• Sonuç bulunamadı

HAZRET-İ MUHAMMED (S.A.S.) VE İSLÂMİYET

Allah’ın varlığı ve birliği ispat külfetine ihtiyaç göstermeyen bedîhiyattandır. Âlemin kendi kendine yokluktan, madde ve kuvvet ola-rak, tekevvün edemeyeceği pek açık bir gerçektir. Mükevvine, ister Allah, ister ulvî ve münezzeh bir kuvve-i mûcide ve kaahire denilsin, lâfızlar değişmiş fakat mana değiştirilememiştir. Yaratıcı; bir ve tek olan Cenâb-ı Hak’tır. İşte bu Allâhu Azîmü’ş-şân, var ettiklerini elbette boş yere ve rastgele yaratmamıştır. Çünkü, Yaratıcı’nın yarattıklarını başıboş bir fevzâ ve sefâhete terk eylemesi şân-ı Rabbânîsine elbette lâyık olmazdı. İşte bu hakikati, Enbiyâ Sûresinin 16’ncı âyeti, “Biz —yani Mûcid, Sâni’ ve Hâlık olan Allah— gökleri ve yeri ve aralarında bulunanları oyun —ve boş şeyler olarak— yaratmadık.” mefhûmu ile yaratmadı ki murâd-ı Bârî’yi açıklatmaktadır. Yaratılmış olanların hepsi Allah’ın kudret ve celâlinin ve masnûâtını ikame eylemekteki en güzel belirtileridir. Böyle olduğundan ötürüdür ki kendi azameti-nin müşahhas eserlerini başıboş bırakmamış, onların hayatları süresince, cansızların ve —nebatlar gibi— canlı olup da tevellüd, nemâ ve fenâlarında bir gûnâ duygu ve ihtiyâra mâlik olmayanların ve canlı olup da akıl ve irade sahibi bulunmayanların —yani, esnâf-ı hayvana-tın— devam-ı hayatları süresince tabi’ olacakları nizamları tabiat kanunları olarak, akıl ve idrak ve irade sahibi olan insanların ise yaşa-maları süresince kendileri başkaları için zararlı olmayıp faydalı olyaşa-maları babında iktiza eyleyen nevâmis-i Rabbâniye’yi emirler ve yasaklar olarak Kitâb-ı Kerîm’i ile teşrî’ ve iblağ buyurmuştur. Böylece, inâyet-i Rabbanî insanın imdadına yetişiyor da ona hayır ile şerri tefrik için bir kıstâs-ı müstakîm veriyor. Bu kıstâs-ı müstakîm Kur’an ve Sünnet’tir. Akıl; insana ona muâraza için değil, hikmet ve illetlerini idrak için verilmiştir.

Tefekkür sonunda varılan karar, eğer evâmir-i Rabbâniye’ye uyuyorsa salim bir sonuca varılmıştır; uymuyorsa hata edilmiş ve hatadan tevakkî gerekli olmuştur. Allahu Teâlâ, nimetlerin vericisi olmakla kalmaz, inayetlerini ibzâlde çok cömert davranır. Bu haysiyetle Kitâb-ı Kerîm’indeki ahkâm ve evâmiri anlatmak ve öğretmek üzere, nimetleri ile müjdeleyici ve azabı ile korkutucu mürşid, muallim ve nâsıhlar olarak peygamberler de göndermiştir ki, işte bu irsâl-i rüsûl, kullarına Allah’ın en büyük yardımı ve inayetidir. Nebî ve resûllerin hepsi de bu bakımdan şerefli, doğru söz ve özlü, tazime layık büyük insanlardır. Bundan ötürü İslam usûl-i imanında peygamberleri tasdik şart olmuştur.

Kur’an nazil olduğundan bu ana kadar bir harfi değişmemiş, bir noktası değiştirilmemiş, muhtevasına bir şey eklenmemiş ve muh-teviyatından bir şey çıkarılmamış tek kutsal kitaptır. Diğer dinlere ait kutsal kitaplarda bu meziyetin bulunmadığını ve aranamayacağını tarafsız garp ilim adamları da kabûl etmektedirler.

Nebî ve resullere gelince: Elbette hepsi tazime değer insanlardır. Ancak bizim Resulümüzün efdaliyeti, kesin olarak sabittir. Her pey-gamberin, ümmetinin ve asrın gereklerine göre açıklanmış mucizeleri olduğu gibi bizim Resûlümüzün de tevâtüren menkul pek çok mucizeleri vardır. Bu mucizeleri diğer resûllerden sebkeden emsâline katmak mümkündür. Fakat, Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimizin bir mühim mucizesi vardır ki, onu mucizât bakımından da birinci ve eşref-i rüsûl olarak tanımaya yeter. Başka hiçbir mucizesi olmasa idi, bu tek mucize yine onun Hâtemü’l-Enbiyâ ve Fahr-i Âlem olduğunu ispata kafi gelirdi. Bu mucize Kur’an-ı Kerim’dir. Bu babdaki davamıza hüccet olarak çok beyanlarda bulunabiliriz, hepsinin değil, birkaçının ele alınmasıyla yetineceğiz:

1- Kur’an tahrife uğramamış tek din kitabıdır. Başka ne kadar din kitabı varsa hepsi de az çok tâdillere, tashihlere, ilave ve eksiltmelere maruz kalmış, böylece onların semavî ve İlahî olmak değeri zayi olarak beşerî mevzuattan sayılmaları gerekli olmuştur.

