• Sonuç bulunamadı

Köy romanında yazarlar kuşkusuz köydeki maddi meselelere daha çok ağırlık vermişlerdir. İlk eserlerde meselelerin altında yatan bireyin iç dünyasıyla ilgili sıkıntı ve bunalımların üzerinde pek durmazlar. Hâlbuki meseleleri incelediğimizde çoğu maddi sıkıntının altında yatan asıl neden bireylerin iç dünyasındaki aksaklıklardır.

Ekonomik bir problem gibi görünen hırsızlık olgusunun altında da bireylerin psikolojik durumları etkili olmuştur. Akçam’ın hırsızlık temalı hikâyelerini de bu görüş çerçevesinde değerlendirmek mümkündür.

Dursun Akçam’ın hırsızlık temalı hikâyeleri; Ölü Ekmeği’nde “Pantol”, Köyden İndim Şehire’de “Kaz Eti” ve Öğretmeni Kim Öptü’de “Oyuncaklar”dır.

“Pantol”da hikâye başkişisi anlatıcının kendisidir. 11 yaşlarındaki yazar anlatıcı pantolonsuz çıplak bir şekilde yaşamaktan utanmaktadır. Bluzu ile bacaklarını örtmeye çalışır. Tek hayali bir pantolonunun olmasıdır.

Yıllardır bir pantolonum olsun istiyordum. Babam her fırsatta “elin değnek tutsun, kazanır alırsın..!” demişti. On, on bir yaşıma ayak bastım, “elim değnek tuttu” ama kazanamıyordum.. Boğaz tokluğuna çalışacak onca çocuk vardı. Kaz çobanlığı, kuzu çobanlığı, hodaklık gibi işlerde bir yıl çalışsam bir pantolon alamazdım. Varlıklı aileler bu işleri bedava yaptırırlardı. Biraz un, peynir, üç beş tezekle savarlardı.

Umudumu bir ara Hamit Ağa’nın kapısına bağlamıştım. Beni hizmetkâr tutarsa belki bir pantolon alabilirdim. Bir pantolona iki yıl nökerlik etmeye razıydım (Akçam, 2000: 57).

Çocuk, bir pantolon için iki yıl hizmetkâr olmaya razıdır. Köyde düğün olduğu bir gün arkadaşı İso ile otururlarken çalınan davulların sesinin çok çıkması üzerine düşünür. Davullar eşek derisinden yapılmaktadır. Aklına bir eşeğin derisini satıp kendine pantolon almak gelir. Arkadaşı İso’yu da ikna edip eşekleri çok olan Dikilitaş köyüne doğru yola çıkarlar. Çakmaklı deresinde bir eşeği kesip, derisini yüzerler. Hemen köye dönüp düğünde görünecekler böylece de kimse onlardan şüphelenmeyecektir. Fakat işler sandıkları gibi gitmez. Döndüklerinde herkes Hamit Ağa’nın ölen babasının cenazesine gitmektedir. Ortalarda pek dolaşmadan evlerine giderler. Geceyi uykulu uykusuz düşler içinde geçirirler. Ertesi gün deriyi güneşe serip üzerine tuz serperler. Derinin bir kısmından da çıplak ayaklarını kaplayacak şekilde kendilerine birer pabuç dikerler.

Dedeburnu çarıklarımızı diktik, ayaklarımıza giydik. Taşların, dikenlerin üstünden korkusuzca yürüdük. Yumuşak tüy gibiydi yeryüzü! Ayaklarımız terledi. Kimbilir kışın nasıl sıcak tutarlardı! Çarıkları kıllı burunlarından öptük! (Akçam, 2000: 66).

Yoksulluk imgesi, eşek derisinden kendi diktikleri çarıkları öpecek kadar etkileyici verilmiştir. Akşama doğru bu mutluluk sönecektir. Eşeğin sahibi olan kadın iki jandarmayla beraber gelir ve hikâye çocukların anne ve babaları ile karakola gitmeleriyle son bulur.

Çocuğu hırsızlığa iten utanç duygusudur. Çünkü arkadaşları pantolonsuz olduğu için alay ederler. Çocuk her defasında utançtan kulaklarına kadar kızarır.

Onun bu durumundan dolayı okuyucuda da çocuğa yaptığı hırsızlıktan dolayı kızmak yerine içten içe acıma duygusu oluşur.

Hırsızlıkla ilgili diğer hikâye Köyden İndim Şehire’nin ikinci hikâyesi olan

“Kaz Eti”dir. Kocaları aynı köyden olan Hacer ve Mençi yedi yıl önce köyden şehre göçmüşlerdir. Kuştepe gecekondularında oturmakta olup, komşudurlar. Mençi’nin kocası Dişlek İsmail “dövlet dairesinde temelli” kapıcıdır. Hakan isminde bir çocukları vardır. Mençi şehre Hacer’e göre daha çabuk ayak uydurmuştur. Hacer’in ise kocası Oruç işsizdir ve üç çocukları vardır.

