• Sonuç bulunamadı

Osmanlı İmparotorluğu’nda ülke yönetiminde asıl birim sancaktı.Birkaç sancağın oluşturduğu ve adına eyalet yada vilayet denilen ünite, varlığını devletin kurluşundan günümüze dek bazı değişikliklerle korumuş bulunmaktadır.Bu yönetim biçiminin oluşturulmasında askeri amaçlar göz önünde tutulmuş ve niteliği, Tanzimat’ın ilânı’na dek hemen hemen hiç değişmeden sürmüştür (Çadırcı, 1987;1215).

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri “Kaza” adı ile anılan ve başlangıçta idari – adli, daha sonraları ise sadece adli bir birim olarak bu ad ve kavram bulunuyordu. Mahkemenin, kadı veya naibin bulunduğu her yerleşim bölgesi, eyalet merkezi, sancak veya voyvodalıkla yönetilen kasaba ve köyler topluluğu adli bir birim olarak Tanzimat’ın ilanına kadar kaza adı altında varlığını devam ettirmiştir (Çadırcı, 1989:237).

Klâsik dönemde Osmanlı şehrinin idaresi ve yargı görevi, ilmiyye sınıfından olan kadılara bırakılmıştı. Kadı sadece şehrin değil, civarındaki köy ve nahiyelerin de mülkî âmiri ve yargıcı idi ki, bu bir kaza dairesidir. Merkez bürokrasisinin üyesi olan kadı, belirli bir süre için tayin edildiği bu bölgede yargının, kolluk işlerinin, malî görevlerin ve şehir yönetiminin sorumlusuydu. Geleneksel devlette devamlı görev gören ve kurumsallaşan bürokratik kadro çok dardır. Genellikle büyük memurların personeli onların özel hizmetlileridir. Kadı da, görev yerine kendi kapı halkı (özel personeli) ile gelir ve giderdi veya gittiği yerde bazı kimseleri istihdam ederdi. Osmanlılarda mahkeme görevlileri içinde değişmeyenler çok dar sayıda olmalıdır. Mahkeme veya şehir kâtibi diyebileceğimiz bu gibilerin her yerde bulunup bulunmadığı da kesinlik kazanmış değildir.Kadıların belediye veya mahkeme gibi kurumsallaşmayı temsil eden ofisleri de yoktu. Hangi binaya yerleşirlerse orası mahkeme veya belediye binası sayılırdı. Hattâ başkent istanbul'da bile belli bir kadılık ofisi olmadığı, ancak II. Mahmud döneminde İstanbul kadısının Bâb-ı Meşî-hat'ın bir bölümüne yerleştirildiği ve devamlı ofisinin burası olduğu bilinmektedir. Ne kadının, ne yardımcı personelinin mahallî halk tarafından seçilip denetlenmesi veya idareye halk temsilcilerinin belirli bir statü ve kural çerçevesinde katılmaları söz konusuydu. Ekonomik işlerde (fiyat tesbiti, narh konması), kolluk görevinin yerine getirilmesinde, malî işlemlerin yürütülmesinde (vergi tarh ve cibayeti gibi) kadı halkın ve esnafın temsilcisi sayılan kimselere başvurduğu takdirde yardımcı olurlardı. Esnaf loncalarının

temsilcileri olan esnaf kethüdalarının, şehir ileri gelenlerinin (vücuh-ı belde) ruhanî reislerin varlığına rağmen bu gibi kimselerin şehir yönetimine katılmak için devamlı kurullar halinde toplanmadıkları ve çalışmadıkları görülmekteydi. Şu halde, Tanzimat devrine kadar Osmanlı ülkelerinde şehir ve eyâlet idaresinden, vakıflar gibi ekonomik-sosyal kuruluşlardan, cemâat örgütlerinden sözedilebilir ama, mahallî idare gibi bir kavram ve kurumdan hattâ idareye yardımcı olan devamlılık kazanmış mahallî kurullardan sözetmek kesinlikle mümkün değildir. İmparatorluğun idarecileri ile yerel halkın bir uzlaşmaya gittikleri, karşılıklı bir güçler dengesinin yasallaşması içinde ortak karar vererek yönetimi paylaştıkları görülmüyor.

