• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 4: TARAKLI’NIN İDARİ YAPISI VE NÜFUSU

4.1. İdari Yapı

Taraklı, temettuat kayıtlarının tutulduğu 1260 – 1261 (1844 – 1845) tarihlerinde Kocaeli Sancağı Kaymakamlığı’na bağlı bir kaza konumundadır. Adı geçen tarihlerde Taraklı kazasının 4 mahallesi ve 23 köyü bulunmaktadır. Şehir merkezinde Yusuf Bey mahallesine tabi 9 haneli Hacı Aliler Köyü bulunmaktadır. Hacı Aliler köy olmakla beraber Yusuf Bey mahallesinin içerisinde görülmektedir. Hacı Aliler köyünün hangi sebepten dolayı Yusuf Bey mahallesine katıldığı konusunda bir bilgiye sahip değiliz. Günümüzde Taraklı’da, incelemiş olduğumuz temettuat kayıtlarında olduğu gibi, 4 mahalle bulunuyor. Yusuf Bey ve Hacı Murat mahallelerinin isimlerini aynen koruduğunu gözlemliyoruz. Cami’i Kebir mahallesi eşanlamı olan Ulu Cami mahallesi olarak anılmaktadır. Cami’i Kebir mahallesinin adı Yunus Paşa Camii’nden gelmektedir. Bu cami Taraklı’da bulunan en büyük camidir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi’ndeki vezirlerinden Yunus Paşa tarafından 1517 yılında yaptırılmıştır. Caminin karşısında ise tarihi bir hamam vardır. Bu hamamın da cami ile beraber yapıldığını düşünmekteyiz. Temettuat kayıtlarında görülen Hisar mahallesi ise bugün mevcut değildir. Taraklı’da yaptığımız gözlemler neticesinde Hisar mahallesinin Ulu Cami mahallesinin içerisine karıştığını tespit ettik. Bugün mevcut olan Yenidoğan mahallesi ise 1950’li yılların ortalarında kurulmuş olan bir mahalledir. Köylerin

durumu ise şöyledir: Çalışmamızda Taraklı kazasına bağlı 23 köy olduğu görülüyor. Bazı köylerin isimleri temettuat kayıtları ile birebir örtüşmektedir. Bu köyler; Aksu, Çay, Doğancıl, Hacı Aliler, Hacı Yakup, Hark, İçdedeler, Poydalar, Tuzla köyleridir. Taraklı’daki gözlemlerimiz, bugün mevcut olan Kemaller köyünün temettuat kayıtlarında bulunan Dodurga1 kazasına karşılık geldiğini kesinleştirmiştir. Çalışmamızda görülen Kozcağaz köyü bugün mevcut olmayıp, Kavak köyü Göynük’e Hacıosmanlar köyü ise Geyve’ye bağlanmıştır. Adını saymadığımız diğer köylerin isimleri ise değiştirilmiştir. Ancak neden değiştirildiği konusunda bir fikrimiz bulunmamaktadır.

Çalışmaya kaynaklık eden Taraklı temettuat defteri tarihinden de anlaşılacağı üzere Tanzimat Devri’nde kayda alınmıştır. Bu noktada kaza, kasaba, mahalle ve köy kavramlarını açıklama gereği hissedilmiştir.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri “Kaza” adı ile anılan ve başlangıçta idari – adli, daha sonraları ise sadece adli bir birim olarak bu ad ve kavram bulunuyordu. Mahkemenin, kadı veya naibin bulunduğu her yerleşim bölgesi, eyalet merkezi, sancak veya voyvodalıkla yönetilen kasaba ve köyler topluluğu adli bir birim olarak Tanzimat’ın ilanına kadar kaza adı altında varlığını devam ettirmiştir. Ancak 1842 düzenlemesiyle getirilen kaza kavramının ilkinden oldukça farklı bir anlam taşıdığını belirtmekte yarar görüyoruz (Çadırcı, 1989: 237).

