• Sonuç bulunamadı

İbn Sînâ’nın Kelâmî Tavrına Bir Örnek: er-Risâletü’l-‘Arşiyye

İbn Sînâ’nın ilm-i kelâm için tercih ettiği isimlendirme, klasik dönem Mu‘tezile kelâmında yaygın olduğu şekliyle “‘ilmü’t-tevhîd”dir. O, tevhid ilmi bağlamında kelâmın temel konuları olan Allah, sıfatları ve fiilleri konusunda inanılması gereken hususları (yecibü en yu‘tekad) izah eden, küçük bir kelâm risalesi görünümü ve formunda olan er-Risâletü’l-‘Arşiyye’yi kendi öğrencilerinin arzusuyla telif ettiğini söylemektedir.17 Risale       

16 İbn Sînâ, “Eş-Şeyh er-Reîs’in Hayatı”, İbn Sînâ Risaleler içinde (çev. Alparslan Açıkgenç, Hayri Kırbaşoğlu), Ankara: Kitâbiyât 2004, s. 20; Marmura, Michael, “Avicenna and the Kalam”, Zeitschrift für Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenschaften 7 (1991), s. 174 (dipnot).

17 İbn Sînâ, er-Risâletü’l-‘Arşiyye, Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya, 4849, 32b. İbn Sînâ’nın bu ifadesi kuşkusuz klasik kelâmın Allah hakkında temel aldığı “zât, sıfât ve ef‘âl” sıralamasını da karşılamaktadır.

Krş. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, 20/2, s. 186.

Cüzcânî’nin verdiği listede el-Hikmetü’l-‘Arşiyye olarak geçen kitap (“eş-Şeyh er-Reîs’in Hayatı”, s. 28) farklıdır. Bk. Anawati, G. C., Müellefâtü İbn Sînâ, Kahire: Darü’l-Me‘ârif 1950, s. 242. Er-Risâletü’l‘Arşiyye’nin ise (bk. a.g.e., s. 239 –“Hakâiku ‘İlmi’t-Tevhîd” adı altında- ve s. 241) İbn Sînâ’ya aidiyeti konusunda bazı araştırmacılar şüpheli olsalar da, kanaatimizce içerik ve İbn Sînâ’nın düşüncesine uygunluk açısından aidiyette bir problem söz konusu olmasa gerektir. Eserin sözde-İbn Sînâ külliyatına ait olduğunu düşünen ve bu konuda ileride bir çalışma yapacağı sözünü veren, ancak ömrü vefa etmeyen Reisman’ın değerlendirmeleri için bk. Reisman, David C.,“Stealing Avicenna’s Books: A Study of the Historical Sources for the Life and Times of Avicenna”, Before and After Avicenna:

Proceedings of the First Conference of the Avicenna Study Group (eds. Davic C. Reisman, Ahmed H.

Al-Rahim), Leiden: Brill 2003, s. 125 (dipnot). Ancak R. Wisnovsky, Reisman’la konuyla ilgili yaptığı bir görüşmeden sonra da hala ‘Arşiyye’nin İbn Sînâ’ya aidiyetinde bir sakınca görmediğini söylemektedir: Wisnovsky, Robert, “Towards a History of Avicenna’s Distinction between Immanent and Trancendent Causes”, a.g.e., s. 65. ‘Arşiyye’nin farklı baskıları ve hakkında yapılan çalışmalar için:

Janssens, Jules, An Annotated Bibliography on Ibn Sînâ (1970-1989), Leuven: Leuven University Press 1991, s. 62. Risale üzerine bir ayrıntılı makale yazan Egbert Meyer de İbn Sînâ’nın eserinin form açısından kelâmî ve daha özelde mu‘tezilî geleneğe mutabık olduğu yorumunu yapmakta ve özellikle zorunlu varlığın ispatında İşârât ile olan benzerliklere dikkat çekmektedir: Meyer, Egbert,

boyunca birçok Kur’ân ayetine yaptığı atıflardan İbn Sînâ’nın, böyle bir dini amacı gerçekleştirme arzusunda olduğu farkedilebilecektir.18 Bunun yanında, Allah’ın varlığının zorunlu olmasından ötürü yokluğa uğramayacağı ve bunun kıdem sıfatı anlamına geldiği19; Allah’ın varlığının zorunlu olması karşısında diğer tüm mümkün varlıkların mümkün kapsamında olduğu düşüncesi20, kelâmî/mu‘tezilî arkaplanlar olarak ilk planda tespit edilebilir. İbn Sînâ, yine kelâmî geleneğe uygun biçimde, Allah’ın zâtından ayrı addedilemeyecek (sıfâtuhû gayr zâide ‘alâ zatihî) sıfatlarını alim, hayy, mürid, kâdir, mütekellim, basîr ve semî olması şeklinde sıralamakta ve sıfatların izâfe, selb ve bu ikisinin birlikte barındırması (mürekkeb minhümâ) yönünden üçe ayrıldığını       

“Philosophicher Gottesglaube: Ibn Sînâs Thronschrift”, Zeitschrift der Deutschen Morgenländischen Gesellschaft, 130 (1980), s. 227.

İbn Sînâ’nın bu eserinin farklı arapça neşirleri mevcuttur: İbn Sînâ, er-Risâletü’l-‘Arşiyye fî Tevhîdihî Te‘âlâ ve Sıfâtih, Mecmû‘u Rasâ’ilü’ş-Şeyh er-Re’îs içinde, Haydarabad: Dâiratü’l-Me‘ârifi’l-Usmâniyye 1354; a. mlf, er-Risâletü’l-‘Arşiyye (nşr. İbrahim Hilâl), Kahire: Câmi‘atü’l-Ezher 1980.

Ancak bu neşirlerde, daha ileride de bahsedileceği gibi birtakım sorunlar göze çarpmaktadır. Bu nedenle, risaleye ait el yazmaları içerisinde nispeten güvenirlik ve anlaşılırlık açısından Ayasofya, 4849’daki (32b-39b) nüshayı referans olarak kullandık. Eserin farklı mütercimler tarafından yapılan üç Türkçe tercümesi de mevcuttur: er-Risâletü’l-‘Arşiyye (çev. A. Açıkgenç, M.H. Kırbaşoğlu), İbn Sînâ Risâleler içinde, Ankara: Kitâbiyât 2004, ss. 45-64; Uysal, Enver, “Arş Risalesi -Allah’ın Birliği ve Sıfatları Üzerine-”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 9/9 (2000), ss. 641-655; Kaya, Mahmut, “Tevhîdin Hakikati ve Nübüvvetin İspatı Üzerine”, İslâm Filozoflarından Felsefe Metinleri, İstanbul: Klasik 2005, ss. 307-323. Bu tercümelerde, yukarıdaki matbu nüshalara dayanıldığı için söz konusu yanlışların tekrarlandığı görülmektedir.

18 İbn Sînâ’nın göndermede bulunduğu ayetler şunlardır: Kamer 54/50, Ra‘d 13/39, Ra‘d 13/9 Fâtır 35/43, Zümer 39/62, Sâffât 37/96, Âl-i İmrân 3/26, Bakara 2/185, Furkan 25/48-49, Yûnus 10/61, Ahzâb 33/62.

19 İbn Sînâ’dan önce gelen Mutezilî müelliflerde mesela krş. Kâdî Abdücebbâr, el-Muhtasar fî Usûli’d-Dîn, Resâilü’l-‘Adl ve’t-Tevhîd I-II içinde (nşr. Muhammed Ammâre), Kahire: Dârü’l-Hilâl 1971, ss.

75-76. Bu konuya tezin ikinci bölümünde İbn Sînâ öncesi kelâmcılarda kadîm sıfatının mahiyeti konusunda tekrar değinilecek ve kıdemin bu kelâmcılara göre varlığın devam ve zorunluluğu anlamına geldiği tespit edilecektir.