Tanzimat dönemi, idarî modernleşme ihtiyacının şiddetle duyulduğu imparatorluğun son yüzyılıdır. Bu idarî modernleşme ise, kaçınılmaz olarak hukukî, kültürel, siyasal ve sosyal değişmeyle birlikte olmuştur. 19. yüzyıl Türkiye'sinde tarımda, sanayide gözden uzak tutulamayacak bazı değişmelerin meydana geldiği de açıktır.

19. yüzyıla kadar imparatorluk idaresi bazı hizmetleri mahallî gruplara, dinî cemâatlere, vakıflara bırakmıştı. Tanzimatçılar bu gibi hizmetleri de olabildiğince merkezî hükümet örgütüne devrettiler. Meselâ, bazı yol geçitlerinin korunması vergi bağışıklığı karşılığında derbentçi denen köylere bırakılmışken; Tanzimat'tan sonra bu görev onlardan alınmış, hükümetin kolluk kuvvetlerinin sorumluluğuna verilmişti. Vergilerin tarh ve cibayeti daha önce cemâat idarelerinin, şehir ileri gelenlerinin reyiyle tesbit edilip mültezimler tarafından toplanırken, bu usulden vazgeçildi. İlk anda iltizam usulü de kaldırılmış, merkezden gönderilen yetkili muhassıllar ve onlara yardımcı olarak mahallî halkın temsilcileri ve ruhanî reislerden oluşan devamlı kurullar (muhassıllık meclisleri) bu işlerle görevlendirilmişti. Ancak Tanzimat önderleri kısa zamanda merkezî bir malî idareyi gerçekleştirecek bürokratik altyapının noksanlığını gördüler ve trajik bir biçimde iltizam usulüne dönüldü. Asayişin sağlanması ise, köy ve kasabalardaki halktan, bazı loncalardan veya bu görevi ihale usulü ile yüklenen yasakçı, muhtesib v.s. gibi kimselerden alındı, zabtiye örgütü güçlendirildi. Bazı başarısızlıklarına rağmen Tanzimat liderleri, merkeziyetçi bir devlet mekanizmasını gerçekleştirmekte hayli yol almışlardı. İşte bu modern merkeziyetçilik, güçlendiği ölçüde Osmanlı toplumunda modern anlamda mahallî idarelerin çekirdeğinin oluştuğu, yerel grupların idareye katıldığı görülüyor. Ordunun, maliyenin,

mülkî idarenin her dalının hükümet kontroluna alınmak istendiği ve eğitimin de buna yönelik bir biçimde düzenlendiği ortamda, mahallî halkın temsilcilerinin yardımına başvurmak da kaçınılmazdı. Şu halde 1840'lardan beri muhassıllık meclislerinde, sonra memleket meclislerinde, daha sonra vilâyet, liva, kaza idare meclislerinde, vilâyet temyiz dîvânlarında, ziraat komisyonu, mal sandığı ve belediye meclislerinde mahallî temsilcilerin bulunması, sadece merkezî hükümet bürokratlarının tek taraflı tasarrufu veya inayetiyle gerçekleşmiş değildir. Merkezî hükümet bu grupları dışlayacak güçte de değildi, zaten o çağda sadece Osmanlı devletinin merkez bürokrasisi değil, Avrupa'nın hiçbir modern devlet örgütü böyle totaliter bir güce sahip değildi. Demokratik değil, sadece kanunî ve âdil bir idarenin gerçekleştirilmesi için idare edilenlere de danışmak ve onların yardımını almak gerekliydi.

Tanzimat döneminin idarî reformları, bu nedenle ülkemizde mahallî idarelerin doğuşu için gerekli ortamı da hazırlamıştı. Kuşkusuz Tanzimat döneminin devlet adamları, siyasal katılma, mahallî demokrasi gibi bir siyasal programı benimsemiş kimseler değillerdi. Hattâ böyle bir siyasal gelişme onları ürkütürdü. Onların istedikleri kanunî ve âdil bir idarenin kurulmasıydı..

Seçim konusu bizim tarihimizde Tanzimatçıların vilâyet idaresinde yaptıkları reformlar dolayısıyla gündeme geldi. Seçim usulüne, kurumsallaşan ve devamlılık kazanan kurullara yerli halktan temsilci olarak katılacak üyelerin saptanması nedeniyle başvurulacaktı. Öngörülen seçim usulü pek ilkeldi, bundan başka yaygınlıkla uygulanmadığı da kesindir. Ancak önemli olan bir seçim usulünün öngörülmesi ve hukukîleşmesidir.

