• Sonuç bulunamadı

Hannah Arendt ve Agonistik-İlişkisel Kamusal Alan Modeli

2.2. Kamusal Alanın Dönüşümüne Tarihsel Bir Bakış

2.2.1. Kamusal Alana Dair Teorik Yaklaşımlar

2.2.1.3. Hannah Arendt ve Agonistik-İlişkisel Kamusal Alan Modeli

Arendt kamusal alan ve özel alan incelemelerini Yunan toplumuna dayandırmış, polis kent devletlerinin tarihsel gelişiminin, kamusal-özel ayrımında belirleyici olduğunu belirtmiştir. Antik Yunan düşüncesinde kamu ve özel arasındaki ayrım, toplumdaki farklı alanlara atıf yapmaktadır. Buna göre kamusal alan özgür vatandaşlar arasındaki açık etkileşimlere dayalı bir politik alanı işaret ederken, özel alan özgür kişiler arasındaki gizli etkileşimlere dayalı bir iç alanı işaret etmektedir ve bu iki alan özerk gibi görünse de, aralarında, karşılıklı etki ve bağlılığa dayalı bir zorunlu ilişki bulunmaktadır(Susen,2011:39). Özellikle kent devletinin ortaya çıkmasıyla “her yurttaş iki varoluş düzenine” ait hale gelmiş, kamusal ve özel alanlar ayrılmaya başlamıştır(Arendt,2013:60). Bu ayrım kamusal alanın ve kent yaşamının genişlemesi ve özel alanın geri planda kalması şeklinde görünse de Arendt’e göre

özel alan ve özellikle aile kurumu, kutsallığını yitirmemiştir. Özel alanın korunup muhafaza edilmesindeki gerekçe özel mülkiyetin getirdiği sahiplenme ve aidiyet değil, “dünya içinde … kendisine ait bir yeri olmayan evsiz bir insanın, dünya meselelerine katılamayacak olması” düşüncesidir. Arendt bireyi eylemden ve bu eylemin diğerleriyle etkileşimi gerektiren toplumsal yönünden bağımsız düşünmemekte, toplumsallığın asli bir insani koşul niteliğine vurgu yapmaktadır. Bu yüzden bireyin sosyal durumu, onu toplumun diğer üyeleriyle zorunlu bir etkileşime sokakta ve bu zorunluluk da kamusal alanın oluşmasını zorunlu kılmaktadır.

Arendt’e göre kamusal ve özel alan arasında önemli bir ayrım bulunur: özel alan hem erkeğin geçinme sorumluluğunu yerine getiren emeği, hem de kadının özel alan içindeki ve çocukla ilgili emeği dikkate alındığında, karşılıklı bir zorunluluk ve yükümlülükler silsilesi izlenimi yaratmaktadır. Buna karşın kent (polis) alanı yani kamusal alan, önkoşulu hane içindeki zorunluluklarını başarılı biçimde yönetmek olan bir “özgürlük sahası” işlevi görmekteydi. Arendt modernliği soğuk ve yabancı özelliği nedeniyle eleştirirken; üç temel insani etkinliği, emek, iş ve eylemi tanımlar ve eylemin, yani bireyin siyasal hayata katılımı için fikirlerini ifade ettiği kamusal alanlarda yaptığı fiillerin, özgürlük anlamına geldiğini ortaya koyar(Mısır,2005:46- 7). Kamusal alan içerdiği özgürlük duygusuyla birlikte, politik bir niteliğe de sahiptir. Bu yüzden siyaset, yurttaşlar ile yönetenler arasındaki bir özgürlük mücadelesine ve siyasal otoritenin kamusal alandaki sürekli eleştiriye maruz kalan konumuna denk gelir. Siyasal otoritenin varlığıyla tehlike düşen özgürlük öylesine değerli bir olgudur ki; “yoksul ama özgür biri, emek pazarının günü gününe uymayan güvensiz ortamını, her gün istediği gibi davranma özgürlüğünü engelleyeceği için zaten bir tür kölelik olarak duyumsanan düzenli bir işe tercih eder”(Arendt,2013:69). Kamusal alan Arendt’e göre, özgürlük gibi diğer pek çok erdemin savunulduğu, bireylerin kendini ve özellikle de üstün özelliklerini sergilediği ve böylece ölümlülüğe meydan okuyarak bir aşkınlık sergilediği “görünümler sahnesidir”(Yükselbaba,2008:100). Arendt’in cumhuriyeti, üstünlüklerin sergilendiği kamusal alanı ve sivil hayatı erdeme dayandıran bu anlayışı agnostik (tartışmacı) ve ilişkisel görüş” olarak adlandırılmaktadır(Benhabib, 1992:93). Buna göre agnostik

görüş, kamusal alandaki kahramanlıkları, erdemleri, ahlaklı davranışları ve bunların sergilenmesini kastederken, ilişkisel görüş herhangi bir zamanda ve yerde bireylerin bir araya geldiği zamanlarda, örneğin birlikte hareket edilen bir konserde ortaya çıkan kamusal alanı kasteder. İlişkisel kamu alanı, belediye binası veya şehir meydanı gibi, insanların konserde kurduğu ortak ilişkinin kurulmadığı mekanlarda oluşmaz(Benhabib, 1992:94). Böylece Arendt hem bir erdemliler alanı hem de gündelik hayatın ortaklığına dayanan bir ilişkisel alan tanımı ortaya koymuş olur.

