• Sonuç bulunamadı

Hayra Alıştırma

Belgede İslâm da Zaman Tanzimi (sayfa 179-183)

A- ZAMANLA İLG İLİ BAZI TELÂKKİLER

1- Hayra Alıştırma

Terbiye meselesinde, insan tabiatında mevcut olan bir hususiyetin iyi bilinmesi gerekir. Söyleyeceğimiz bu hususiyet büyük-küçük, kadın-erkek her insan için söz konusudur: Fayda-lı, hayırlı şeyler alışkanlıkla kazanılır, sabitleşir.

Aleyhissalatu Vesselam, bu hakîkatı: “el-Hayru âdetun ve’ş-şerru lecâcetun” diyerek ifade etmiştir. Yani “Hayır bir âdet ve alışkanlıktır, şer ise bir inatlaşmadır.”

Burada dikkat edecek olursak alışkanlık ile inatlaşma özde birbirine yakındır. Binaenaleyh bu hadîsi, “Hayır ve şer birer alışkanlıktır, kendinizi hayra alıştırın.” diye yapılacak bir tercüme de pek yanlış sayılmayacaktı. Ancak Araplar, “âdet” kelimesini çoklukla, hoşa giden ve faydalı şeylerdeki ısrar için kullanır-ken, “lecâce” kelimesini de mîzaç kötülüğü ve âkibeti düşünme eksikliği sebebiyle zararlı şeylere olan müracaat ve ilgi için kullanmışlardır. Bu sebeple Aleyhissalatu Vesselam “hayra”

ve “şerre” olan yönelişleri farklı kelimelerle ifade etmiştir.1 Hadisin muhtevasındaki inceliği korumak için “lecâce”yi “inat-laşma” kelimesiyle karşıladık. Türkçemizde, hayırlı şey üzerin-deki ısrara “inatlaşma” demeyiz. “İnatlaşma”yı hoş olmayan şeylerdeki ısrar için kullanırız.

Hadisteki bu ayırım şunu da ifade eder: Hayırlı şeylere yö-neliş daha tabiî, daha fıtrî olmaktan başka aynı zamanda aklî ve iradîdir. “Biz, Âdemoğlunu mükerrem (değerli) yarattık” (İsrâ, 17/70)

âyetine göre, cevher itibariyle insan, mükerremdir. Sözgelimi, Hıristiyanların iddia ettiği gibi –Hz. Âdem’le Hz. Havva’nın işledikleri günahtan tevârüs edildiğine inandıkları- aslî günah’la lekeli değildir; bu sebeple normalde hayrı, güzeli, iyiyi arar.

Resûlullah’ın “sevap” ve “günah”ı tarif ederken yer verdiği bir açıklama da bu noktanın kavranmasında yardımcı olur: Şöyle ki:

Aleyhissalatu Vesselam: “Hayır kalbin itminanıdır, şer ise kalbin şüphesidir.” buyurmuştur.2 Demek ki, hayır üzere programlanan insan fıtratı, aşırı hissiyat ve taassubun hakimiyetine düşmeyip,

1 Bak. Münâvî, a.g.e. 1/510.

2 İbnu Hibbân, Sahih 2/52, 720. h.

tabiî meyilleriyle hareket ettiği takdirde yeni bir durumla kar-şılaştığı zaman, bu yeni şey aslında hayırsa, onun hayır olduğu hususunda herhangi bir şüpheye düşmeden hüküm verebilecek-tir. Böyle bir durumda şüpheye düştü ise, onun şer olma durumu gâlip ihtimaldir, kişinin, vicdanından gelen bu sese uyarak ihtiyatlı olması, iyi bir sesse3 akıl ve imanını kullanarak sahip çıkması, sonra da iradesini kullanarak alışkanlık ve meleke haline getirip şahsiyetine mal etmesi gerekir.4 Nitekim yukarıda kaydettiğimiz hadîs, şüpheli şeyler karşısında Müslüman tavrının nasıl olması gerektiği hususunu tespite yönelik nebevî bir dersin sonunda söylenmiştir. Mezkur ders: “Helal bellidir, haram da bellidir, bu ikisi arasında bazı şüpheli şeyler vardır…. Şüpheli

şeyler-3 Kalbe gelen her kötü hissin Şeytan’ın, her iyi hissin de Melek’in bir telkini oldu-ğunu haber verip, arkadan da kötü fikirlerden kaçınıp, iyi fikirlere sahip çıkılma-sını tavsiye eden hadis (Tirmizî, Tefsir Sûre 2/25) hatırlanmalıdır.

4 Nitekim, bu sırrı kavrayamayan bir kısım düşünür ve yazarlar, insanlarda görülen farklılıkların yorumunda ifrat ve tefritlere yer vererek yanılgılara düşebiliyorlar.

Biz burada, konumuzun bir paragrafı sayılması gereken bir iddiaya dikkat çekece-ğiz: Dilimize Annelik sevgisi (ki Anne Şefkati diye çevrilse daha isabetli olacakmış) diye çevrilen kitabın müellifi, Elisabeth Badinter, annelik duygusunun Batı ta-rihindeki zikzaklarını yani kadınlarda bu duygunun bazı asırlarda güçlenip ço-cukların sevilip bağra basıldığını, bazı asırlarda istiskal edilerek sevilmek şöyle dursun hiçbir değer verilmeyip evden uzaklaştırılmak maksadıyla doğumundan itibaren sütanneye, sonra da çırak olarak başka ailelere verilme uygulamalarını örnek vererek , -umumiyetle fıtrî yani yaratılıştan gelen bir duygu olduğu kabul edilen- anne şefkati’nin (annelik duygusunun) fıtrî olmadığı, bilakis cemiyetteki hâkim kültürün ve modanın ortaya çıkardığı bir duygu olduğu iddiasında bulunur.

