesinde, ülkenin yaptığı çalışmalar neticesinde sanayideki inkişafı anlatılmakla beraber ‘Devletçilik’ ilkesine değinilmekte ve bu ilkenin ekonomiye tatbiki ile ülkede etaist ekonomini olduğu belirtilmektedir. Ancak, daha 1932 yılında Hakimiyeti Milliye’de yayınlanan bir makalede ‘etaist’ kavramı ile Türkiye arasındaki ilişki şöyle açıklanmaktadır: “Fransa’da ve diğer Avrupa memleketlerinde daha ziyade sosyalizmin diğer bir ifadesi gibi telakki edilen etatizm ferdî hürriyetlerin, ferdî teşebbüslerin düşmanı sayılmaktadır. Oralarda etatizm sınıf mücadelelerinden doğmuş ve gene bir sınıfa hizmet için tasavvur edilmiş iktisadî bir meslektir. Liberal hükûmet kapitalizmin hâdimi ise etaist hükûmet de sosyalizmin mürevvici telakki edilmektedir. Bizde böyle sınıf mücadeleleri sermaye ve iş kavgaları olmadığı için devletçiliğimizde Avrupa memleketlerindeki dar manasını haiz olamaz. Bizim devletçiliğimiz hiçbir vakit vatandaş ile devlet arasında bir cidal tasavvur ederek bu cidalde devleti tercih ve vatandaşı feda eden bir mahiyet göstermez. Cumhuriyet Halk Fırkasının devletçilik umdesi millî

165 26 İkinciteşrin (Kasım) 1935 tarihli “Arbeiter Woche” Viyana’dan, Yabancı Gözüyle

mefkûrelerimizin tahakkuku uğrundaki vasıtaların en kuvvetlisini teşkil etmek iytibariyle her şeyden evvel vatandaşların menfaatini ve yükselmesini istihdaf eyler.”166

Gazetedeki makalede, Türkiye’de uygulanan devletçiliğin Avrupa’dakinden farklı olduğu vurgulanmakta ve vatandaşların menfaatlerinin önemli olduğu belirtilmektedir.

1929 yılında dünya çapında büyük bir ekonomik bunalım yaşanmıştır. Bu ekonomik bunalımın sebebini Oral Sander şöyle açıklar: “…dünya ekonomik bunalımının nedenleri hem çok karmaşıktır hem de hâlâ iktisatçılar arasında tartışma konusudur…Dünyada globalleşme sürecinin tamamlanmasıyla, nasıl yeryüzünün belirli bir köşesindeki siyasal bunalım etkilerini başka yerlerde gösteriyorsa, ekonomik bunalım için de aynı şey söylenebilir. Kapitalist ekonomik sistem, parçalarından birinde ortaya çıkan bozukluğun öteki parçalara da bulaştığı, birbirine bağımlı ve nazik bir bütün haline gelmişti… Birçok temel maddenin fiyatı, dünya pazarındaki arz ve talep dengesiyle serbestçe oluşmaktaydı. 1920'lerde, ister yerel ister uluslararası düzeyde olsun, üretimin büyük bir bölümü kredi mekanizması ile finanse ediliyordu. Sistem, kredi verenin parasını ilerde alacağı, kredi alanın da ürettiği malların satışından elde edeceği kârla borcunu ilerde ödeyeceği anlayışına, yani karşılıklı güvene dayanıyordu.

Dar anlamıyla bunalım, hisse senetleri borsasında başladı. New York borsasında 1929 Ekiminde, o zamana kadar aşırı spekülasyonla çok yüksek düzeylere ulaşmış bulunan hisse senetlerinde düşme ortaya çıktı. Bu durum, doğal olarak, hisse senetlerine sahip olanların, fiyatlar daha da aşağılara düşmeden, ellerinden bu senetleri çıkarmak istemelerine yol açtı. Bunalım, hızla mali alandan endüstriye, ABD'den de tüm dünyaya sıçradı. ABD Avrupa'ya verdiği krediyi ve bu kıtada yaptığı yatırımları durdurdu. O zamana kadar ABD'nin Almanya'ya verdiği krediyle bu devlet, İngiltere ve Fransa'ya

tamirat borcunu veriyor, bu ikisiyse ABD'ye savaşta aldıkları borcu ödüyorlardı. 1925-1929 döneminin ekonomik canlılığını yaratan bu sistem, ABD'nin krediyi kesmesi ile yıkıldı. Bu durum Avrupalı'nın satın alma gücünde azalmaya yol açtı, fiyatlar düştü ve işsizlik artmaya başladı.”167

Necmeddin Sadık, “Buhranın sebepleri ve Türkiyede Devletçilik” başlığı ile yazdığı makalesinde, ekonomik bunalımın nedenleri, yarattığı sıkıntılar ve Türkiye’nin izleyeceği politika hakkında şöyle bir açıklamada bulunmuştur: “Dünyanın çektiği sıkıntı, alış verişte denksizlikten ileri geliyor. Bu düşüncede

Benzer Belgeler