Gülhane Hatt-ı Hümayun’unun ilanından sonra ilk önemli düzenleme taşra teşkilatında yapıldı. Can ve mal güvenliğinin sağlanarak, herkesin gelirine göre vergi ödemesinin gerçekleştirilmesinin ön koşulu, sağlıklı bir idari yapılanmaya bağlıydı. Ne var ki bunu nasıl yapılacağı iyi bilinmiyordu. II. Mahmud’un gerçekleştirdiği değişiklikler yetersiz kalmıştı. Avrupa ülkelerinin taşra yönetimini örnek almak düşüncesi olmakla birlikte, şartların çok farklı olduğunun bilincindeydiler. Yenilik taraftarları geçmişte yapılan düzenlemeleri de göz önünde tutarak, 1840 – 1852 yılları arasında taşra yönetiminde kalıcı düzenlemeler yaptılar. Öncelikle “iltizam” usulü kaldırıldı. Sancak yönetimi mütesellimden alınarak “muhassıl”a verildi. Muhassıllar hem sancağı yönetecekler

1 Türkiye’de Dodurga ismini taşıyan yerleşim birimleri şunlardır: Afyonkarahisar ilçesi Sandıklı ilçesinin köyü, Ankara ili Yenimahalle ilçesinin köyü, Bartın ili Ulus ilçesinin köyü, Bilecik ili Bozüyük ilçesinin kasabası, Bolu ilinin köyü, Bolu ili Mudurnu ilçesinin köyü, Çankırı ili Çerkeş ilçesinin köyü, Çorum ilinin ilçesi, Muğla ili Fethiye ilçesinin köyü, Sinop ili Boyabat ilçesinin köyü, Tokat ilinin köyü.

hem de vergileri toplayıp hazineye göndereceklerdi. Bunun için mal – mülk sayımına başlandı. Elde edilecek verilere göre herkesin yılda ne kadar vergi ödeyeceği belirlenmeye çalışıldı. Muhassılların bu ağır yükün altından kalkabilmeleri için sancak merkezlerinde “Muhassıllık Meclisleri”nin kurulması kararlaştırıldı. Ancak bu uygulama başarılı olamadı. 1842 yılı Mart ayında yeni bir düzenleme yapıldı . Birkaç köyün bağlandığı köyle sancak arasında idari yeni bir birim olmak üzere “kaza” oluşturuldu. Yönetici olarak halk tarafından seçilen ve “kaza müdürü” denilen kimseler görevlendirildi. Bu düzenlemenin en belirgin özelliği ilk kez kazanın idari birim olarak taşra teşkilatında yer almasıdır. Bu tarihe kadar kaza denildiğinde mahkemenin bulunduğu yer söz konusuydu. Adli birim olma niteliği önde geliyordu. 1842’den itibaren idari nitelik kazanmış ve imparatorluğun yıkılışına kadar varlığını sürdürmüştür. Yöneticisi olan müdürler yörenin ileri gelenleri arasından halk tarafından seçiliyorlardı. Merkezin onayı alındıktan sonra göreve başlıyorlardı. Böylece II. Mahmud’un köy ve mahalle yöneticisi olarak muhtarları seçimle atamasının ardından önemli bir ikinci adım atılmış bulunuyordu. Halkın yönetime katılmasında meşrutiyete doğru gidişte aşama idi (Osmanlı Ansiklopedisi, 1999: 184; DİA, 2002: 119 – 120).