2- Kur’an Arapça’dır; ondaki lügatler, terkipler hepsi de Arap lügat-sarf, nahiv, belâgat kaidelerine uygundur. Öyle olmasına ve her biri teker teker ve terkip olarak bilinmesine rağmen bir âyetinin lafzan ve manen benzerini ve mislini yapmak mümkün olamamıştır. Yapılmak iddia olunmuş, tecrübe edilmiş, fakat başarılamamıştır. İşte bundan dolayı Kur’an Allah kelâmıdır ve Resûl’ün kesin mucizesidir.

3- Kur’an Cenâb-ı Risâlet’e “Oku!” hitâbı ile başlar ve “Allah’ın insanlara bilmediklerini öğrettiğini” zikreylemek suretiyle ilmin İslami-yet nazarındaki değerini açıklar.

Cenâb-ı Resûl neler yapmıştır, birkaçını sıralıyoruz:

a) Kız çocuklarını diri olarak toprağa gömmeyi itiyat eden, b) Faizcilikte, sarhoşlukta pek ileri giden,

c) Satın almış oldukları kadınları fuhuş evlerinde sermaye yaparak onların kazandıklarını ellerinden alan, ç) Soylu ve üstün ailelerin hükümranlığına razı olarak eşitsizliğe boyun eğen,

d) Elleriyle yaptıkları putlara, sokakta bulup da beğendikleri taşlara tapan,

e) Çapul ve yağma için birbirlerine hücum ederek mağlûbun mallarını ganimet olarak alan,

Hâsılı, ferdî ve içtimaî ahlâksızlık namına ne tasavvur olunabilirse hepsine ulaşmış olan bir kavme ba’solundu. Bi’setinden irtihaline kadar onların bütün kötü ahlâk ve gidişlerini düzeltti.

4- Cenâb-ı Resûl, yalnız taklitçilik ve batılı kaldırmakla uğraşmış bir Resûl değildir. Önce dünyayı ve dünyadan âhirete gidileceğini ve dünyadaki fiillere göre ebedî hayatta saadete veya azaba ulaşılacağını talim eden bir Resûl-i Zî-şân’dır.

5- Devlet kurucusudur.

6- Adaleti hâkim kılan, adalet esaslarını talim ve infaz edendir.

7- Kumandan ve genelkurmay başkanıdır.

8- Siyasi önderdir.

9- Ahlâk ve faziletin öğretmeni ve nazımıdır.

İslam’da matlup, yalnız ferdî ahlâk değildir. Sosyal ahlâk daha kuvvetli müeyyidelerle emir buyurulmuştur.

İhtikâr yasaktır, rüşvet memnûdur; alan ve veren büyük günah işlemişlerdir. (Özel ve tüzel) kişilerin hakları mahfuzdur; Allah kendine müteallik hakları inayet buyurup affedebilir, fakat kul ve cemiyet hakkını affetmeyeceğini bildirmiştir.

İçtimai yardım şarttır; zekât, fıtır sadakası, nakdî keffâretler, mutlak yardım ve sadakalar va’z edilmiş esaslardandır.

Şahsî ve içtimai ahlâk bakımından İslamiyet bir dünya dînidir ve “Gerçek bir Müslüman, tam ahlâklı mükemmel bir insandır.” denil-mesi yanlış olmaz.

10- Hürriyet ve müsavatı tesis etmiş ve kendisinden sonraki halifelerine de insanlara nasıl hürriyet ve eşitlik verileceğini ve tatbik edile-ceğini öğretmiştir. Garp âleminin, 1789 Fransız inkılâbının İnsan Hakları Beyannamesiyle kavuştuğu insanın hürriyet, müsavat ve bunlara bağlı getirdiği haklardan Muhammed Aleyhi’s-selâm’ın şeriatı bin iki yüz yıl öncedir.

11- “Siz ne halde bulunursanız o halde vilâyet olunursunuz, yani başınıza geçenler sizin hâlinize uygun kişilerdir.” buyuran Resûl-i Ekrem’den ancak bin şu kadar yıl sonra Monteskiyu, “Her millet lâyık olduğu hükûmete nâil olur.” dedi.