Yazar, fıtrî meyillerin, istidat tohumcuklarının inkişafı için -hadiste âdet kelime-siyle ifade edilen irade güneşi ve emek suyuna gerek olduğunu göz önüne almamış.

Biz Müslümanlar, bu “gerek”e imtihan sırrı diyoruz. Evet biz, fıtratımızdaki hayra olan meyil tohumcuklarını –dinimizin emridir diyerek- iradî olarak sümbüllen-dirmekle hayat imtihanını kazanacağımıza inanırız. Peygamberimiz “Akıllı kimse, nefsini muhasebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz de kendisini, hevasının peşine takan ve Allah’tan temennide bulunan kimsedir.” (Münavî, 5/67) sözleriyle, uhrevî sorumluluk duygusunun kamçısı rehberliğinde, iradesiyle güzele olan isti-datlarını geliştirenleri tebcil eder, över.

den kaçının..” mahiyetinde başlayıp devam eder. Aleyhissalatu Vesselam, insan fıtratının bu mükerremliğine olan güvenini ifade için, “Günahların neler olduğunu?” öğrenmek üzere soran kimseye de: “Günah kalbin titremesidir!” diye cevap verecektir.5 Bir başka hadise göre de “Günah, içini rahatsız eden, halkın muttali olmasını istemediğin şeydir.”6

Sözü fazla uzatmadan hayra alışma hususundaki açıkla-mamızın neticesine gelmek üzere şunu söyleriz: Fıtrî bir meyil ve arama ile bulunan hayra, akıl ve iradenin onayıyla devam edilince, artık o, bir alışkanlık (âdet) haline gelir. Zaten âdet kelimesi “avdet” kökünden gelir. Yani bir şeye tekrar tekrar dönmeyi ifade eder. Öyle ise, Aleyhissalatu Vesselam, İslâm’ın

“güzel” dediği şeyleri “iradî” olarak tekrarla yapıp alışkanlık (bir nevi âdet) haline getirmek gereğini ifade ediyor.

Şer ise, öyle değildir; dinin kötü addettiği şeyleri âdet haline getirmektir. Yani yaratılıştaki tabiî meyle rağmen, nefsin ve bencil hislerin galebesi ile: “Bu ne getirip ne götürecek?” diye bir tefekkür zahmetine katlanmadan faydalı olmayan heva ve kap-rislerle hissiyatı zevklendiren şeylerde ısrar etme, direnmedir.

İster hayırda, ister şerde, ister her ikisinde olsun ısrar, neticede değiştirilmesi gittikçe zorlaşan bir alışkanlık meydana getiriyor. Dilimizde “can çıkmazsa huy çıkmaz.” atasözüyle ifade ettiğimiz, İslâm hükemasının “beşinci tabiat” dediği, Paskal’ın:

“İkinci tabiat” olarak dile getirdiği gerçek aynı şeydir. Alışkan-lıklar insanda şahsiyeti belirleyen ciddî bir hâkimiyet kurarlar

Yeryüzündeki farklı milletler, iklim, gıda, coğrafya gibi hâricî şartların etkisiyle, asırlar içerisinde kazandıkları bir kısım temel alışkanlıklar sebebiyle bugün ilimde, teknikte, ahlakta,

5 Müslim, Birr 14-15; Tirmizî, Zühd 52; Müsned 4/182, 227, 228, 5/251, 252, 256.

6 İbnu Hibbân, Sahih 1/308.

sanatta, hayata bakış vs.’de farklılıklar ortaya koymuşlardır.

Yaratılışta eşit olan bütün ırklar, sonradan ilave olunan bu farklılıklar sebebiyle, üstün ırk-geri ırk gibi yanlış hükümlere gidecek kadar farklılaşmışlardır. İradî gayretle, fıtrattan zanne-dilen kötü alışkanlıklar atılıp yerlerine yenileri ikâme edilebilir.

Yâni, -daha önce çocuk fıtratını açıklarken âyet ve hadîslerle belirttiğimiz üzere7-, doğuştan boş getirip sonradan doldurduğu hâfızanın muhtevası –zor da olsa– değiştirilebilir. İnsan sonradan kazandıklarının kesin mahkumu değildir, kömürken elmas olabi-lir, yeter ki iradesini kullanmasını bilsin ve kullansın.

İradî olarak kazanılacak veya kazandırılacak bir kısım alışkanlıkların önemini belirtmek üzere sözü biraz uzattık. Mak-sadımız terbiyede bu hususun önemine dikkat çekmek. İyilik-kötülük, ilerilik-gerilik, başarı-başarısızlık gibi insanî gerçeklerin temelinde –değiştirilmeleri irade ve gayretimize bağlı olan– bir kısım alışkanlıkların yattığını bilmemiz gerekmektedir. Bunu bilmek, terbiyenin önemini kavramak demektir.

İnsana iyi veya kötü alışkanlıkları kazandırma işi, her şeyden önce bir terbiye işidir.

Ayrıca “Huy çıkar can çıkmaz” gibi sözlerin mahiyeti yete-rince anlaşılmazsa insan yapacağı şeyi de yapamaz.

Belgede İslâm da Zaman Tanzimi (sayfa 179-183)