• Sonuç bulunamadı

Ali Süha‟ya ithafen yazılmıĢtır.1

Esere ismini veren “heykel” benzetmesi hikaye boyunca aĢık olunan kadının

davranıĢları, vakurluğu ve kayıtsızlığı ile alakalıdır. Yazar kendini asıl kahramanın arkadaĢı yerine koymuĢ ve onun ağzından hikayeyi kaleme almıĢtır. Bu sayede karakterleri ve olayları en ince ayrıntısına kadar tahlil edebilmiĢtir.

“Onu, böyle karĢıdan bir müddet tetkik ettim. Beyaz yeldirmesinin içinde rakik ve zarif endamıyla her Ģeye yüksekten bakan mağrur nazarlarını, o kadar ulvi, o kadar Ģayan-ı perestiĢ ve fakat bütün bu güzelliğiyle onu nazarımda hissiz, ruhsuz bir taĢ, bir heykel farz ettiren bir hisle o kadar camit buldum ki sanki bu kadın vücudu, birden gözümün önünde hüviyet-i maneviyesinden sıyrılarak bir heykel oldu.”

Hikayenin büyük çoğunluğu Büyükada‟da geçer. Ġstanbul‟un bazı muhitleri Hamit‟in adaya gelmeden önceki yaĢantısını anlatırken kullanılmıĢtır. Hamit için daha önce aĢk ile eğlenen bir genç imajı çizilirken adaya gelmesiyle hayatı tamamen farklılaĢır. Büyükada‟da yalnız kalmayı tercih eden, mesire yerlerinde devamlı kitap okuyan bu genç, arkadaĢlarının dikkatini çeker. O andan itibaren Hamit içine düĢtüğü duygularla baĢ ederken yalnız değildir. Sina isimli bir kıza aĢık olmuĢtur. Devamlı onun peĢindedir fakat onunla ilgili çabalarına rağmen bilgi sahibi olamaz bu ondaki aĢka daha çok bağlanmasına sebep olur. ArkadaĢı sayesinde Sina ile ilgili fikir sahibi olurlar. Bu kısımlarda, yazar hikayesinde arkadaĢı olarak gördüğü Hamit‟i ve onun aĢık olduğu kadını anlatırken Hamit‟in cümlelerinin ve duygularının keskinliğinden, kendisine zarar vermesinden korkuyor. ArkadaĢının bu durumu atlatabilmesine yardımcı oluyordu.

Hikayede dostluk, arkadaĢlık gibi kavramlar, okuyucuya yaĢanan aĢktan daha çok tesir etmiĢtir. Duyguların yoğunluğundan gerçeklerden uzaklaĢıldığını ve insanın

duygularıyla kendi inanmak istediklerine bağlandığını görüyoruz. Bunu da yazar Hamit‟in duygularının tesirinin dıĢında aĢık olunan Sima‟yı Ģu cümlelerle anlatıyor:

“Bir müddet sakit, yürüdük. Hamit döndü, gözleriyle onları takip etti. Biraz sonra onlar da döndüler, tekrar önümüzden geçerlerken dikkat ettim ki Sina, gözlerinin rengini andıran neftî ipek yeldirmesiyle pek cazipti. Bir dakikalık tetkik içinde zapt edebildiğim hutut-ı simasıyla nahif endamı, insana bir güzellikten ziyade zarif bir hilkatin inceliklerini ihsas ediyordu. Diyebilirim ki saçlarının rengiyle gözlerinden baĢka güzel denecek bir yeri yoktu. Cildi soluk, elleri zayıf idi. KaĢlarında hafif bir boya vardı. Galiba kirpiklerine de sürme çekiyordu. Fakat bütün bu suni güzellikler arasında ona hakikî bir güzelliğin sihr-i cazibesini veren bir inceliği, bir zarafeti vardı ki etekliklerle beslenmiĢ kalçalarıyla yastıklarla kabartılmıĢ sinesini, tenkide mecal bırakmıyordu. Sonra gözleri... Bunlar, hepsinden güzeldi. Ve bence bütün güzelliklerin fevkinde olan bu yeĢil gözlere malik olmak, kafiydi.”

Heykel hikayesinde yazar, karakterleri diğer hikayelerindekinin aksine iç konuĢmalardan daha çok karĢılıklı diyaloglarla verir. Ve diğer hikayelenin aksine kullanın mekanlardaki çokluk anlatımı hareketlendirip okuyucuda heyecan uyandırmıĢtır. Kahramanlar netleĢip olayın hatları çizildikten sonra ada insanın ve manzaralarının tasvirleri ile de anlatımı, zenginleĢtirmiĢtir.

