• Sonuç bulunamadı

HÂTEMÜ’L-ENBİYÂ EFENDİMİZ

Mahir İZ

Cenâb-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’inde, âlemlere rahmet olarak gönderildiği beyan buyurulan[155] Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) Efendimi-zin, içinde bulunduğumuz 1390 Hicrî yılının Rebîü’l-Evvel’inde şu varlık âlemine teşriflerinin yıldönümü olması münasebetiyle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çıkarmakta bulunduğu derginin özel sayısı için hazırlanan makaleler arasında benim de bir yazımın bulunması tensip edildiğinden bu husustaki aczimi önceden itiraf ederek söze başlamak isterim.

Daha evvel gelen dinlerin mensupları, peygamberlerini tanrılaştırdıkları[156] için, Cenâb-ı Hak muhafazasını taahhüt ettiği[157] Kur’an-ı Kerim’inde bilhassa Müslümanların bu noktayı göz önünde bulundurmaları için;

“Ey Muhammed! Sen onlara de ki: Ben ancak sizin gibi bir insanım. Hak’tan bana vahiy olunan hükümleri tebliğ eylerim.”[158] mealindeki âyet-i kerîme ile, ve;

“Muhammed bir elçiden başka bir şey değildir, ondan evvel de peygamberler gelmiştir.”[159] nass-ı celîli ile de kendilerinin Kureyş kabile-sinin Hâşimî kolundan risalet vazifesiyle seçilmiş mümtaz bir insan olduğunu açıkça beyan buyurmuştur.

Bu mukaddimeye şu noktadan lüzum görüyorum: Asırlar boyu Müslümanlar arasında tabii olarak devam eden Resûl-i Müctebâ Mu-hammed Mustafa (s.a.s.) muhabbeti vecd ve heyecân-ı dînî sâikasıyla bazı kalplerde aşk ve cezbe hâlini almış ve bunu söz ve yazıyla dile getirmişlerdir. Bu şuur altı yüksek cezbenin imana halel verecek bir tecellisini görmekteyiz. Bu söz ve yazılar hiçbir kötü maksat, yani Dîn-i İslam’a rahne açmak gibi korkunç, gizli emellerle olmayıp derin bir safvet-i dervîşâne ile söylenmiş ve yazılmış olsa da yine ayağın kayacağı bir tehlike olmak endişesinden kurtulamaz. Mesela;

Ahad Ahmed’dürür, kim-mim eder fark, Bütün âlem o mîm içre olur gark.

Ahad, yani Allah, Ahmed’dir, yahut onda tecelli etmiştir. Aralarda bir mim farkı vardır ki, bütün kâinat o mîm’in mahsulüdür. Bu beyt İran mutasavvıflarından bir şairin şu beytinden tercüme edilmiş olacak:

“Ahmed ile Ahad arasında bir mîm farkı vardır. Bütün âlem bu mîm’e gark olmuştur.”

Vaktiyle bu Fârisî beyti okuduğum zaman bu mîm’in ne olduğunu merak etmiş, tanıdığım erbâb-ı kemâlden istîzahda bulunmuştum;

tatminkâr bir cevap alamadım. Edremit’te vazife ile bulunduğum zamanlar, “Civardaki Zeytinli köyünde Fevzi Efendi vardır, Bektaşi canlarından okumuş bir şairdir. Bir kere de onunla görüşseniz!” dediler. Bir gün ziyaret ettim, mütalaalı şair bir zat idi. Şöyle bir tevcihte bulundu:

“O mîm muhabbetin mîm’idir. Hadîs-i Kudsîsine işarettir.” dediler.

Hemen her okur-yazarın bildiği hadis diye şöhret bulan bu söz, büyük mutasavvıflarımızdan Rûhu’l-Beyân tefsirinin ve 160 küsur eserin sahibi allâme Bursalı İsmail Hakkı merhum, “Kenz-i Mahfî” adlı müstakil bir eserde, bu sözü muhaddislerce hadis olarak kabûl edilmediğini beyan ettikten sonra, mükâşefe yoluyla hadis olduğu sabittir, der. Ulema arasında keşif, esbâb-ı ilimden olmadığına göre ihticâcı mümkün saymazlar. Buna benzer edebiyât-ı sûfiyyede, birçok ebyâta tesadüf edilmiştir. Bu mefhum muhtelif şekillerde işlenmiştir.