Türkiye’de köyden şehre göç oranında 1950’li yıllarda bir artış görülmektedir. Bu artışın nedeni çok partili hayata geçiş ve sanayileşmedir. Bu gelişmelerin sonucunda kırsal kesim çözülmeye başlamıştır. Böylelikle kırsal nüfusu oluşturan köylerden şehirlere nüfus akımı yoğunlaşır. Şehirler, yeni iş sahaları, sosyal fırsatlar, iletişim ve ulaşımdaki gelişmelerle cazibe merkezi haline gelmiştir.

Köydeki geçim kaynaklarının da yetersizliği sonucunda köylüler büyük umutlarla şehre göçü sürdürmüşlerdir. 1950’lerde yoğunlaşan bu göç dalgası günümüzde de devam etmektedir.

Köyden şehre göç, köyü, köylüleri, göç edilen şehri ve şehirlileri etkilemektedir. Göç eden köylüler şehir hayatına ayak uydurmakta türlü problemler yaşarlar. Köydeki evler tahribata uğrarken göç eden kimseler daha çok tarımla uğraşan kimseler olduğundan tarım faaliyetleri de sekteye uğramaktadır. Bu durum özellikle doğu ve güneydoğu bölgelerinde çok görülür. Şehirlerde kamu hizmetleri zamanla yetersiz kalmış, okullar, hastaneler büyük yoğunluk yaşamıştır. Göç öncesi şehirde yaşayan yerli halk da sosyal ve kültürel düzenin bozulmasından dolayı köylü kesimi kabullenmekte zorluk çekmiştir. Şehir kültürü ile köy kültürü kaynaşamamıştır.

Göç oranlarının artmasındaki en önemli nedenlerden biri de daha önce şehre taşınan köylülerine özenen diğer köylülerdir. Köy romanlarında göçün en çok işlendiği yönlerinden biri budur. Bir yandan da köylüler şehre göç ettikleri andan itibaren sürekli birbirleriyle yarış halindedirler. Dursun Akçam da göçü yer yer bu bağlamda ele almıştır.

Edebiyatımızda köyden şehre göçü nedenleriyle ve sonuçlarıyla işleyen pek çok eser vardır. Orhan Kemal’in Gurbet Kuşları (1962), Eskici ve Oğulları (1962),

Kemal Tahir’in Sağırdere (1955) ve Körduman (1957) köyden şehre göçün konu alındığı eserlerden bazılarıdır. Bu eserlerde zengin olma ümidiyle köyden şehre göç eden gurbetçilerin başına gelenler gerçekçi bir bakış açısıyla anlatılmaktadır.

“Kaz Eti”ndeki Hacer ve Mençi daha iyi şartlarda yaşamak için aynı köyden göç şehre göç eden iki kadındır. Mençi ve kocası İsmail’in durumu Hacer ve kocası Oruç’a göre daha iyidir. Oruç işsizdir. Kira parası, fatura parası derken ekmek ve soğandan başka bir şey yiyememektedirler. Hacer ve kocasının aksine şehir hayatı onlara yaramamıştır.

Oruç ile Gurbet Kuşları’ndaki Memed köyde karınlarını doyuran bir iş kalmadığı için şehre gelmişlerdir. Fakat Mençi’nin kocası İsmail’in durumu bunlardan farklıdır. Onun işleri yolunda gitmiştir. Kapıcı da olsa devlet dairesine bir şekilde girebilmiştir. Hikâye de bu iki adamın eşlerinin çekişmeleri üzerine kurulmuştur.

Mençi bir gün kardeşinin köyden gönderdiği kazı pişirir. Kokusunu duyan Hacer’in ve çocuklarının canı kaz eti yemeyi çok ister. Fakat Hacer gidip de isteyemez. Mençi’nin laf yapacağından korkmaktadır. Derken kapı çalar, gelen Mençi’dir. Hacer’in çocuklarından şikâyetçi olduğunu, evlerine gelmelerini istemediğini söyler. İki kadın kapı önünde kavgaya tutuşurlar. O gün Kuştepe’nin pazarı vardır. Hacer parasızlıktan pazara gidemez. Şehir yerinde parasızlık zordur.

Kuştepe’nin pazarı vardı o gün. Komşu kadınlar, ellerinde file ikişer, üçerpazara gidiyorlardı. Hacer’in içinden kan gidiyordu. Elinde parası olsaydı, kendisi de gider, öte beri alırdı. Oruç o günler işsizdi, sürekli beli ağrıyordu. Hastaneye “fizik tedavisine”

gitmişti. Aybaşında, ev kirasını, bakkal borcunu nasıl ödeyeceklerini düşünüyorlardı.