Eserin sonlarında bu aĢkın tesirinden kurtulmuĢ olan Hamit, ilk baĢladığı yere Ġstanbul‟a döner. Ona aĢkı da ızdırabı da yaĢatan yeri Büyükada ile sınırlar. Ġstanbul onun için yeniden mutlu olduğu anların devamı olacak Ģekilde konumlandırılır. Cemil Süleyman için Ġstanbul‟a dönünce yaĢanacak olan güzel hayat burada Hamit‟e verilmiĢtir. ArkadaĢını da Ġstanbul‟a davet eder. Ve yaĢanırken kimi zaman intihara sürükleyen kimi zaman heyecanla kalbi titreten bu aĢk iki dost arasında bir anı olarak kalır.

3.1.10. FİKRET’İN KUZUSU

Bütün çoçuklarda her Ģeyden ziyade bir Ģeye meyil ve teveccüh etmek ihtiyac-ı derunisi vardır ki sinn (yaĢ) ilerledikçe baĢka bir Ģekl-i tekamüle (olgunlaĢma Ģekli) giren bu temayül, iptida her gördüğünü taklitten baĢlayarak cinsiyete göre ayrı ayrı mecralar takip eder. Bir kız, bebekten, misafirlikten, ufak tefek ev eĢyalarından, valideliğe, kadınlığa; erkek bir çocuk elinde kırbacıyla evin içinde ötekini berikini yahut münhasıran (sırf) -biĢüphe izacatına (bunaltma) en ziyade tahammül gösteren- bir kiĢiyi haĢlamaktan, acizlerine, kudretsizliklerine rağmen muarızına (karĢıt) karĢı ihraz-ı tegalüp (galibiyetten kazanma) ihtiyacıyla ufak mücadelerden baĢlayarak bütün oyunlarında bir hüviyet-i recülane (erkekçesine kimlik) iktisabına say-i sevaik-i ruhiye (dürtü ile çabalama) ile erkekliğe doğru bir incizabın taht-ı tesirindendir. Ġkisi de aynı suretle o dakika için muhitlerinden kendilerini iĢgal edebilecekeğlencelerden yalnız birini tercih ederek en ziyade ondan haz alırlar ve bu hazzın neĢve-i zevki onları o derecede sermest eder ki o an için gözlerine baĢka bir Ģey görünmez. Her Ģeylerinde olduğu gibi sevgilerinde de daima ifrat (ölçüyü aĢma) vardır. Sonra bütün oyunlarında kendilerine refakat edecek diğer bir vücudun iĢtirakını arzu ederler. Bu, komĢu kızları, akraba çocukları, hatta büyüklerden bir an içinde kendi yaĢlarına iniveren ihtiyarlar, kendilerinde bir diğeriyle konuĢabilmeye salahiyet görmeyen ve fakat insanlarda bir ihtiyac-ı muhazara (konferans verme) ile kendi kendine söylenmekten ise evin çocuklarıyla ihtilatı (kaynaĢma) nimet addeden hizmetçi kızlarla uĢaklardan intihap ederler. Bunlar meyanında (ara) bazen evin kedisiyle kanaryası da dahildir.

Amcazademin bunlardan baĢka bir de kuzusu vardı... Bu, biĢüphe son olduğu için sevdiklerinin içinde en kıymetlisi idi.

Sabahleyin gözünün açar açmaz, hatta pek sevdiği sütlü çayını içmeden bahçeye koĢar ve onu, suret-i mahsusada (özel bir Ģekilde) yapılmıĢ mini mini ağılından çıkartarak gezdirir, otlatırdı. Bu kuzu alındıktan sonra Fikret'i evin içinde hemen görmez olmuĢtuk. Daima onun yaramazlıklarına, gürültülerine alıĢkan

duyulan bir tınnet-i baide (uzaktan gelen çınlama) nevinden çınlardı. Onun, kuzusuyla bahçenin bir köĢesinde inzivasına hepimiz hayret ediyorduk.

Fikret... Bu, bir saniye bir yerde durmaya tahammül edemeyen civan ve ateĢin çocuk... Nasıl oluyordu da aynı mevkide, saatlerce bir Ģeyle meĢgul olabiliyordu? Bu, evin içinde hayretle telakki edilen bir mesele idi ki keĢf-i esrarında izhar-i acz (acizlik) olunurdu. Bazen pencereden tetkik ederdim.