Vaktiyle Muallim Naci merhum, gazetesinde bir “Na’t” müsabakası açmıştı. Birçok şair iştirak etti. Tetkik encümeni neticede “Bir Muhammedî” imzasıyla Mirsad’da neşredilen na’ta birinciliği tanıdı. Bir zaman sonra na’tın Naci tarafından müstear isimle yazıldığı anla-şıldı. O na’tın içinde mesela;

1 [156]

[157]

[158]

[159]

Cemâli nûr-i veçhu’llah içün burhân-ı evveldir.

Makali her dil-i âgâh içün Kur’an-ı sânîdir.

Ve:

Anın isrinde âsâr-ı bekaa hissetmesem derdim.

Bekaanın nâmı vardır âlem-i bâkî de fânîdir.

gibi Resûlullah’a karşı izhar edilen mahabbetin iman çerçevesini zedelemek tarzındaki endişeler uzak değildir. Merhum üstâdımız Ferid Kam’ın bir na’t-ı şerîfinde;

Sen ol âyîne-i ma’nâ nümâ-yi zât-ı vahdetsin.

Görür Mevlâ’yı sende çeşm-i bînâ yâ Resûla’llâh.

Ve:

İzâfiyyâta aslâ kalb-i hak-bîn iltifât etmez.

Senin zâtında “gûyâ” Hak Teâlâ yâ Resûla’llâh.

ve emsali coşkunluklara rastlanır. Vâkıa bir kısmına te’vîl yolu belki bulunabilir. Fakat te’vîle mantıkî imkân bulunmayan yerler halk için mezlaka-i akdâm olur.

Mesela; Naci’nin “Mekaali her dil-i âgâh için Kur’an-ı sânîdir.” mısraı,

“O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy iledir.”[160] âyet-i kerîmesiyle kolaylıkla te’vîl vechi bu-lursa da Kur’an olmayan ahâdîs-i şerîfe, “Mekaali” kelimesinin içinde mündemiç bulunduğuna göre yine sakıncadan hâlî değildir.

Kezâ Ferid Bey merhumun;

“Senin zatında gûyâ Hak Teâlâ yâ Resûla’llâh.” mısraındaki gûyâ kelimesinde tevriye vardır. Bildiğimiz ve Türkçede kullandığımız sanki manasındaki gûyâ ile Farsçada güften mastarından söyleyici manasını ifade eden (gûyâ) mefhumunu kastederek tehlike bertaraf edilmek istense de, erbâb-ı takva böyle söylentilerden şiddetle girîzândır.

Biz Kur’an-ı Kerim’in tavsîf buyurduğu Resûlullah’a kendimizden sıfatlar izâfe etmeye kalkarsak birtakım tehlikeli kanaatlere yol açmış oluruz.

Kur’an-ı Kerim, bize Efendimizin “Üsve-i Hasene” en güzel örnek[161] olduğunu beyan buyurmuş ve ona inanmamız istenmiştir. Allah, risâlet vazifesini hakkıyla ifa ettiği için kendisine lütuf ve rahmet ettiği meleklerin de bu hususta niyazda bulunduğunu, bütün iman eden-lerin de makam-ı şükranda kendieden-lerine salât-ü selâm etmeeden-lerini ferman buyurmuştur.[162]

Hülasa, Kur’an-ı Kerim’e nazaran Hâlık ve mahlûk mefhumlarını göz önünden ayırmayarak eşref-i mahlûkatın ser-efrâz-ı güzîni İmâm-ı Enbiyâ Efendimize hürmet ve mahabbetimizi yalnız elfâz-ı mübeccele ile değil, ef’âl-i mesnûne ile göstermek ve ona layık ümmetin efradı arasına bi-hakkın katılmakla mümkündür.