Maliyenin ıslahı için vilâyetlerde sancak merkezlerine gönderilen vali yetkisinde ve validen bağımsız yüksek rütbeli maliye memurlarının, yani muhassıllarının yanında

muhassıl meclisleri kurulacaktı. Bu meclislere muhassı-lın maiyyet memurlarından başka, memleketin hâkimi, müftisi, asker zabiti, ruhanî reisler ve memleket ileri gelenlerinden altı kişi katılacaktı. Sözü edilen altı kişi seçimle görevlendirileceklerdi. Muhassıl meclislerinin kuruluş biçimiyle ilgili olarak, Meclis-i Ahkâm-ı Adliye'nin hazırladığı nizâmnâmenin ilk bendinde seçimin usulü tarif edilmektedir. Seçilecek kimseler bulunduğu memleketin akıllı, afif ve muteber adamlarından olmalıdır. Adaylar önce mahkemeye gelip isimlerini kaydettirecekler, sonra seçmenlerin oyuna

başvurulacaktı. Seçmenler ise, kazaya bağlı köylerden kura ile saptanan beşer kişi ve kaza merkezlerinde de yerleşme yerinin büyüklüğüne göre "akıllı, sözanlar, emlâk sahiplerinden 20-50 kişi" olacaktı. Bir araya toplanan bu seçmenlerin karşısına adaylar çıkarılacak ve tek tek her adayı isteyen seçmenler bir yana, istemeyenler öbür yana geçeceklerdi. Oyların çoğunluğunu elde eden aday seçilecek, isteyen ile istemeyenler eşit ise kur'a-i şer'iyye'ye başvurulacaktır.

19. yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu'nda da merkeziyetçi devlet felsefesi ve eğilimi egemendi. Modernleşme bürokratik örgütlerin büyümesine neden olmuştur. Devlet faaliyetlerindeki ihtisaslaşma, merkezde ve vilâyetlerdeki örgütlerde ihtisaslaşmayı yaratmaktadır. Merkezî hükümet sanayiden eğitime kadar hayatın her alanını düzenleme eğilimindedir. Yabancı devletlerin misyonerleri ülkenin her yanında sayısız okul ve sosyal kurum açarken, Bâbıâlî bürokrasisi hayırhah davranmasa bile engel olamamaktaydı.Ama herhangi bir yerdeki halk kendi ihtiyacına yönelik bir çırak veya ebelik okulu veya çobanlık ve tarım teknisyenliği kursu açmak istese buna izin ve-rilmeyeceğine şüphe yoktu. Yetimhane veya sanayi mektebi kurmak, taşradaki mahallî önderlerin değil, ancak gönderilen valilerin girişimiyle oluyordu. Merkezî hükümet çoğu yerde belediye örgütünü kurmamış ve belediye meclislerine uzun süre tüzel kişilik kazandırmamıştır. Belediyelerden beklenen hizmetlerin bir kısmı vakıfların, bir kısmı merkezî hükümet organlarının elinde olduğundan, İstanbul'da bile belediyenin etkin bir hizmet görmesi mümkün değildi. Bir semtten diğer bir semte suyolu veya kaldırım döşemek için iki-üç nezâret veya evkafla anlaşmak gerekirdi. Kuşkusuz belediyelere ayrılan malî kaynaklar da çok yetersizdi. Belediyeye yeni malî kaynaklar sağlamak konusunda Bâbıâlî bürokrasisinden daha isteksiz davrananlar ise taşra eşrafı idi. Yeni kaynak, yeni vergi demekti. Bu eğilimi Osmanlı meb'ûs-lar meclisinde de görmek mümkündür.

Son devir Osmanlı yöneticileri belediye örgütünü sadece düzenli şehir hizmetlerinin görülmesi için istediler. İkinci Meşrûtiyet döneminde belediyeler örgüt olarak geliştirilip, tüzel kişilik kazandıkları halde, önceki devirden daha güçlü merkeziyetçi politik baskıyla yönetildiler ve her yerde merkezî hükümete daha bağımlı hale getirildiler. Bu politika imparatorluktan cumhuriyete miras olarak kalmıştır. Hızlı bir şehirleşmeyle birlikte siyasal katılma sorununun da büyük boyutlara ulaştığı günümüz

Türkiye'sinde mahalli idareler halen geçmişin getirdiği uyumsuz yapıyı taşımaktadırlar (Ortaylı , 2000:224-231).

