• Sonuç bulunamadı

1.2. Üniversitelerin Tarihsel Gelişimi

1.2.1. Dünyada Üniversitelerin Gelişimi

1.2.1.3. Piyasa En İyisini Bilir (2000 )

1.2.1.3.1. Girişimci Üniversitenin Doğuşunu Hazırlayan Koşullar

Küreselleşme süreci herkesin hakkında az çok bilgi sahibi olduğu ve tanıklık ettiği fakat birçok kişinin içeriğini tüm süreçleriyle ele almadığı ve farklı amaçlar için kullandığı bir kavramdır. Kimi eleştirmenlerce bu süreç bir sömürü yöntemi iken; kimileri de küresel çapta refahın artması için bir fırsat olduğunu düşünmektedir. Bazı yazarlarca demokratik kavramlar ile kuralların ve insan haklarının evrenselliği olarak ifade bulan küreselleşme, bazı yazarlar için ise, çevresel sorunları içermekte ya da tüm bunları kapsayan bir süreci vurgulamaktadır (Gürak, 2003: 1).

Bir kavram olarak küreselleşme, 1960’larda “küresel köy”12 terimi ile ortaya

çıkmış, fakat kuramsal anlamda 1980’lerin ikinci yarısından itibaren sistematik bir şekilde incelenmeye başlanmıştır. Sosyal bilimciler küreselleşmenin bir kavram olarak yeni olması görüşüne katılırken küreselleşmeyi oluşturan süreçlerin bütünüyle yeni olmadığı görüşündedir (Erol, 2010: 80). Bu bakımdan küreselleşmeyi açıklamak için yararlanılan dünya görüşleri ve bakış açıları değiştikçe tanımın içeriği de değişmektedir. Robertson (1992: 8)’a göre küreselleşme “hem dünyanın küçülmesi hem de bir bütün olarak dünya bilincinin kuvvetlenmesi… Diğer bir deyişle somut ve küresel karşılıklı bağımlılığı, küresel bir bütün olarak bilinçliliği temsil eden bir kavramdır” (akt. Erol, 2010: 81). Bu bakımdan Robertson küreselleşmeyi dünyanın birleştiği ancak hiçbir şekilde naif işlevselci bir tarzda birleşmediği bir süreç olarak ele almaktadır (Keyman, 2002: 34).

Küreselleşmeyi kuramsal olarak inceleyen Giddens (1998: 66) ise küreselleşmenin “yerel oluşumların kendinden kilometrelerce ötede olan olaylar tarafından şekillendirildiği ya da tam tersi, uzak yerleşimleri birbirine bağlayan dünya çapında toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması” olarak tanımlanabileceğini belirtmektedir. Giddens (1998: 135) küreselleşmeyi modernitenin bir sonucu olarak

12 Dünyanın gelişen ve değişen teknoloji ile herkesin herşeyi aynı anda öğrenmesini sağlayan küresel

bir köye dönüşeceği vurgulanmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Marshall M. (2005), Yaradanımız

görmektedir. Bu anlamıyla küreselleşme için “modernitenin dayandığı ekonomik, siyasi ve kültürel gelişmelerin dünya ölçeğinde yaygınlaşması” vurgusunu yapmaktadır. Modernite “yapısal olarak küreselleştirici” niteliğiyle küreselleşme ve modernlikte zaman ve mekân bağlamında bir dönüşüm yaratmaktadır. Modernite, modern öncesi dönemde zaman ve mekânı birbirinden uzaklaştırırken; modern dönemde zaman ve mekân birbirinde çok daha fazla uzaklaşmaktadır. Böylece yerel ile küresel çapta bulunan toplumsal yapılar ve olaylar arasındaki ilişkiler ağı genişlemiştir. Küreselleşme bu ilişkiler ağının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Giddens’a göre günümüzde meydana gelen küresel gelişmeler modernitenin dünya

çapında yaygınlaştığının bir göstergesidir.