Bu noktada kaza yönetimini biraz daha detaylandırmak yerinde olacaktır. Yukarıda kaza yönetiminin nasıl teşkil edildiği ifade edilmiştir. İşleyişi de aşağıdaki gibidir: Kaza müdürlerine başlangıçta görecekleri hizmet karşılığında maaş ödenmemesi düşünülmüşse de kısa bir süre sonra bundan vazgeçilmiştir. Kazanın büyüklüğüne göre halk tarafından ödenmek kaydı ile maaş bağlanmıştır. Müdürlerin yolsuzluk yapmamaları, hazine gelirlerini çeşitli yollarla zimmetlerine geçirmemeleri için bir önlem olarak “kefalet” usulüne başvurulmuştur. Öteden beri Osmanlı İmparatorluğu’nda halkla doğrudan ilişkide olan görevlilerin bütününden güvenilir birer “kefil” istenmekteydi. Bu kural Tanzimat’tan sonra da uygulamada kalmış, muhtarlarla kaza müdürlerinden kefiller istenmiştir. Böylelikle onların zimmetlerine devletin gelirlerini geçirmeleri önlenecekti. Geçirdiklerinde de kendileri ödeyemezlerse kefillerinden alınacaktı.

Kaza müdürlerinin her ne kadar yöre ileri gelenlerince seçilmeleri benimsenmişse de uygulamada başka tür müdür atamaları ile karşılaşılmıştır. Çoğu yerde sancak

kaymakamları, akrabaları olan kimseleri bu göreve getiriyorlardı. Gerçi halk buna tepki gösteriyordu. Ama yine de sonuç değişmiyordu. Ayrıca yörede bu görevi yapabilecek nitelikte kimse bulunamazsa ya da halk doğrudan hükümetin kazalarına müdür atamasını dilerse merkezden atama yapılabilirdi.

Valiler gerektiğinde kaza müdürlerinin görevlerine son verebilirlerdi. Ancak durumu gerekçeli olarak en kısa sürede hükümete bildirmek zorundaydılar. Özellikle zimmetlerine hazine geliri geçiren ve Tanzimat’ın kesinlikle yasakladığı adlarla halktan fazla vergi toplayanların en kısa süre içinde görevden alınmaları gerekiyordu. Böyleleri, sebep oldukları hazine zararı ile zimmetlerine geçirdikleri parayı ödemekle yükümlü bulunuyorlardı. Müdür değişikliği olduğunda, yerine “vekil” getiriliyordu. Sonra halkın da uygun gördüğü birisi seçimle müdürlüğe atanıyordu.

Diğer seçimlerde rastlandığı gibi, müdür seçiminde de halkın iki gruba ayrıldığı bilinmektedir. Ağır basan tarafın seçimleri kazandığı ya da seçilmiş olanın görevine son verildiği sık sık görülen olaylardandı. Ancak, halkın müdür azl ve nasb işlerine karışmasının doğru olmadığı gerekçesiyle, böylesi durumlarda hükümetin doğrudan işe karışarak, müdür atadığına tanık olunmaktadır.

Kaza müdürlerinin en önde gelen görevleri, kazaya bağlı köylerden aşar vb. vergilerin zamanında toplanmasını sağlamaktı. Bunun yanı sıra halkın güvenlik içinde geçimlerini sağlamalarına yardımcı olup, Tanzimat’ın öngördüğü yeniliklerin uygulanmasını kolaylaştırmak da onlara yönetmeliklerle verilmiş görevlerdi.

Müdürler, kazalarında oluşturacakları küçük meclisler aracılığıyla köylerden imam ve muhtarların hazırlayıp gönderecekleri vergi dağıtım cetvellerini inceleyeceklerdi. Bir önceki yılın kayıtları ile karşılaştırıp, vergisi azalan veya artan köyler görülürse sebeplerine bakıp, yerinde olduğunu anlaşılırsa onaylayacak ve kaymakamlara göndereceklerdi. Özellikle, yer değiştirme, göç vb. sebeplerle köyünden ayrılanlara vergi yazılmaması için gerekli dikkati göstereceklerdi. Her mali yılın başında kaza müdürleri, sancak merkezine çağrılırlardı. Burada kaymakam başkanlığında oluşan mecliste onların yıllık muhasebeleri yapılırdı. Hazırlanan muhasebe defterleri, kaymakamlar tarafından defterdarlara gönderilir, gerekli işlemler yapıldıktan sonra eyalet meclislerine sunulurdu. Eyalet meclisleri bu hesapları yeni baştan inceler, özellikle halk üzerinde vergi kalıp kalmadığına bakarlardı. Kaza müdürlerinin

hesaplarında eksiklik ya da yanlışlık görülürse, muhasebe defterleri imzalanmayarak soruşturma açılırdı.