3.1 Mahalle İsimleri

Her toplumda olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de mahalleler, toplumu oluşturan ve kendine has özellikleri olan önemli sosyal kurumlardı. Osmanlı mahallesi cami ve mescid etrafında oluşan bir yapı arz ediyordu. Bu nedenle olsa gerek, cami veya mescide ismini veren şahsın ismi de, çoğu kere mahallenin ismini teşkil ediyordu (Ayverdi, 1958:3). Fatih Camii’nin adını verdiği Fatih semti gibi, Sultanahmet Camii’nin adını verdiği Sultanahmet gibi, Akşemseddin Mescidi’nin adını verdiği Akşemseddin mahallesi gibi. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

3.2 Mahallenin Unsurları

Osmanlı mahallesi mescid ve cami etrafında teşekkül etmesine rağmen tek başına fiziki yapıyı tamamlayan bir unsur değildi. Tekke, çeşme, hamam, gibi yapılarda mahallenin temel unsurlarıydı. Mahallenin temelini teşkil eden cami ve mescid aynı zamanda dini hayatın da temelini oluşturmaktaydı. Bunların masraflarını karşılayabilmek için geniş bir vakıf sistemi tesis edilmişti. Meselâ Ayasofya Camii masraflarını karşılayabilmek için Yedikule selhhânelerinin kira bedelleri tahsis olunmuştu (Refik, 1978:8-9). Bunun dışında orta halli vatandaşlar tarafından muayyen hizmetlerin yapılabilmesi için de vakıflar kurulmuştu. Mahalle mescitlerinden bazılarının zamanla cami haline dönüştüğü de görülmekteydi. Mahalle halkı cemaatin çok olması sebebiyle mescidin cami olması yönündeki taleplerini dilekçeyle kadıya arz ediyor, gerekli tahkikat yapıldıktan sonra uygun görülürse minber konularak Cuma ve bayram namazlarının kılınmasına müsaade edilebiliyordu. Bunun örneklerinden birisini arşiv kayıtlarından tespit etmek mümkündür. Örneğin Üsküdar’da Hacı Cafer Mescidi’nin mahalle halkından başka cemaati çok olduğundan cami olabileceğine dair husus kadılığa arz edilmiş ve Nefise Hanım isimli bir kişi tarafından minber masraflarının karşılanması üzerine, cuma ve bayram namazlarının kılınmasına izin verildiği görülmektedir. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında büyük fonksiyonlar

gören ve yeni fethedilen yerlerin halklarının devlete olan bağlılıklarını artırmada büyük faydalar sağlayan tekke ve zaviyeler de, Osmanlı toplum yaşantısının bir parçası olmaya devam etmekteydiler. Tekkeler sadece ibadetle meşgul olunan yerler değildi. Bu kurumlar, öteki bütün sosyal müesseseler gibi bulundukları zaman ve mekanın gerektirdiği sosyal, iktisadî ve dinî şartlara bağlı olarak Osmanlı kültürünün yayılmasında ve yaşanmasında büyük fonksiyon icra etmişlerdir. Buralarda yaşayan insanlar kendi masraflarını yine kendi üretim güçleriyle karşılıyor ve tekke ve zaviyenin etrafında bağ, bahçe yapıyor, değirmen işletiyor ve sürüler besliyorlardı. Kendi masrafları dışında barındırdıkları ve yoldan gelip geçen insanların masraflarını da yine kendileri karşılıyorlardı. Anadolu topraklarındaki zaviyeler konusu, Anadolu’nun iskânı, Türkleşmesi ve Müslümanlaşması konusuna paralel bir geçmişe sahiptir. Tekke ve zaviyeler ilk devirlerde bir iskân unsuru olmuşlar ve Anadolu’da Türklere karşı sempati oluşturulmasında ve İslâmiyetin yayılmasında önemli rol oynamışlardır.