Velâdet-i Nebeviyye yıldönümü dolayısıyla yayımlanacak derginin fevkalâde nüshasına Sîyer âlimlerimiz tarafından bütün cepheleriyle hüviyyet-i Muhammediyyeleri tasvir edileceğinden sözü zühd ve takvalarına getirelim.

Lisan erbabınca ma’lûmdur ki, Arapçada “Zühd” kelimesi (min) ve (an) harf-i cerleriyle mütebâyin manaya gelir. Ve tasavvufta kullanı-lan zühd manasıyla ilgisi yoktur. Tasavvuf ıstılahında zühd kelimesi, eslâfın vaz’ ettiği manadan uzaklaşarak âdeta ruhbâniyyet manasına yakın bir anlama sevk edilmiştir. İslam’da Rehbâniyyet manasına zühd yoktur. Yani zühd, halktan uzaklaşıp kendini düşünmek demek değildir. Bu suretle Allah’a yaklaşmak isteyenler bilâkis Allah’ın rızasından uzaklaşırlar.

Zühd: Halkın içinde, halk ile meşgul olarak ve ma’rûf ile emir; münkeri nehye çalışarak onların mesâvîsinden yüz çevirmektir.

Ne nübüvvetten evvel emr-i Hak’la mazhar-ı ilhâm olmak için Hira dağına çekilmeleri, ne de ara sıra Kur’an-ı Kerim’in emri mûcibince[163]

âyât-ı İlâhiyeyi tefekkür ve tezekkür için geceleri yalnız kalmaları herkesin anladığı manada zühd değildir.

Takvasına gelince, takva: Her işte Hakk’ın rızasını aramak olduğuna göre, Fahr-i Kâinat Efendimiz bütün müttakîlerin ser-efrâzı ve ünmûzec-i mefharetidir. Her devirde, herkes kendi zamanına ve işine göre onun emirlerini yerine getirmesi, ona hakkıyla uyması takva demek olur. Kur’an-ı Kerim’e nazaran takva ayrıca işlenecek bir konudur. Binaenaleyh;

[160]

[161]

[162]

[163]

“Senin vazifen ancak tebliğdir.”[164]

“Seni bir müjdeci ve akıbetten uyarıcı olarak gönderdik.”[165]

“Sen onlara tebliğ et, öğüt ver. Senin vazifen tebliğdir. Zorlayarak cebren kabûl ettirici değilsin.”[166] meallerindeki âyât-ı kerîme, risâlet vazifesinin özü, tebliğden ibaret olduğunu beyan buyurmaktadır.

[164]

[165]

[166]

NA’T

Âişe’nin gülüydün.

Semâve’yi boşaltıp,

Kuşları hüdhüd müdür, güvercin mi, kumru mu?—

Kuşlarını, bir sabah,

Kasîde söyler Bedir.

Yetimler, günahsızlar!

Çöl gecelerinden, yanık, Türküler yapan kızlar, Sancağını saçlarıyla dokusun;

Bilâl-i Habeşî sustuysa, Ezanlarını Dâvûd okusun!

Konsun, yine, pervazlara Güvercinler;

“Hû hû”lara karışsın Âminler...

Mübârek akşamdır;

Gelin ey Fatihalar, Yâsîn’ler!

Arif Nihat ASYA

“Benim şeref ve itibarımı artıran ve âdeta ayaklarımla Süreyya yıldızını çiğniyor gibi yükselten senin (Ey kullarım) kavline dâhil olmam ve Hz. Ahmed-i Muhtâr’ı bana peygamber kılmandır.”

Burada Kadı Iyaz’ın işaret ettiği âyet-i kerîme şudur:

“Ey benim âyetlerime iman edip de Müslüman olan kullarım, bugün size hiçbir korku yoktur. Siz mahzun da olmayacaksınız.” (Zuhruf Sûresi, Âyet: 68-69)

RESÛL-İ EKREM (S.A.S.) EFENDİMİZİN MEKKE-İ

MÜKERREME’DEN MEDÎNE-İ MÜNEVVERE’YE