Buradan anlaşılacağı üzere, müdürlerin hazine gelirlerini zamanında eksiksiz olarak toplayıp teslim etmeleri için sıkı önlemler alınmıştır. Ancak, istenilen olumlu sonuç alınamamış, bir çok kaza müdürü, hazine gelirini zamanında toplamadığı ya da zimmetine geçirdiği, halka zulüm yaptığı gerekçesiyle cezalandırılmıştır.

Kazalarda güvenliğin korunması için zaptiye askerinden yeteri sayıda piyade ve süvari görevlendirilmiştir. Ayrıca müdürlerinde bunlara yardımcı olmaları gerekiyordu. Özellikle güvenliği korumakla yükümlü askerin özel işlerde kullanılmaması için müdürlere sık sık uyarılar yapılmıştır.

Kaza müdürleriyle halkın ilişkileri bu dönemde hiç de olumlu değildi. Diğer yöneticiler gibi onlar da çoğu kez kendi çıkarları doğrultusunda işler yapmışlardır. Sık sık görevden alınmaları veya sürgün edilmeleri, istenilen olumlu etkiyi yapmamış, sebep oldukları olaylar aralıksız bir şekilde devam etmiştir. Özellikle hazine adına topladıkları vergileri zamanında teslim etmeyip, şahsi servet gibi kullanma ve zimmete geçirme, hemen hemen çoğu müdürün işlediği suç olarak karşımıza çıkmaktadır. Görüldüğü gibi kaza müdürlerinin başta gelen görevleri, vergilerin toplanmasıydı. Bu yüzden onları birer yönetici olarak değil de kaza merkezlerinde devamlı oturan birer tahsildar olarak nitelemek mümkündür. Bunun yanı sıra naib ve kazanın ileri gelen kimseleri ile birlikte oluşturdukları bir küçük kurul vasıtasıyla yönetimi ilgilendiren işlerle de müdürlerin ilgilendiklerini belirtmek gerekir. Tanzimat öncesi voyvodaların ve çoğu yerde ayanların yaptıkları hizmetler Tanzimat ile birlikte kaza müdürlerine devredilmiştir. Onlar kazalarına bağlı köy muhtarları ve imamların da yardımları ile bölgenin hazineye doğrudan ödemekle yükümlü olduğu şer’i vergileri toplama işini uzun bir süre yapagelmişlerdir (Çadırcı, 1997: 241 - 243, 248).

Köy – nahiye – sancak – vilayet düzeyinde yapılan düzenlemelerle birlikte kaza yönetimini değerlendirdiğimizde, Tanzimat’ın bu düzeyde başarılı sonuçlar elde ettiğini vurgulamak yerinde olacaktır. Ancak yeterli bilgili eleman olmayışı, imparatorluğun çeşitli dış ve iç etkenlerden ötürü dağılma dönemine girmiş olması, ardı arkası kesilmeyen savaşlar ve iç karışıklıklar, ister istemez yönetime de yansımış,