Tekke ve zaviyeler, gerek Selçuklular, gerekse de Osmanlılar zamanında okul açmanın mümkün olmadığı ve insanların göçebe olarak yaşadığı bölgelerde de sosyal hayatını düzenleme ve buralarda yaşayan insanların merkezle olan bağlarını sağlamada propaganda yapma konusunda büyük rol oynamışlardır. Savaşlardan sonra kazanılan ve yerleşime yeni açılan bölgelerde yaşayan halkın yeni idareye karşı ısındırılmasında ve onlara müsamaha ve hoşgörüyle yaklaşmak suretiyle Müslümanlığı benimsemelerini sağlamada zaviyelerin büyük etkisi olmuştur. Osmanlı mahallesinde temizlik esastı. Bu amaçla çeşme ve hamamlara büyük önem veriliyordu. Çeşmeler için vakıf gelirleri tesis edilirken, mevcut hamamlar da, vakf olundukları müesseselere gelir getiren önemli kalemlerdendi. Çünkü hamamlara rağbet Osmanlı mahallesinde oldukça yaygındı.

3.3 Mahallenin İdaresi

Mahallelerin cami veya mescid etrafında teşekkül etmesi bu mabetlerin imamlarını mahalle idaresinde önemli bir konuma getirmiş, bu kişiler halkın dinî hayatında olduğu gibi mahallenin idâri yapısında da söz hakkı sahibi haline getirmiştir. İmamlar imtihanla seçilmekte, tayinle göreve gelmekte ve kendilerine berât verilmekteydi.

İmamların nikah kıyma, cenaze kaldırma gibi vazifeleri dışında geniş idari yetkileri de vardı. İmamların yetkilerinin belirtildiği bir belgede, “mahallenin ırzını korumak ve mahalleye zarar verecek durumları ortadan kaldırmak, mahalle halkının emniyet ve rahatlarını temine dikkat etmek” olarak belirtilmiştir.

Mahalle imamları Osmanlı idaresinin çeşitli konularda çıkardığı hükümleri halka duyurdukları gibi, aynı zamanda bunların uygulanmasına da bizzat nezaret ederlerdi. Mahallede kefilsiz yabancı insan oturmasına izin vermedikleri gibi, ahlâksızlığın yayılmasına mani olmak da bunların vazifeleri arasındaydı (Refik, 1988:145).

İmama yardımcı olmak üzere müezzinin ve mahalle kethüdasının da idarî görevde aktif olarak bulunduğunu görmekteyiz (Ergenç, 1982:107).

Burada daha önemli bir noktayla da karşılaşmaktayız. Osmanlı toplumunda mahalle halkı da idare söz sahibi idiler. Mahalle birbirini yakından tanıdığı için aynı zamanda birbirlerine müteselsil kefil idiler. Yani faili belirlenmemiş bir olayın aydınlatılmasında toptan sorumlu tutulmaktaydılar. Böylece vergi yükümlüleri tam olarak tespit edildiği gibi, merkezi otorite ve genel güvenlikte sağlanmış oluyordu (Ergenç, 1984;73,74).

Bu sayede mahallede kendiliğinden bir oto kontrol sistemi oluşmuş oluyordu.

Herhangi bir kişi genel huzuru ve düzeni bozacak bir durum sergilediğinde önce gerekli uyarılar yapılmakta, bundan sonuç alınamaması halinde cezai müeyyide uygulanması talep edilmekteydi. Bu durum herkes için geçerliydi. Gerek idarecilerden biri, gerekse de mahalle halkından birisi cemiyetin huzurunu bozacak bir davranış sergilediğinde, daha üst idarî mercilere başvurularak bunun önüne geçilmesine çalışılmaktaydı. Bununla ilgili arşivlerde çok sayıda belge mevcuttur. Meselâ bunlardan birinde, mevcut gelirlerine kanaat etmeyerek ev ve dükkân kiralayanlardan kefilleme adı altında para talep eden imam ve müezzinlerin bu hareketlerinden vazgeçmedikleri takdirde derhal görevlerinden azledilecekleri kendilerine bildirilmişti. Yine bir başka belgede, İstanbul’daki Mimar Sinan Mahallesi sakinlerinin camiyi kapalı tuttuğu ve görevinde dikkatli olmadığı için, azledilmesi talebiyle imamı şikayet ettiklerini görüyoruz.

3.4 Mahallede Yaşam

Osmanlı toplumunda mahalle halkı, kendi aralarında huzurunu bozanları da mahalleden çıkarmaktaydılar. Meselâ Cafer Subaşı Mahallesi halkı, ahlâka ters davranışları bulunan ve sürekli kavgayla mahallenin huzurunu bozan karı-kocanın uyarıları yapılan uyarıları dinlememesi sebebiyle mahalleden çıkarılmasını talep etmişlerdir (Yediyıldız, 1981:3).