20 Mesela krş. Şeyh Müfîd (v. 413), en-Nüketü’l-İ‘tikâdiyye ve Resâ’il Uhrâ (nşr. Rıza Muhtârî), Beyrut:

Dârü’l-Müfîd, 1993, ss. 21-22. Allah ve diğer varlıklar planında zorunlu-mümkün ayrımının yapıldığı İbn Sînâ öncesi ve sonrası kelâmından örnekler bu çalışmanın ilerleyen sayfalarında görülecektir. Ancak bu noktada mu‘tezilî/şiî mütekellim Şeyh Müfîd’e değinmek yerinde olacaktır. Şeyh Müfîd yukarıda kaynağı verilen yerde İbn Sînâ’daki imkân deliline oldukça benzer bir şekilde, tüm mümkün varlıkların varlığa gelmek için bir zorunlu varlığa ihtiyaç duyduğunu söyler. Ancak bazı araştırmacıların Nüket’in Şeyh Müfîd’e aidiyyeti konusunda şüpheci davrandıklarını belirtmeliyiz.

Hicri 330’larda doğan ve kelâm ilmini Kâsım Ka‘bî’nin öğrencisi olan İmâmiyye’ye mensup Ebu’l-Ceyş Belhî’den (v. 367) alan Şeyh Müfîd’in, İbn Sînâ’dan önce gelen mu‘tezilîler’den olduğu açıktır.

Şeyh Müfîd’in Bâkıllânî, Rummânî ve Kâdî Abdülcebbâr gibi kelâmcılarla fiili tartışmalara girdiği kaynaklarda aktarılmaktadır ki, ileride görüleceği üzere, hem Bakıllânî hem Kadı Abdülcebbar’ın Allah hakkında zorunlu varlık (vâcibü’l-vücûd) kavramını kullanmada Şeyh Müfîd’le ortak oldukları hususu, İbn Sînâ’dan önce imkân delilinin kelâmî çevrede bir şekilde yerleştiği olgusuyla da uyuşmaktadır. Öte yandan zorunlu varlık kavramıyla beraber imkân deliline eserlerinde açıkça atıflar yapan Şeyh Ebû Cafer Tûsî (v. 460) ve Şerif Mürtezâ’nın (v. 436) da Müfîd’in bizzat öğrencileri olması, ondan itibaren bu düşüncenin bir gelenek olarak imâmî-mu‘tezilî çevrede yerleştiğini göstermektedir.

Şeyh Müfîd hakkında burada verilen bilgiler için bk. Madelung, W., “Mufid, Abu Abd Allah Muhammad b. Muhammad al-Numan al-Harithi al-Ukbari”, Encyclopedia of Islam Second Edition, Brill 2011. Brill Online. http://www.brillonline.nl.ezproxy.leidenuniv.nl:2048/subscriber/entry?entry=islam_SIM-5316.

söylemektedir. Ona göre kıdem ve Allah’ın bir olması gibi sıfatlar selb içinde değerlendirilebilecek iken, fiillerine karşılık gelen hâlık, bârî ve musavvir olması izâfe kapsamında alınabilir. Mürid, kâdir olması gibi yukarıda sayılan sıfatları ise hem izâfe’yi hem de selb’i içermektedir.21 Ebû Hanîfe’den itibaren İbn Sînâ’nın zamanına kadar hem sünnî hem de mu‘tezilî kelâm içerisinde zâtî (hayat, kudret..) ve fiilî (yaratma vs.) sıfat ayrımı daha yaygın kullanılmıştır22 ve bu meyanda İbn Sînâ’nın kelâmda kullanılagelen yedi temel sıfatı daha sonra Fahruddîn Râzî’den itibaren yaygınlaşacak olan selb-izâfe ayrımı çerçevesinde yeniden ele aldığı görülmektedir. İbn Sînâ’nın bu sıfat anlayışında, Allah’ın zâtını çokluktan menetmeyi temel aldığı vurgulanmalıdır. Ancak hemen bu noktada, Allah’ın ilim sıfatı bağlamında Fahruddîn Râzî’nin yaptığı şu tespiti akılda tutmak gerekir: Felsefecilere göre temelde Allah’ın sıfatları yoktur; ancak izâfe ve selb’lerden bahsedilebilir. Oysa İbn Sînâ çoğu kez, izafî olsun ya da olmasın, Allah’ın zâtı için levâzım ve sülûb’dan bahsetmektedir. Bu nedenle de o, istemeyerek de olsa Allah’a izâfî olmayan sübûtî anlamlar da izafe etmek zorunda kalmıştır.23 Bu zorunluluk durumunu, bir yönüyle İslam’ın sıfatlar konusundaki akidesini muhafaza mecburiyetiyle de açıklamak çok uzak bir yorum olmayacaktır. Bu, ‘Arşiyye’nin kelâmî bir nitelik taşımasının bir yansıması olmalıdır.