Şehir yerinde parasız kalmak, ölüm demekti. Babası hayrına kimse kimseye bir yudum su vermezdi. Köy olsaydı!... Tam yedi yıl olmuştu memleketten göçeli. Yılı yıldan hep kötüye gitmişti. Borç korkusu, açlık korkusu, kısaca yaşama korkusu içinde geçmişti günleri. Neye gelmişlerdi bu viran olası kente? (Akçam, 1973: 33).

Mençi pazara gider. Oğlu Hakan da bilye oynamak için dışarı çıkar. Hacer fırsattan istifade ederek Mençi’nin evine girip, tenceredeki kazı çalar. Mençi’yi hırsızlığa iten neden açlığıdır. Köyde istediği zaman yiyebildiği et şehirde lüks bir yiyecek olmuştur.

Sağına soluna bakındı Hacer, görünürlerde kimseler yoktu. Fırsat bu fırsattı zaman yitirmeye gelmezdi. Çevresine bir daha bakındı. İki ev ötede Erzurumlu Sürmeli dedenin köşeyi dönmesini bekledi. Mençi’nin kapısı açıktı. Gemi azıya alarak içeri daldı. Aradan epey zaman geçmesine karşın kaz etinin kokusu uçmamıştı. Mutfağa yürüdü. Sahici mutfak değildi burası. Dişlek Osman’ın sonradan eklediği küçük bir odacıktı. Tel dolabını açtı, tencerenin kapağını kaldırdı, kazı buldu! Çabucak eteğinin altına bastırarak çıktı. Evine vardığı zaman rahat bir soluk aldı. Yüreği göğüs tahtasını bir tokmak gibi dövüyordu. Önüne koydu doyasıya baktı kaza (Akçam, 1973: 35).

Pazardan dönünce kazının çalındığını fark eden Mençi polisi arar. Hacer kazı sobanın içine saklamıştır. Polis kazı bulur ve iki taraf da karakola götürülür.

Hırsızlık temalı son hikâye Öğretmeni Kim Öptü kitabının sekizinci hikayesi olan “Oyuncaklar”dır. Almanca kursundaki oyuncaklar öğretmenlerin yorgun olduklarında, canları ders yapmak istemediklerinde sınıfı oyalamak için kullandığı araçlardır. İdarede bulunan oyuncakları kim erken davranırsa o almaktadır. Bu da bazı çekişmelere ve tartışmalara sebep olmaktadır. Durumu daha düzenli hale getirmek adına Kurs Müdüresi bir genelge yayınlar. Oyuncakları hangi gün hangi sınıfın kullanacağı böylelikle belirtilmiştir.

Oyuncaklarla oynama konusunda bayanlar daha başarılı olmakla birlikte oyuncaklara elini Dambala, Barko, Moko gibi hiç elini sürmeyenler de vardır.

Dambala bazen satranç tahtasıyla gelir. Herkes oyuncaklarla bir şeyler oluşturmaya çalışırken o satranç oynar. Bu duruma çoğu zaman öğretmenleri kızmaktadır. Bir gün de öğretmen dayanamayarak satrancı alır. Dambala’yı grubundan ayırıp tek başına oyuncaklarla bir şeyler yapmasını ister.

Yine bir gün oyuncaklarla oynanacak derste iki takım oyuncağın kayıp olduğu fark edilir. En son o sınıfta oynandığı için herkes bu durumdan sorumludur.

Ama en çok da çocuğu olanlar sorumlu tutulur.

Miladowiç:

“Yazık!” dedi, “Oyuncakların en güzelleri kaybolmuş. Çocuğum olsaydı ben çalardım onları!”

“Çocuğu olanları zan altında bırakmayın lütfen!” diyerek çıkıştı Bayan Mala, “Benim çocuklarımın onlardan daha güzel oyuncakları var!”

“Senin olabilir ama bu sınıfta çocuklarına oyuncak satın alamayanlar da var!” (Akçam, 1997: 75-76).

Öğretmenin bu duruma canı çok sıkılır. Çünkü oyuncaklar kursun demirbaşlarıdır ve ders öğretmeni o olduğu için Müdüre Kambi ve yardımcısı Mambi onu sorumlu tutacaklardır. Müdür yardımcısı sınıfa girip öğretmeni sıkıştırırken kapı açılır. Dambala kucağındaki paketlerle sınıfa girer. Kaybolan oyuncakların aynılarından almıştır. Tek şartı da satranç oynamasına karışılmamasıdır.

Miladoviç ”çocuğum olsaydı ben çalardım” diyerek sınıfta çocuğu olanları zan altında bırakmıştır. Hikâyenin sonunda Dambala’nın elinde oyuncakları ile gelmesi akla oyuncakları Dambala’nın çalmış olması durumunu getirir. Fakat bu durum hikâyede ima edilmemiştir.