Osmanlı mahalle geleneğinde, komşuya zarar veren ve insanlara saygısızlık edenler hakkında bu tür uygulamalar sıklıkla tatbik edilmiştir. Yapılan tüm uyarıları dikkate almayıp huzuru bozan davranışlarından vazgeçmeyen insanlar hakkında mahalle halkı tarafından resmî mercilere şikayette bulunulduğunda, eğer kişi bu davranışlarından vazgeçeceği yönünde söz verdiğinde bu tür şikayet dilekçelerinden de vazgeçildiği görülmüştür (Yediyıldız, 1981:3).

Mahallede huzur esastı. Bu konuda Müslümanın gayr-i müslime bir ayrıcalığı yoktu. Meselâ Beyazıt Semti yakınlarındaki Gedik Ahmet Paşa Mahallesi sakinlerinden İmam Hafız Hüseyin Efendi ve Müezzin Molla Mehmed ve Süleyman Ağa ve zimmîlerden Barun ve Kevark ortak bir şikayet dilekçesi vererek, zamanlı zamansız çalgı çalarak çıkardığı gürültü ile mahallenin huzurunu bozan Murak adındaki zimmîyi mahkemeye vererek mahalleden çıkarılmasını talep etmişlerdir. Mahallede, vergi yükümlülüğünü yerine getirmede zorlanan veya herhangi bir şekilde ekonomik güçlüğe düşen insanlara sahip çıkmak ve desteklemek amacıyla oluşturulmuş para vakıfları da tesis edilmiştir. Bunların dışında mahalleye su getiren vakıflar tesis edildiği gibi, eğitim ve dini müesseseler için de tesis edilmiş vakıflar vardı. XVIII. yüzyıla gelindiğinde Anadolu ve Rumeli’de kurulan yeni vakıfların sayısının 6 bin olduğu tahmin edilmektedir. Ramazanlarda Müslümanlar iftar yemeğinden önce namazlarını camilerde kılmayı tercih etmekteydiler. İftarın zamanında yapılabilmesi için tesis edilmiş özel vakıflar da vardı ve bunlar Ramazan boyunca ihtiyaç sahiplerine iftar yemeği sundukları gibi, gece boyunca şerbet de ikram ederlerdi (Yediyıldız, 1981:3).

Özet olarak söylemek gerekirse, Osmanlı şehirlerinde mahalle, birbirini tanıyan, birbirinin kefili kişlerin birlikte yaşadığı önemli bir yönetim birimiydi. Kişilerin birbiriyle olan bağlılık ve tanışıklığı, dönemin sınırlı teknolojik olanaklarıyla, nispeten

küçük bir çevrede yaşamış olmalarından etkilenmelerinin yanında, devletin koyduğu kurallardan da kaynaklanıyordu (Ergenç, 1984;78).

3.5 Hendek Mahalleleri

1844-1845 Yıllarına ait B.O.A ML.VRD.TMT nr 3816 deftere göre Bolu Eyâleti’nin Kocaeli sancağına bağlı Hendek Kazasına ait mahalle isimleri şu şekilde sıralanmaktadır.

1)Arapimam mahallesi 2)Beşpınar mahallesi

3)Aşağıtabi‘ Beşpınar mahallesi 4)Dereboğazı mahalesi

5)Hancıali mahallesi 6Cennet mahallesi 7)Komarlar mahallesi 8)Çorbacı mahallesi

9)Kemal Efendi mahallesi 10)Beşnar mahallesi 11)Balıklı mahallesi

Hendek Temettuât defterleri kayıtlarından 1844-1845 yıllarında kaza merkezinin onbir mahalleden oluştuğunu anlıyoruz.

B.O.A ML.VRD.TMT nr 3812,3813,3814,3815,3816 temettuât defterlerine göre Bolu Eyâletinin Kocaeli sancağına bağlı Hendek Kazasına ait köy isimleri şu şekilde sıralanmaktadır.

1)Yuvalık Karyesi 2)Çarığı kuru Karyesi 3)Akyazı Divanı 4)Yeknüvid Karyesi

Araştırmamız sadece dört köyü içermektedir.Hendek Kazasına bağlı diğer Köy ve nahiyeler incelememiz dışında kalmıştır.

Benzer Belgeler