bundan kaza idaresi de payını almıştır. Özellikle edindikleri kimi kötü alışkanlıkları terk etmek istemeyen, yöre ileri gelenlerinin köy, nahiye ve kaza idarelerini ellerinde bulundurmaları, hükümet merkezinden atanan vali ve kaymakamların bunlarla işbirliği yapmadan bölgelerinde etkin olmamaları, istenilen otoritenin sağlanmasını zorlaştırmış, derebeyleşme eğiliminde olan aileler uzun süre yönetimin bu kademelerinde etkinliklerini devam ettirmişlerdir. Kaza idare meclislerine üye olanlar, bunların seçilmelerinde uygulanan karmaşık usuller, sık sık yasa ve yönetmelik değişiklikleri yapılması düzenleme girişimlerinin başarısını azaltan etkenler olarak bu dönemde de karşımıza çıkmaktadır. Bu olumsuzluklara karşın devleti ayakta tutabilmek için ellerindeki olanakları sonuna kadar kullanmaktan geri kalmayan dönüm yöneticilerinin çabalarını da yabana atmamak gerekir. Avrupa ülkelerinde yüzyıllar süren çabalar sonunda varılan ve elde edilen kimi değerlere Osmanlının çok zor koşullarda kısa sürede erişmesi mümkün olmamıştır (Çadırcı, 1989: 253 – 254). Osmanlı Devleti’nde kasaba sosyal ve hukuki bakımdan belirli özellikler taşıyan bir iskan yeridir. Farklı yerlerde, bazen farklı tanımlar yapılsa da Osmanlı dönemindeki kasabanın başlıca özellikleri birkaç mahalleden oluşması, mutlaka her hafta pazar kurulması ve cuma namazı kılınabilir veya birden fazla mescidinin bulunmasıdır. Ayrıca bu özellikleri sebebiyle vergilendirmede köyden ayrılmakta, şehir gibi kabul edilmektedir.

Osmanlı Devleti’nde kasaba olma vasfı da genellikle nüfusa, kalabalık bir yerleşme yeri olmaya bağlı gibi görünmektedir. Mahallelerin bulunması, cuma namazı kılınabilmesi nüfusla ilgilidir. Pazar kurulan yer oluşu hem nüfusuyla hem de çevresiyle olan ilişkisine dayanır.

Buna göre ilk olarak kasaba kalabalık bir iskan yeridir. Köyden kesinlikle daha büyük, en azından dört köy büyüklüğündedir; gerçi köylerde de genelde aşağı, yukarı ve yaka mahalleleri olabilir fakat kasabanın her bir mahallesi birer köy gibi kabul edilebilecektir. İkinci olarak kasaba idari merkez (şehir) olmayan iskan yeridir. İdari merkez doğrudan bir kadının oturduğu yer olmasıyla değil daha çok sancak merkezi durumunda oluşuyla ilgilidir. Osmanlılar’da kaza merkezlerine de şehir denilip kaza merkezi dışında en az kadılık merkezi kadar, hatta bazen daha kalabalık olan iskan yerlerine de kasaba denebilmektedir (DİA, 2001: 525).

Sözlükte bir yere inmek, konmak, yerleşmek anlamına gelen hall (halel, hulul) kökünden türetilmiş bir mekan ismi olan mahalle kelimesi devamlı veya geçici olarak ikamet etmek için kurulan küçük yerleşim birimini ifade eder. Mahalle, küçük değişikliklerle diğer İslam ülkelerinde de aynı anlamda kullanılmıştır.

Osmanlı şehirlerinde mahallenin en önemli özelliği temel yönetim birimi olmasıdır. Vergi yükümlüsü reaya tahrir defterlerine ve diğer vergi kayıtlarına bulundukları mahallelere göre ismen yazılmış, oturdukları binaların hangi mahalle sınırları içinde bulunduğu belirlenmiştir. Mahalle halkı mahallelerinde meydana gelen bir olayın aydınlığa kavuşturulmasında ve doğan bir zararın karşılanmasında ortaklaşa sorumludur. Mahallenin tanımı yapılırken bu sosyal durum göz önüne alınmış, genel hatlarıyla “üyelerinin ortak bir mabedde ibadet ettikleri ve nüfusu yaklaşık 1000 kişiden oluşan yerleşim birimi” olarak belirtilmiştir.