Keyman (2002) ise, toplumsal ilişkilerin daha önce ulusal zaman ve mekân içerisinde yer alırken; artık farklılıkların vurgulandığı zaman ve mekânlara taşındığını ileri sürer. Modernitenin ayrıcalıklı bir konumdayken küreselleşme içerisinde bu konumunu kaybetmiş olduğunu iddia etmektedir. Bu nedenle küreselleşme son zamanlarda, yaşanan toplumsal değişim ve dönüşümleri dünyanın değişen niteliğini anlamlı kılmaya yönelik bir kavram olarak kullanılmaktadır. Böylece Keyman’a göre küreselleşme hem toplumsal yaşam içinde birbirine karşıt görünen olguların eş zamanlı var oluşlarını hem de güvensiz bir geleceği ve riskli bir yaşam hissini içermektedir. Tekeli (1999: 220), küreselleşmenin dünyayı bütünleştirmekten çok, hem alan hem de nüfus bakımından dünyanın büyük bir çoğunluğunun dışlanmasına neden olduğunu belirtmektedir. Çünkü küreselleşme gerçekte gelişmiş kesimler arasında oluşmakta ve bu sürecin dışında kalan kesimler kaybetmeye devam etmektedir.

Küreselleşme süreci ile yaşanan teknolojik gelişmeler tüm dünyada bilgi iletişimini arttırarak bilginin yayılmasını kolaylaştırmıştır. Böylece bilgi, insanda ve kütüphanede saklı kalmayarak her yönüyle yaşamın içerisine dâhil olmaktadır. Sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçişi temsil eden bu süreç, artık yaşamın içerisinde yer alan bilginin, emek, sermaye ve teknoloji gibi bir üretim faktörü haline gelmesini sağlamıştır (Tekeli, 1999: 192).

Sanayi Devrimi’nden sonra bilgisayar teknolojisinde ve 1980’lerde hızlanan bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler “enformasyon devrimi” olarak nitelendirilmiştir. Bu dönemde ABD milli gelirinin yarısını bilgi sektöründe yer alan ve bunlara destek veren işletmelerin oluşturması sonucu yeni toplum yapısı için “bilgi toplumu” kavramı kullanılmıştır (Erdem, 2016: 25).

Bilgi toplumu süreci, tarım toplumu ve sanayi toplumunun ötesinde bilgi ve bilgi teknolojilerinin gelişmesi ile şekillenen ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel alanları kısa zamanda etkisi altına alan bir aşamadır. Bilginin ve bilgi teknolojilerinin hızla gelişmesi üretimin ve verimliliğin de hızlı bir şekilde artmasını sağlamıştır. Bu gelişmeler en başta insan faktörünün verimliliğine etkileri ve ekonomik sonuçlarının yanında sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda da yeni yapısal değişimleri ve gelişimleri beraberinde getirmiştir. Daha çok gelişmiş ülkelerin ulaşmış olduğu bir aşama olan bilgi toplumu, küreselleşme sürecine uyum sağlamak için gelişmekte olan ülkelerin de kalkınmaları adına yoğun bir çaba içerisinde bulunmalarını gerektirmiştir (Aktan ve Tunç, 1998: 129). Gelişmiş ülkelerde bilgi toplumuna geçiş süreci 1980’lerden itibaren başlamış ve bu dönem ile “bilgi ekonomisi” adı verilen yeni bir küresel yapı oluşmuştur. Bu yapı içerisinde bireylerin ekonomik gücü, bilgi ve öğrenim düzeyleriyle ölçülürken; ulusların rekabet gücü beşeri sermayeleri ile ölçülmeye başlamıştır (YÖK, 2007: 13). Gelişmiş bir ülke olsun ya da olmasın bilgi toplumu süreci, küresel çapta etki alanına sahip en önemli kurumlardan biri olan eğitim kurumlarını ve dolayısıyla üniversiteleri büyük ölçüde etkilemiştir. Bu doğrultuda yüksek nitelikli insan gücünün yetiştirilmesinden sorumlu olan

yükseköğretime verilen önem artmıştır (Yavuz, 2012b: 1). Bu dönem bireyin

bilgisinin ve toplumun ihtiyaçlarının ön plana çıktığı bir dönemdir. Bu durumda üniversitelerin de kendilerini yeni toplum düzeninin ihtiyaçlarına göre şekillendirmeleri gerekmektedir. Çünkü bireyler artık üst düzey nitelik gerektiren meslekleri tercih etmeye başlamıştır (CEDEFOP, 2010: 2).