Kamusal alandan ayrılan özel alan ise, bir takım zorunlu yükümlüklerin alanı olmakla birlikte, bir mahremiyet bölgesi olarak mahrum edici bir niteliği de bulunmakta ve “tam kelime anlamıyla bir şeyden, hatta en yüksek ve en insani yeteneklerden yoksun olunduğu” anlamına gelmektedir(Arendt,2013:104). Arendt’in özel alanı bir eksiklik bölgesi olarak tanımlaması, bireyin kamusal alana ve toplumsallaşmaya olan zaruri ihtiyacından kaynaklanır. Tamamıyla özel alanda geçirilen bir yaşam, diğerleri tarafından “görülmenin ve duyulmanın sağladığı gerçeklikten” yoksun kalmaya neden olur. Toplumun diğer üyeleriyle etkileşime girmek, bireye, kendi ölümlülüğünün ötesinde bir kalıcılık sağlar. Topluma yabancılık hali, onlarla benzer zevklere ve ortaklıklara sahip olmama hali, yoklukla eşdeğerdir. Çünkü Arendt’e göre bireyin yazdığı, çizdiği eserler, yaptığı davranışlar diğerleri tarafından dikkate alınıp önemsenmedikçe, birey yok sayılmakta ve yaşama bir kalıcılık bırakma imkânından yoksun kalmaktadır. Özel alan kaçınılmaz olarak mülkiyetle ilişki içerisindedir. Modern çağdan önce hiçbir biçimde kutsal sayılmayan zenginlik, artık kamusal alanda bir siyasi yere karşılık gelen özel mülkiyetin kutsandığı ve korunduğu bir seviyeye erişmiştir. Bu nedenle yoksulluk, bireyi kamusal alandaki siyasi konumundan eden bir eksikliğe karşılık gelmektedir ve bu durum, kölenin siyasi alandaki görünmeyen varlığına ve etkisizliğine denktir.

Özel alanın özel mülkiyetle ilişkisine benzer bir ilişki kamusal alan ile müştereklik arasında bulunmaktadır. Kamusal alandaki aleniyet, bireyin dünya hakkında gerçek bilgiye ulaşmasını sağlar. “İnsan eseri olan bir dünyada birlikte” yaşamak zorunlu bir birlikteliği gerektirir. İnsanlar arasında kurulan bu birliktelikler eğer ortak ideallere dayanmıyorsa, ortak inançlara veya ırka dayanabilir. Nihayetinde

toplumu meydana getirme görevi kamusal alana düşmektedir. Arendt kamusal alanın niteliklerini şu şekilde açıklar:

“Kamusallık terimi birbiriyle yakından ilişkili ama tümüyle özdeş olmayan iki fenomene işaret eder: …birincisi kamu alanında zuhur eden her şeyin herkes tarafından görülebilir ve duyulabilir olduğu ve mümkün olan en geniş aleniyete sahip olduğu anlamına gelir…İkincisi “kamu” terimi özel olarak bize ait olandan ayrı, hepimiz için müşterek olan bir dünyayı ifade eder”(Arendt, 2013:92-5).

Arendt’e göre kamusal ve özel alan dışında, “kökeni modern çağın doğuşuna dayanan ve siyasi biçimini ulus devlette bulan görece yeni bir fenomen” olarak bir toplumsal alan bulunmaktadır(Arendt,2013:65). Arendt’e göre modern bireyin ne toplum olmadan ne toplum içinde kendini evinde hissedemeyen çatışma halindeki ruh hali, modern dünyanın, özel ve kamusal alan ikilemine bir de toplumsal alan gibi bir ortak bölge eklemesinden kaynaklanır. Bu toplumsal alan, bireyin içselliğini, topluma karşı korumak zorunda bırakıldığı, isyankar bir ara bölgedir. Kamusal ve özel alan arasındaki ayrım modern çağın ekonomik koşullarıyla değişmiş, özel alanla adeta özdeşleşen ailenin yani “hane”nin bir ekonomik aktör olarak kamusal alana dahil olması, bu iki alan arasındaki sınırları dalgalı bir hale getirmiştir. Toplumsal alan da bu dalgalanmalar arasında değişen konumlara karşılık gelir. Arendt’in isyankar olarak tanımladığı bölge, Rousseau’nun, özel iradenin genel iradeyle çatışmasına dair görüşünü hatırlatmaktadır. Birey sürekli olarak genel çıkarlar ile özel çıkarlar arasında çatışmaya düşmektedir. Arendt’e göre bu çatışma, bireyin kendi özel çıkarları peşinde koşarak hayatını harcaması değil, bireysel çıkarların aşılması ve kamusal alandaki ortak erdemlerin paylaşılarak yüceltilmesi sayesinde çözülebilir. Böylece Arendt kamusal- özel alan ayrımının ötesinde bireyin kişiselliği ve emeği ile toplumun ortak ahlakı ve insan ürünü dünya arasında bir analiz gerçekleştirmiş, toplumsallığın kamusal yaşam olmadan özel alanda gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığını ortaya koymuştur.