Risalede İbn Sînâ özetle, Allah’ın zâtı (varlığının zorunlu oluşu, bir illetinin olmayışı ve tek oluşu) ve zât-sıfat ilişkisi (zâtından ayrı sıfatların bulunmayışı) açısından Mu‘tezile kelâmının tezlerini kendi sistemi çerçevesinde onaylamaktadır. Ancak fiillerin ondan sâdır oluşu noktasında onun duruşu, kelâmî gelenekten açıkça bir kopmanın göstergesidir. “Birden ancak bir çıkar” ilkesinin ödün vermez savunucusu olarak İbn Sînâ, Allah’ın kendisinden farklı fiillerin çıkmasını gerektirecek (taktezî el-ef‘âlel-muhtelife) bir sıfatının da bulunmadığı görüşündedir. İbn Sînâ’nın bu duruşu, Allah’tan farklı fiillerin hikmeti gereği sadır olmasını O’nun eşyaya olan bilgisinin bir gerekliliği olarak gören şu klasik kelâmî anlayışa tepki içermektedir:

“Bu kitabın musannifi [Şeyh Sadûk İbn Bâbeveyh (v. 386)] dedi ki: ‘Allah’ın âlim olduğunun bir delili, birbirinden farklı farklı takdir edilen, tedbiri birbirine zıt olan,       

21 İbn Sînâ, ‘Arşiyye, vr. 35a vd. Bu sıfatların hangi açılardan selb ve izâfe kapsamı içinde olduğu hakkında İbn Sînâ’nın daha geniş açıklamaları için bk. İbn Sînâ, Necât, ss. 602 vd. Çalışmamızın son bölümünde İbn Sînâ’nın sıfat anlayışına tekrar değinilecektir.

22 Özler, Mevlüt, İslam Düşüncesinde Tevhid, İstanbul: Nûn Yayıncılık 1995, s. 157; Koloğlu, Orhan, Cübbâîler’in Kelâm Sistemi, İstanbul: İSAM Yayınları 2011, s. 225.

23 Râzî, Fahruddîn, Şerhü’l-İşârât I-II, Kahire: el-Matbaatü’l-Hayriyye 1325, II, s. 71.

meydana getirilişi apayrı olan fiillerin, bunları bilmeyen birinden sadır olmasının imkânsız oluşudur (…). Hatta, var olmadan önce (kable vücûdih) yarattığı şeyin keyfiyetini bilmemesi de kesinlikle düşünülemez.’”24

İbn Sînâ, bu anlayıştan kopuşunu ilginç bir şekilde Hz. Peygamber’e atfedilen

“Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır” hadisiyle meşrulaştırmak istemesi ve Allah’tan ilk taşan şeyin birinci akıl olduğunu ifade eden Yeniplatoncu çizgiyle bütünleştirmesi 25, bu

“alternatif akide” metninde İslam’ın inancını bir tarafa bırakmak istemediği imajını verme çabası olarak da görülebilir.