Her toplum yapısının birbirinden farklı olması yükseköğretim kurumlarının da bu çeşitlilikten etkilendiğini, tek tip ve evrensel bir üniversite anlayışının olmadığını göstermektedir. Bu farklılık ve çeşitliliğin nedeni olarak birçok ülkede üniversite fikrinin modern devlet ile birlikte ortaya çıkması gösterilebilir. Özellikle XIX. yüzyılda yükseköğretimde yaşanan değişimler ile milliyetçilik ve ulus-devlet arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. XX. yüzyılda yükseköğretimde yapılan reformlar, daha çok refah devletinin gelişimine katkı verecek şekilde gerçekleştirilmiştir. Örneğin, Soğuk Savaş Dönemi’nin Amerikası’nda üniversiteler güvenlik kaygılarının etkisi ile desteklenmiş ve üniversitelere büyük ölçüde kaynak aktarımında bulunulmuştur (Küçükcan ve Gür, 2009: 58-59).

Özetle, yükseköğretimde yaşanan dönüşüme katkı sağlayan temel küresel etkenler şu şekilde belirtilebilir: i) toplumsal ve ekonomik gelişimde önemli bir role sahip olan ulus-devletin, yükseköğretimin ulusal bilince katkıda bulunduğunu savunan görüşü ile etkisini kaybetmesi; ii) finansmanını devletin sağladığı kamu sektörü faaliyetleri ile devletin işlevlerinin yeniden belirlenmesi ve iii) küresel çapta kamu sektörünün ekonomik yapısının şirket kültürü tarafından işgal edilmesidir (Kwiek, 2002: 148).

UNESCO (1998: 3)’nun 1998 yılının Ekim ayında gerçekleştirdiği Dünya Yükseköğretim Konferansı’nın son raporuna göre; 1960 yılında 13 milyon olan yükseköğrenim öğrenci sayısı, 1995 yılında 82 milyona kadar altı kattan fazla artmıştır. OECD (2008) 2004 yılında 132 milyona ulaştığını belirtirken; 2017 yılında ise bu rakamın 220 milyonu aştığı görülmektedir (UNESCO, 2019).

Neo-liberal politikanın yeni adı olan “küreselleşme” olgusunun

yükseköğrenime en büyük etkisi, ülkelerin artan eğitim harcamalarına yeni ortaklar/ şirketler aramaları şeklinde olmuştur. Kapitalist rekabet ve teknolojideki gelişmeler aynı zamanda hizmetin mali külfetini öğrencilerin karşılaması yönünde baskıcı bir tutum izlemektedir. Böylece üniversiteler, kapitalizmle bütünleşme adına yeni örgütlenme arayışlarına başlamıştır (Timur, 2000: 315-316). Nitekim bu süreçte bir

işletme anlayışına hâkim üniversite kurumları meydana gelmiştir. Üniversitelerin bütçelerinde kısıtlamalara gidilerek daha çok ekonomik yarar sağlama düşüncesi hâkim olmaya başlamıştır. Tabii ki üniversitelerin bir işletme olarak düşünülmesi üniversitelerden beklenen işlevlerin de değişmesine sebep olmuştur. Böylece üniversiteler araştırma alanlarında gerçekleştirecek faaliyetlerinde özel bir şirket gibi davranmaktadır. Bu bakımdan faaliyetlerini kar-zarar hesaplarına göre belirlemeye ve projelerini özel ve kamu sektörlerinin isteklerine göre geliştirmeye başlayan kurumlara dönüşmüştür. Artık üniversiteler piyasanın isteklerine uygun olarak bilgiyi üretmeli ve üretilen bilginin yayılmasına öncülük etmelidir. Diğer bir deyişle araştırma yaparak bilimin gelişmesini sağlamak yerine sanayi ile iş birliği içerisinde ve onların sorunlarına çözüm üreten kurumlar olmaları iddia edilmektedir. Bu düşünceler ışığında “girişimci üniversite” ve “şirket üniversiteleri” olarak nitelendirilen yeni üniversite modelleri ortaya çıkmıştır (Özdem ve Sarı, 2008: 10).