Elinde kuzunun yularıyla bahçenin bir tarafında oturur, otların tazelerini yolarak ona yedirmeye çalıĢır; o, yememekte taannüt (inat) ettikçe zorla ağzına tıkmak isteyerek saatlerce uğraĢırdı. Sonra onun kendisine koparıp yemekten hazetmediğini anlayınca serbest bırakır ve otların arasından uzanarak derin bir hayret içinde onun nasıl otladığını temaĢaya dalardı. Hatta birgün onu böye, dalgın dalgın seyrederken yavaĢ yavaĢ gözlerine çöken bir sıklet-ı hab (uyku ağırlığı) ile akĢama kadar bahçede uyumuĢ kalmıĢtı. Onu böyle çocuğuna ihtimam (özen) eden bir valide takayyüdüyle doyurduktan sonra bir parça da uyutmak lazım geldiğini düĢünerek bir ağacın altında zorla ayaklarını bükerek yatırır, o gözlerini kapatıncaya kadar beklerdi. Bazen bu kadar usluluğa takat getiremeyen dimağında birden uyanıveren bir fikirle onu öteye beriye koĢturur, arada sırada elinden çok defa eksik olmayan kırbacıyla bir araba beygiri gibi bahçenin Ģoselerine sevk eder ve fırsat buldukça ona bir binek atı vazifesini de tahmil ederek üzerine binmeye çalıĢırdı.

Pederi, yağmurlu havalarda onun bahçeye çıkmasını men etmiĢti. Fakat amcazadem, ona da bir çare bulmakta gecikmedi. Hava, biraz karamaya baĢlayınca kuzu içeri alınırdı. Ve sabahtan akĢama kadar odadan odaya, halılardan kanepeye, sofadan yatak odasına, kuzu ile seyranlar yapılırdı. Hatta bir gece onu yatağına almak için hanım ninesiyle kavga etmiĢ ve bu bir türlü isaf olunamayan arzusunun gayz-ı tehevvürüyle (öfkeyle küplere binme) saatlerce ağlamıĢtı.

Bir gün kuzu hastalandı. Bir Ģey yemiyor, gözleri kapalı, mütemadiyen öyle düĢünüyordu. Bu haber, evin içinde Ģüyu (duyulma) bulur bulmaz bütün aile halkı, bu zavallı hastanın etrafında bir halka teĢkil ederek esbab-ı marazı (hastalığın

sebepleri) keĢfetmek isteyen nazarlarla uzun uzun muayene ettiler. Birisi "Terli terli su içirmiĢlerdir..." diyor, bir diğeri ağıla konmaya unutularak bütün bir gece yağmur altında kaldığını ileri sürüyor ve nihayet bunlar arasında ispat-i hazakat (sanatta, tıpta mahir olmak) edebilecek bir kimsenin bulunamayacağına kanaat eden Fikret:

- Cemil ağabeyim doktordur... Gelsin, o baksın... diyordu.

Bu fikir herkes tarafından kabul edildikten sonra beni çağırdılar. Fikret, aĢağıdan bağırıyordu:

- Ağabey, viziteni veririm, gel...

Edilen tedavi kar-gir-i tesir (iĢe yaramama) olamayarak kuzu ertesi günü terk- i hayat etti. Hizmetçi Ömür Ağa:

- Bıçağı yetiĢtirdim... Sakın etini atmaya kalkıĢmayın... diyordu.

Ondan sonra Fikret, evin içinde bir gölge gibi dolaĢmaya baĢladı. Gürültü etmiyor, kuzusunun hatıra-i matemine elinden geldiği kadar riayet ediyordu…

Bir gün onu, yanımdaki odaya girerken gördüm. Saatlerce orada sessiz, ne yaptığını merak ederek kapının aralığından baktım. Kuzusunun postunun üzerine yüzükoyun kapanmıĢ yatıyordu. Ağlıyor muydu? Yanına gittim, gözlerinin etrafı kızarmıĢ olduğu halde uyuyor buldum. Ve bu hassas çocuğu böyle karĢıdan seyrederken derin bir rikkat içinde mütessir dondum kaldım...

Fikret, kuzusunun matemini tutuyordu...

6 Mayıs 321

(19 Mayıs 1905) Çiftehavuzlar