12- Ahde vefâ, yani verilen sözde durmayı tebliğ ve talim eyledi. Onun bu tebliği ile son asırdaki garp âleminin bir ahdini karşılaştıraca-ğım: Meşhur İslam kumandanı Hâlid bin Velîd, ordusu çekilmek mecburiyetinde kalınca Humus Hıristiyanlarından tahsil edilmiş cizye ve haracı, “Biz bunları sizin hayatınızı, malınızı ve ırzınızı muhafaza etmeyi üzerimize almış bulunduğumuzdan tahsil etmiş idik. Şimdi harb icabı çekiliyoruz. Sizi müdafaa edemeyeceğiz, ondan ötürü bunu geri veriyoruz.” demiştir. Avrupa medeniyetinin alemdârı İngiltere, Fran-sa ve müttefikleri Balkan harbi başlamadan önce, Türkler galip gelmek ihtimaline kapıldıklarından, harbde kim galip veya mağlûp olurFran-sa arazi ilhakı olmayacak, yani hudutlar olduğu gibi kalacaktır, diye ahidlerini ilan ettiler. Vakta ki, sayısız çakalların tek arslana hücumunda arslanın dayanamaması gibi Türk’ün ordusunu mağlûp edince bu sefer ahidlerinden döndüler. “Sâlibin girdiği yerde hilâl kalmaz.” an’ane-i nasrâniyesine döndüler ve Osmanlı Rumelisini parçalayıp bölüştürdüler. Bu olay yirminci asır başındadır!

Râşidîn halîfesinin Suriye’de nasrânîlerle çarpışacak İslam ordusuna verdiği, “Ağaçları kesmeyiniz, ihtiyarlara, kadınlara, çocuklara dokunmayınız, manastırlarında ibadetleriyle uğraşan keşişlerine ilişmeyiniz.” emirlerine bakın, bir de İkinci Murad zamanında İslamlarla sulh yapılmış ve uzun süreli bir muahede imzalanmışken saltanat makamına henüz çocuk denilecek yaşta Fâtih’in gelmesini fırsat sayan Kardinal Sezarini, “Kâfirlere (!) yani Müslümanlara verilen söz ve ahdin hükmü yoktur.” fetvasını vermesi üzerine açılan Varna savaşında vakıa Türkler Haçlıları perişan etti, ahidden dönen Haçlıların nâmertlik ve döneklikleri de bir yüz karası olarak tarih kitaplarında yer aldı.

Misâlleri uzatabilirim, fakat ne lüzumu var. Bu kadarı da Muhammed Aleyhi’s-selâm’ın ve onun terbiyesiyle yetişmiş bulunanların in-sani hareketlerinin benzerlerini yapmaya yirminci asrın medenî devlet ve milletleri hâlâ da muvaffak olamamış bulunduklarıdır.

13- İslam’ın emir ve infaz eylediği eşitliği bugün dahi garp dünyası tatbike muvaffak olmuş değillerdir. Hâlâ siyah-beyaz farkı vardır. Bir âdem oğlunun siyah, yahut beyaz olarak dünyaya ayak basması elinde midir ki, renginden dolayı aşağı sayılsın? Bu kadar yanlış bir görüş olamaz, ama oluyor! Yalnız Amerika değil, Cenûbî Afrika’daki İngiliz arazisinde bu renk eşitsizliği hâlen vardır.

İslam şeriatı, renk ve doğum farkını dikkate almaz, insanları tıpkı bir tarağın dişleri gibi eşit sayar. Kim ki Allah’tan korkar ve en güzel ahlâk sahibidir, büyük odur.

Mısır Melîkine gönderilen sefâret heyetinin başkanı ashâb-ı kirâmdan Ubâde bin Sâmit zencî idi. Mısır Melîki bundan tedirgin olarak;

— Bana yollanacak heyete bir beyaz adam başkan olamaz mı idi? deyince, heyet hepsi birden;

— En bilginimizdir, hepimiz ona saygı duyar ve sözünden çıkmayız, cevabını verdiler.

Cenâb-ı Resûl’ün, “Ehl-i Beytimdendir.” dediği Selmân, İranlı bir azadlı; Suhayb ise aslen bir Rum dönmesi idi. Bilâl-i Habeşî Habeşli idi, daha da birçoklarını sayabilirim. Hepsi de eşit tutulmuşlardır.

Hz. Ömer, vefatından sonra kimi yerine geçirmenin uygun olacağı sorusuna, “Huzeyfe’nin kölesi Sâlim sağ olsaydı onu yapardım.”

cevabını vermiştir ki, bu suretle hür asıldan gelmek veya hürlüğe kavuşmak arasında fark olmadığını anlatmış oldu.

SON SÖZ

Bütün bunlardan sonra bana, birtakım muârızlarım, “İslamiyet’i bu kadar methediyorsun ama, hacılardan birçok muhtekirler, beş vakit namaz kılanlardan faizciler... falan çıktığını görmüyor musun?” diye taş atacaklarını biliyorum; topuna cevabım kesindir:

İslamiyet her türlü şâibeden münezzehtir. Ama Müslümanlardan şöyle yapanı, böyle edeni de varmış... denilirse şahsın kusurlarını dîne bağlamak hatadır. Eğer dedikleri gibi ahlâksızlığa bulaşmışlar varsa —var mıdır, yok mudur onu da pek bilmiyoruz ama— demek ki, kusur bazı Müslümanlardadır, dînin emirlerini tutmamaktan dolayı vâki’ olan kusurları dîne yüklemek doğru olmaz.

PEYGAMBERİMİZ, İMAN ESASLARI VE TEVHİD