Neo-liberal ekonomi politikasına göre, sosyal devletin müdahaleci yapısı ortadan kalkmalı ve devlet ticari alandan çekilmelidir. Devletin görevi, yalnızca temel hizmet alanlarını sağlamak olmalıdır. Bu yaklaşım, serbest pazar ekonomisini ve dolayısıyla devletin çekildiği alanların özel sektöre devredilmesini savunmaktadır. Çünkü devletin ürettiği hizmetler rekabet edilebilir değildir. Ayrıca bu hizmetlerin sunumu pahalı ve kalitesiz olmaktadır. Özel sektörün varlığı ile bu hizmet alanlarının rekabete açılması ve kalitenin yükselmesi sağlanacaktır (Yıldız, 2008: 17).

Eğitim sektörü de neo-liberal politikalardan etkilenen alanlardan biri olmuştur. Bu politikalar, kurumların performansının sınavlarla ve küresel düzeyde standartlaştırma yoluyla ölçülmesini sağlayarak eğitimi piyasa içerisinde dönüştürmeye çalışmaktadır. Böylece ülkeler, eğitim sistemleri üzerinden rekabet etmeye zorlanmaktadır. Bu rekabetin bir sonucu olarak ülkelerin eğitim sistemleri başarılı/başarısız olarak nitelendirilmektedir. Rekabetin canlı tutulmasını sağlamak adına ülkeler eğitimi bir araç haline getirmeye başlamıştır. Çünkü ancak bu şekilde eğitimde niteliğin arttırılması yoluyla küresel düzeyde ihtiyaç duyulan bireylerin yetiştirilmesi mümkün olabilecektir (Çelebi vd., 2014: 35). Bu bakımdan Coffield ve

Williamson (1997: 1)’a göre yeni üniversite modeli, dünya genelinde pazara yönelik eleman yetiştirme görevini üstlenmektedir. Bir işletme mantığı ile çalışarak öğrencileri müşteri/tüketici olarak görmeye başlamıştır. Bu bakımdan rektörler genel müdür, bölüm başkanları şube müdürü olarak algılanmaktadır. Öğretim elemanlarının yapmış oldukları iş öğretmek değil, müfredatı aktarmak olmuştur. Bilgi ise, yalnızca danışma niteliği gören kurumlardan alınmakta ve bilgiyi anlamak bir yarış olarak benimsenmektedir (akt. Oktik, 2002: 117).

Yeni üniversite modeli 1980’lerden itibaren başta ABD olmak üzere Kuzey Avrupa ülkelerinde de “girişimci üniversite” adı altında doğmuştur. Bu gelişmeler üniversite ile sanayi arasında daha yakın ilişkilerin kurulması sonucunu doğurmuştur. Üniversite ile sanayinin bir araya gelmesi için gerekli alt yapının oluşturulması amacıyla aracı kurumlar, bilim parkları ve yenilik merkezleri inşa edilmiştir (Lazzeroni ve Piccaluga, 2003: 38-39’dan akt. Kuzu, 2013: 23).

Modern üniversiteler, II. Dünya Savaşı sonrasında toplumdaki sorunların çözümünden kendilerini sorumlu görmeye başlayarak “bilim için bilim” anlayışından uzaklaşmıştır. Böylece disiplinler arasında var olan engeller yıkılmış, üniversite yapıları vakıfları, dernekleri, şirketleri içine alan çok kurumlu bir yapıya dönüşmüştür. Başka bir deyişle üniversiteler, “girişimcilik” fonksiyonunu da yüklenerek multiversite olarak adlandırılmaya başlamıştır. Zira girişimci üniversitelerin oluşumuna öncülük eden en belirgin gelişme, küreselleşme ve uluslararası rekabetin hız kazandığı süreçte gelişen “üniversite-sanayi iş birliği” faaliyetleridir. Bilgi ekonomisinin oluşturduğu üniversite anlayışında üniversiteler girişimciliğe daha fazla önem vermiş, kadrolarını yeniden yapılandırmış ve

araştırmalarının sonuçlarını ticarileştirmiştir (Erdem, 2016: 31). “Rekabetçi

Yaklaşım” olarak nitelendirilen bu yeni modelde üniversitelere klasik rollerine - eğitim ve araştırma- ek olarak sosyal ve ekonomik gelişimde de önemli roller verilmiştir. Böylece üniversitelerden sürdürdükleri araştırma sonuçlarını ticarileştirerek yerel, bölgesel ve ulusal düzeyde kalkınmaya destek olmaları beklenmiştir (Yüksel, 2008: 1).