Osmanlılar’da XIX. yüzyılın ilk yarısına kadar müslüman mahallelerinin sorumlu yöneticisi imam, gayrı müslim mahallelerinin yöneticisi haham veya papazdı. İmam, padişah beratı ile tayin edilen ve beldenin mülki ve beledi amiri olan kadının temsilciliğini üstlenen bir memurdu. Haham veya papaz hahambaşı veya patrikhanenin temsilcisiydi. Mahallede meydana gelen doğum, ölüm, evlenme gibi olayları kaydetmek imamın göreviydi. Mahallede her şey onun iznine bağlıydı. Bir kimsenin mahalleye yerleşebilmesi için mahalle sakinlerinden birinin ve imamın kefaleti şarttı. İmamın en önemli görevi mahalle halkına vergilerin paylaştırılması ve toplanması işini yürütmekti. Bu görevleri imamların nüfuzunu arttırıyordu. Ancak onların bu görevlerini hakkıyla yerine getirdiklerini söylemenin zor olduğu ifade etmeliyiz.

XIX. yüzyıl ıslahatlarıyla mahalle ve köylerde muhtarlık teşkilatı kurulmaya başlanınca imama göre muhtar daha yetkili bir yönetici konumuna gelmiştir. Mahalle muhtarlıklarının kurulmasına ilk olarak İstanbul’da başlanmış, muhtarlıklar yaygınlaşınca vergilerin salınması ve toplanması, mahallelerin güvenlik işleri ve belediye hizmetleri muhtarlara bırakılmıştır. Muhtar bütün mahallenin kefili, imam da muhtarın kefiliydi. Tanzimat’a kadar mütesellimler tarafından denetlenen muhtarlar bu tarihten sonra muhtemelen muhassıllar ve zaptiye amirlerince denetlenmiştir. 1864 tarihli Vilayet Nizamnamesi’nde en az elli hane bir mahalle olarak kabul edilmiş, ihtiyar meclisleri kurulmuş, şehirlerdeki mahalle muhtarlıkları zaptiye amirliklerince,

köy muhtarları kaymakamlarca denetlenmeye başlanmıştır. Mahalle sakinlerinin başvurusu ve kadının resmi yazısı ile mahalleye tayin edilen bekçiler imamların ve muhtarların emrinde mahallenin güvenlik işleriyle meşgul olurlardı1 (DİA, 2003: 323, 325 – 326).

XIX. yüzyılda imparatorluğun birçok bölgesinde köy üretimi az çok artmaya başlamış, demiryolu ve buhar teknolojisi sayesinde, ülkenin ücra köşeleri dışında birçok köy ve kasabalar yavaş yavaş pazar ilişkilerine açılmaya başlamışlardı.

XIX. yüzyılda köy yönetimi eski devirlerdekinden farklıydı; çünkü köylerin yapısı hatta Balkan köylerinin siyasal atmosferi bile değişmekteydi. 1864 ve 1871 Nizamnameleri köy yönetimine bu zorunluluklarından dolayı yeni bir statü vermekteydiler. Yeni statü her köyde, her sınıf halk için seçimle gelen iki muhtarın bulunmasını öngörüyordu. Buradaki sınıf dini ayrıma dayanmaktadır. Muhtar devlet tarafından azledilebilirdi, ihtiyar meclisi de azlini isteyebilirdi. Muhtar ve ihtiyar meclisi seçimleri yılda bir yapılırdı. Osmanlı yönetimi, köyleri cemaat esasına ayırarak örgütlendirmişti. Aynı köyde yaşayan ayrı cemaatin bile köy yönetimleri ayrı oluyordu. Köy yönetiminin düzenlenmesindeki amaç ve muhtardan beklenen asıl görev; vergi salınması ve toplanması gibi işlemlerin düzgün yürümesi haksızlık ve usulsüzlüklerin olmamasıydı. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi geçen zaman, muhtarların bu görevi hakkaniyetle yerine getiremediklerini ve beklenen aracın gerçekleşmediğini gösterdi (Ortaylı, 2000: 111 – 114).

Benzer Belgeler